Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

22 TEMMUZ 2011

21 Temmuz 2011 Perşembe 16:23
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta altı yeni film vizyona merhaba diyor. Tom Tykwer’ın Venedik’te Altın Aslan için yarışan filmi “3”, Polonyalı usta Jerzy Skolimowski’nin yