Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

23 ARALIK 2022

22 Aralık 2022 Perşembe 18:57
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Odd Man Out / Ölümden Kuvvetli
(Yönetmen: Carol Reed / 1947)

Brute Force / Vahşi Kuvvet
(Yönetmen: Jules Dassin / 1947)

The Set-Up
(Yönetmen: Robert Wise / 1949)

Criss Cross / Affedilmez Cinayet
(Yönetmen: Robert Siodmak / 1949)

Gun Crazy
(Yönetmen: Joseph H. Lewis / 1950)

 

Vizyonda bu hafta (23 Aralık 2022)
Vizyona bu hafta biri yerli yapım olmak üzere toplam dört yeni film ekleniyor. 
Romanyalı auteur Christian Mungiu’nun Cannes’de Altın Palmiye adayı olmuş yeni filmi ‘R.M.N.’ ve Whitney Houston’ın hayatını perdeye taşıyan biyografik dram ‘Whitney Houston: I Wanna Dance with Somebody / Whitney Houston Filmi’ notlarımız arasında.

 

R.M.N
-Sardı korkular, gelecek yıllar-

‘4 luni, 3 saptamâni si 2 zile / 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’, ‘Dupa Dealuri / Tepelerin Ardında’ ve ‘Bacalaureat / Mezuniyet’ gibi müthiş filmlerle Romanya Yeni Dalgası’nın ve çağdaş sinemanın önde gelen isimlerinden biri haline gelmiş ‘yaman’ auteur Christian Mungiu’nun yeni filmi adını, bir tür tıbbi ileri teşhis yöntemi olan ‘nükleer manyetik rezonans’ın Romence kısaltmasından alıyor. Yargılamayan bir analiz duruyor perdede.  Bilinmeyenle karşı karşıya kalan insan, ‘öteki’ni algılamamız, yerelle yabancı olanın arasındaki iletişim eksikliği, dengeler, kırılmalar, korkular, hayal kırıklıkları, çatışmalar, düşman yaratma, kendini güvende hissetme, gelenekler, kalıplar, yoksulluk, çatışmalar, huzursuzluk, aidiyet, yoksunluk, azınlık, toplum, kimlik, cesaret, dayanışma, bireysellik, tutkular, hoşgörü kültürü, bencillik, açık sözlülük ve politik doğruculuk. 
Gerçekten bir MR çekmiş Mungiu. Yaşadığımız günlerin güvensiz ve kaygan düzleminde içli, doğru ve dürüst bir anlatı. Romanya’nın batı eyaleti Transilvanya’nın farklı etnik sınıflarının yaşadığı bir köyündeyiz. Noel zamanı. Köyün ekmek fabrikasında göçmen işçiler çalışmaya başlar. Kendi de Almanya’da çalıştığı mezbahadan sorun çıkararak ayrılan Matthias, köyüne, evine ve eski sevgilisine geri dönmüştür. Başrolleri oldukça başarılı performansıyla dikkat çeken Judith State ve Marin Grigore üstleniyorlar. 
Eflaklı, Boğdanlı Romanyalı, Macar, Çingene, Sri Lanka’lı göçmenler ve toprağın asıl sahipleri… Ters köşe finaliyle, farklılıklar ve benzerlikleriyle öteki algımıza ve dile gelmeyen gizli, ikiyüzlü fakat hakiki korkularımıza çıplak gözle bakmayı başarıyor Christian Mungiu bir kez daha! Köy halkının kültür merkezindeki sabit kamera toplantı sahnesi antolojik. Hastayı/hastalığı ileri tetkikle inceleyip teşhis koyma derdinde yapım! Kaçırmayın! (4 / 5)
 

I WANNA DANCE WITH SOMEBODY: WHITNEY HOUSTON FİLMİ
-En hüzünlü ‘ses’-

Takma ismi ‘The Voice / Ses’ olan Amerikalı şarkıcı ve aktris Whitney Elizabeth Houston’ın hayatı duruyor perdede. 1963 – 2012 yılları arasında yaşamış, dünya çapında 200 milyondan fazla plak satışı ile tüm zamanların en çok satan müzik sanatçılarından biri olan ikonik şarkıcı aynı zamanda 6 Grammy ödülü ile birlikte toplam 411 ödülle dünyanın en çok ödül kazanmış kadın şarkıcısı unvanına da sahip! 
Cissy Houston gibi başarılı bir gospel şarkıcısının kızı ve Dionne Warwick gibi başarılı bir R&B şarkıcısının kuzeni olarak dünyaya geldi. Ayrıca efsane isim Aretha Franklin, vaftiz annesiydi. Böyle bir ailede Whitney de çocukluk yaşlarından itibaren müzikle ilgilenmeye başladı. Önceleri doğduğu yer olan New Jersey’deki kilise korolarında şarkı söyleyen Whitney, zamanla profesyonelliğe adım attı. Sevgisizlik ve ilgisizlikten çok çeken yıldız, çağın sorunlarından uyuşturucu ile uzun yıllar mücadele etse de, 11 Şubat 2012 günü, Beverly Hills’te bulunan Beverly Hilton otelindeki odasındaki küvette boğulma sonucu ölü bulundu.
Oyuncu ve senarist kimlikleriyle de tanınan yönetmen Kasi Lemmons imzalı biyografik ve müzikal dramda, yıldız ismi İngiliz aktris Naomi Ackie canlandırmış. Ackie’nin son derece başarılı performansı, senaryodaki bazı eksikliklerin ve boşlukların üstünü öretemiyor maalesef. Whitney Houston’ın hayatındaki kırılma anlarına verdiği kimi tepki ve bu anların oluşum noktaları üzerinde oldukça yüzeysel durulmuş. Oysa hemen her şey buralarda gizli. Aradığı sevgi ve ilgiyi bulamamış, kendinden hep çok şey beklenen ve istenen ikon ismin zorlu hayatı... Tanrı vergisi sesi ve eşsiz yorumuyla gelmiş geçmiş en önemli şarkıcılar arasında gösterilen Houston’ın ailesinden, eşinden gördüğü ilgisizlik, özel hayatındaki karmaşa, müzik endüstrisinin zorlu temposu ve onu adım adım tükenişe götüren farklı gerçekler. Öz babasının, yıldızdan ölüm döşeğinde para istediği sahne, literatüre geçebilecek derecede iyi. Houston’ın yaşadığı duyarsızlığı ve sevgisizliği olanca açıklığıyla ortaya koyuyor zira. Houston’ın hayatındaki önemli isimlerden biri olan plak yapımcısı ve ünlü müzik şirketi Arista’nın yöneticisi Clive Jay Davis rolünü usta aktör Stanley Tucci üstlenmiş. Ashton Sanders, Tamara Tunie, Clarke Peters ve Nafessa Williams, oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimleri. Şarkılar, efsane şarkıcının kendi sesinden! (3 / 5) 


Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
Çin yapımı animasyon ‘Xiong chu mo: Chong fan di qiu / Ayı Kardeşler: Dünyaya Dönüş’, Huida Lin imzalı. Özellikle küçük yaştaki izleyiciye sesleniyor bu üç boyutlu animasyon.
Yerli korku örneği ‘Maric’i Ebru Delibaş yönetmiş. Aranjör Gizem ve oyunculuk yapan Serdar, evliliklerinin beşinci yılına yaklaşan çocuksuz bir çifttirler. Son zamanlarda Serdar’ın tuhaf davranışlar sergilediğini fark eden Gizem, kendilerine iyi gelebilecek kısa bir tatil ayarlar. Duygu Yıldırım, Bülent Çelik ve Aziz Demir başlıca rolleri üstleniyorlar.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

 

TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.


Vizyonda bu hafta (23 Aralık 2011)
Altı filmin vizyona merhaba dediği haftada notlarımız arasında yer alamayan iki yapım; adına basın gösterimi düzenlenmeyen üç boyutlu korku-gerilim ‘Katil Köpekbalığı’ ile Türkiye’nin ilk mizah belgeseli olarak lanse edilen ‘Ünye de Fatsa Arası’… Haftanın diğer dört yapımından ikisi yerli. Tolga Örnek imzalı aksiyon denemesi ‘Labirent’, eksiklerine rağmen, özellikle yönetmeni adına umut vaat eden bir film. Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği ‘Nar’, merakla beklenen aksiyon bombası ‘Mission Impossible’ın yeni filmi ve bağımsız dram  ‘Gelecek’ haftanın diğer yenileri. Miranda July’ın yazdığı, yönettiği ve başrolü üstlendiği ‘Gelecek’, ‘yenilerin’ en iyisi. İçinizdeki ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakın lütfen! Sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu… Bu arada; ‘Emek’ yıkılmamalı diyoruz yine. ‘Emek’ yıkılamaz!

 

NAR
Ümit Ünal’ın Antalya’dan jüri özel ödülüyle ayrılan yeni filmi, toplumdaki adalet-adaletsizlik duygusunu, bireyleri oluşturan kimlik sorunsalını, iktidar, güç, hırs, kötülük, günah, suç, vicdan ve rol kavramlarını sorguluyor. Hem de büyük kısmı tek mekânda ve dört kişi arasında geçen mikro odaklı hatta gelişigüzel söyleyişle teatral bir öyküde… Bir hesaplaşma fonunda, farklı sınıflardan bireylerin adalet duyguları üzerine ters köşeli bir taşlama aslında Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği dram. Serra Yılmaz, Erdem Akakçe, İdil Fırat ve İrem Altuğ’un canlandırdığı karakterler arasında akılda en çok kalan ikisi Akakçe ve Altuğ’nun performansları. Etkisi ve gücü sınırlı olsa da, farklı bir deneyim olarak adlandırılabilir ‘Nar’.

 

LABİRENT
Yeni kurulmuş olan İslami bir terör örgütünün hedefleri arasında Türkiye’de vardır. Türk istihbaratı ise yürüttüğü gizli operasyonla terör örgütünü etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. ‘Devrim Arabaları’ ve ‘Kaybedenler Kulübü’ nün ardından, Tolga Örnek, yazıp yönettiği aksiyon denemesiyle iyi bir ‘zanaatkâr’ olduğunu kanıtlıyor kanımca. Aksiyon sahneleri, titiz özel efektlerin de katkısıyla ‘ulusal bazda’ oldukça iyi. Fakat mesele, ‘duygu’da… Perdeden koltuğa geçen-geçemeyenlerde problem. Yani bir duygu sorunu var gibi filmin. Öykünün duygusal yönü, aksetmiyor size. Ne hüzün, ne öfke, ne korku, ne de romantizm… Ama aksiyon dozu, öykünün işlenişi; bütün bunlar vasatın oldukça üzerinde hatta kısmen iyi. Tabii mevzu dönüp dolaşıp, işi; ‘aksiyon’ manasında bir şekilde halleden Hollywood örneklerine geliyor. Örneğin, muadil öykü ‘The Kingdom / Krallık’. Başka bir düzlemde de şekillense ‘Green Zone / Yeşil Bölge’… İşin diğer ayağı, insani ve duygusal yanının müthiş kotarıldığı Filistin yapımı ‘Paradise Now / Vaat Edilen Cennet’ var bir de. İşte budur dedirtiyordu film, intihar bombacılarına yakın plan bakarken… ‘Gönül Yarası’ nın ardından yeniden bir araya gelen Timuçin Esen ve Meltem Cumbul’a; Sarp Akkaya, Rıza Kocaoğlu, Ozan Bilen, Umut Kurt ve Altan Gördüm eşlik ediyorlar. Başta Timuçin Esen ve Ozan Bilen olmak üzere bütün kadronun performansları gayet iyi. Dönüp dolaşıp, etkileyici, yalın ve sihirli olmaya geliyor mesele. Sinema büyüsü çok çok önemli. Aksiyon denemesi tamam fakat o evrene uyum gösterecek bir atmosfer yaratmak gerek. Şu noktayı da tekrar belirtmekte yarar var: Kötü değil Tolga Örnek’in filmi. İyi yönetilmiş, eli ayağı düzgün bir yapım. Sadece bir takım incelikler, sarıp sarmalayan o duygu ve büyü eksik. İzlenir ve takip edilir bir isim Örnek. Usta bir kalem tarafından,  iyi yazılmış bir senaryoyu yönetse keşke bir dahaki sefere diye geçiyor insanın içinden. Tolga Örnek, yakında gayet iyi bir film çekecek.

 

MISSION IMPOSSIBLE: GHOST PROTOCOL
Ülkemizde de sevilmiş aynı adlı son derece popüler TV dizisinden ilk olarak 1996’da beyazperdeye aktarılan aksiyonun dördüncü filmi karşımızda. ‘Görevimiz Tehlike’ den bahsediyoruz. Uçuk kaçık aksiyon sahnelerine sahip filmde ana kahramanımız ‘Ethan Hunt’ı ilk filmden bu yana Tom Cruise canlandırıyor. Adı artık, aksiyon serisiyle özdeşleşmiş aktör, yeni filmin yapımcıları arasında. İlk filmi, usta isim Brian De Palma yönetmişti. Aksiyonun kıdemlilerinden John Woo, ikinci bölümde koltuğu devralmış, üçüncü filmi J.J. Abrams imzalamıştı. Yeni bölüm ise, gerçekleştirdiği enfes animasyonlarla tanıdığımız Brad Bird’e emanet edilmiş. Bird, 2004’te ‘The Incredibles / İnanılmaz Aile’ ve 2007’de ‘Ratatouille / Ratatuy’ ile büyük ses getirmiş ve iki filmle birden ‘En İyi Animasyon Film’ Oscar’ına uzanmayı başarmıştı. Bu kez ‘kanlı canlı bir aksiyon’ yaratmış yetenekli sinemacı. Fakat aksiyonun ötesine geçmekte biraz zorlanmış sanki. Film gerçekten soluk kesen, zımba gibi, neredeyse kusursuz bir teknikle kotarılmış, adeta metronomla çekilmiş bir aksiyona, bambaşka bir tempoya sahip. Fakat olay örgüsü, öykünün ta kendisi yani; oldukça zayıf, hatta yüzeysel. Biçime, tekniğe verilen önem, biraz da öyküye verilseydi keşke diye geçiriyor insan, perdedeki şovu izlerken. Cruise’ın rol arkadaşları, geçen bölümde ekibe dahil olan en kıdemli yardımcı oyuncu Simon Pegg ve yeni eşlikçiler; Jeremy Renner, güzel aktris Paula Patton ve filmin kötü adamı rolünde çok yetenekli İskandinav oyuncu Michael Nyqvist… ‘Lost’ un yakışıklı oyuncusu Josh Holloway ve usta aktör Tom Wilkinson ise, pahalı ve gösterişli yapımın konuk oyuncuları. Gökdelen sahnesi, ‘bakılamayacak’ derecede heyecanlı. Avantürün olmazsa olmazı mizah dozu ise Simon Pegg’ten güç alıyor. Harekette bereket var elbette ama büyük bir boşluk kalıyor geriye salondan çıkar çıkmaz, baş döndüren eğlenceli seyirlikten…


 

Vizyonda bu hafta (23 Aralık 2016)
Beşi yerli, on filmlik kalabalık yeni vizyon, farklı beğenilere sesleniyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmayın. Herkese iyi seyirler.

 

ASSASSIN’S CREED
Fransız orijinli video oyun geliştiricisi ve yayımcısı Ubisoft şirketinin, piyasaya ilk kez 2007’de sürülmüş ve oldukça popüler hale gelmiş video oyunu ‘Assassin’s Creed’, aynı isimle yansımış beyazperdeye. Aksiyon-macera oyunu, fantastik soslu aynı türe ait bir film olarak, ‘Macbeth’ ile tanıdığımız Avustralyalı yönetmen Justin Kurzel’e emanet edilmiş. Oyunun içeriğinden kopmadan, epik tatlar içeren, tarih ve politikadan beslenen senaryoda başrolü usta aktör Michael Fassbender üstleniyor. Marion Cotillard ve Jeremy Irons, kadronun diğer yıldızları. Brendan Gleeson ve Charlotte Rampling’i de unutmayalım tabii. 2016’da genetik hafızayı ortaya çıkaran yeni bir teknoloji ile on beşinci yüzyıl İspanya’sına atası Aguilar’ın deneyimlerine tanık olan Cal Lynch, gizem yüklü bir grup olan suikastçiler soyundan geldiğini keşfeder. Yüzyıllar arasında gidip gelen aksiyonu yüksek macera, karanlık bir bakış ve atmosfer içeriyor. Merkezi Londra’daki bulunan Masonluk benzeri organizasyonla mücadeleye giren suikastçilerin öyküsü, orijinal oyunun baş döndüren grafik ruhuyla yansımış perdeye. Aynı adlı popüler oyunu bilmeyen ve hiç video oyunu oynamamış benim gibi ‘yaşlı’ sinema yazarlarının, teknik işçilik ve yaratılan atmosfer bakımından ilgisini çeken yapım, yönetmen Justin Kurzel’in erkek kardeşi müzisyen Jed Kurzel’in orijinal film müziğine de çok şey borçlu. Avustralyalı müzik grubu Mess Hall’un gitarist ve solisti olan Jed Kurzel, beyazperde için yaptığı bestelerle de tanınıyor. Teknik ekipten üç ismi daha; görüntü yönetmeni Adam Arkapaw, kurguyu imzalayan Christopher Tellefsen ve yapım tasarımcısı Andy Nicholson’u da alkışlamak gerek. Oyun kuşağından olmayan başka türlü oluş ve hassasiyetlerden sorumlu bir kalem olarak, şunu söylemek önemli: Gişe başarısına bağlı olarak, yeni bir aksiyon serisine dönüşüp dönüşmemesi meselesinden çok, perdedeki filmin duruşu ilgiye değer fazlasıyla. (3 /5) 

 

MEÇHUL KIZ
Dardenne biraderlerin, Cannes’de Altın Palmiye için yarışan son derece ‘duyarlı’ yeni filmleri, suçluluk duygusu ve vicdan meselesinin röntgeni. Aslında Dardenne’ler, röntgen değil, alışık olduğumuz üzere, detaylı bir ‘MR’ çekiyorlar yine. Jenny Davin, idealist bir doktordur. Hayatı, ettiği Hipokrat yemininin çerçevesinde geçen, kendini hastalara ve tıbba adamış genç kadın; mesleğini sınırlayan kurallar doğrultusunda bir klinikte çalışmakta ve muhitin alt-orta sınıf sakinlerine hizmet vermektedir. Yoğun geçen günün ardından, mesai saati bitiminde çalan kapıya bakmayan Dr. Jenny, ertesi gün kliniğe gelen polis sayesinde, gece kapısını çalanın, kaçak bir mülteci işçi olduğunu ve o gece öldüğünü öğrenir. Kapıyı açmadığı için, derin bir suçluluk hissi ve vicdan azabı duyan Jenny, hiç tanımadığı bu kadının ölümünü araştırmaya başlar. Dardenneler, ivmesini çırılçıplak gerçeklikten alan sinemalarına, yine bildik meselelerini, öykülerini yerleştirmişler. Bireyden, toplumun hemen her alanına uzanan katmanlı fakat son derece yalın ve gösterişsiz öykü, gücünü de bu noktadan alıyor zaten. Hayatın atardamarlarına karışan omuz kamerasının, belgesel gücündeki gerçekliği kavrayışı ve Avrupa’nın ortalık yerinde yaşanan trajediyi, izleyicinin vicdanına sorgulatması yine alkışı fazlasıyla hak ediyor. Fransız aktris Adèle Haenel’in gösterişsiz ama son derece güçlü performansına usta aktörler Jérémie Renier ve Olivier Gourmet aynı titizlik ve nüansla eşlik ediyorlar. Dardenne kardeşler iyi ki varlar ve iyi ki halen ‘aynı’ öyküleri anlatıyorlar diye geçiriyorsunuz içinizden, salonu; yüreğinize oturan tarifsiz bir hüzünle terk ederken. Yaşadığımız yerde asla suçluluk hissetmeyen yeni yetme ukala ve vicdansız küstahların, düşüncesiz ve  ‘şımarık’ varoluşları canınızı sıkıyorsa üstelik, izlenmemesi düşünülemez bile!   Sezonun en iyilerinden olan ‘Meçhul Kız’ı kesinlikle kaçırmayın! Vicdanınızı kontrol etmek için karşınıza çıkan ender fırsatlardan biri zira. (4,5 / 5)

 

FLORENCE
Efsanevi bir opera şarkıcısı olmak isteyen New York’lu zengin kadın Florence Foster Jenkins’in gerçek hikâyesi. Usta yönetmen Stephen Frears imzalı filmde, ‘Florence’i, ustaların ustalarından Meryl Streep, alışageldik mükemmellikte canlandırmış. Altın Küre’de Müzikal-Komedi dalında en iyi film dahil dört dalda Altın Küre adayı olan trajikomik biyografide, Hugh Grant, Simon Helberg ve Nina Arianda, diğer önemli rolleri üstleniyorlar. Özellikle Altın Küre’de adaylıkları olan Hugh Grant ve Simon Helberg, son derece nüanslı performanslarıyla, Streep’e adeta başarıyla kafa tutuyorlar! Sesi çok kötü olmasına rağmen, şarkı söylemeyi ve konserler vermeyi sürdüren Florence’in bu tuhaf cüreti, kadın için neredeyse ‘parçalanan’ eşi ve çevresindekiler tarafından tolere edilmeye çalışılmakta ama aşılan sınır, hemen her şeyi işin içinden çıkılmaz bir hale koymaktadır. Dünyanın en kötü şarkıcısının, son derece iyi niyetli bir insan olarak portresi, fonda yer alan savaş ortamı ve insan acımasızlığının ruh haritası ile öykülenmiş. Sesinin kötülüğüne ve olanca yeteneksizliğine rağmen, yüreğindeki heyecan ve tutkuyla şarkılar söyleyen kadının hazin hayat öyküsü, kuşkusuz bu özel karakterin yaşadığı dönemin kırılma noktalarıyla birleşince, daha başka, daha ciddi, daha derin bir meselelere yöneltiyor izleyiciyi. Oscar’a muhtemel aday olacak müthiş oyuncu performansları, üst düzey sanat yönetimi ile birleşince, keyifle izlenen bir film çıkmış ortaya. Gülümserken, hatta usulca gülerken elde değil kapkara bir elem kaplıyor yüreği. Yaşam, büyük harfli iddialar ve acımasız, sert yargılar için fazla kısa çünkü. (3,5 / 5)   

 

GİZLİ GÜZELLİK
New Yorklu başarılı reklamcının hayatı, yaşadığı büyük trajedinin ardından alt üst olur. İş arkadaşları, onu kendine getirmek için alışılmadık, tuhaf bir yola başvururlar. Will Smith, Edward Norton, Kate Winslet, Helen Mirren, Keira Knightley ve Michael Peña’nın oluşturduğu değerli oyuncu kadrosunu, ‘The Devil Wears Prada / Şeytan Marka Giyer’, ‘Marley & Me / Marley ve Ben’, ‘Hope Springs / Aşk Yeniden’ adlı sevimli ama orta karar filmlerin yönetmeni David Frankel yönetmiş. Duygu yüklü dram, yaklaşan Noel öncesi, barındırdığı her türlü acıya rağmen, yaşamın halen bir değer taşıdığının altını çiziyor.
Zaman zaman ağlatan, elem yüklü öykü, en kara anlarda bile yaşamın içine sokulmuş gizli güzelliğin peşinde olmamız gerektiği tavsiye ederken, kağıt mendilleri işlevsel hale sokuyor salonda. Yeri doldurulamaz bir kaybın ardından, kainata sorular soran karakterin, aşka, ölüme ve zamana yazdığı mektupların cevabını, çevresindeki insanlarla birlikte alacağı öykü, beklentileri yükseltmeden; ilgiyle izletiyor kendini pekala! (3 / 5)

Kanada yapımı sevimli animasyon ‘Snowtime! / Kartopu Savaşları’ ile yerli yapımlar; Tayfur Aydın’ın yazıp yönettiği ve başrolü Şebnem Hassanisoughi’nin üstlendiği ‘Siyah Karga’, Murat Boz, İrem Sak ve Yasemin Allen’ın rol aldıkları romantik komedi ‘Dönerse Senindir’, Kenan Kavut’un yazıp yönettiği dram ‘Kaçış’ ile ‘Hasret Bitti’ ve ‘Değiştir Bakalım’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese.
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar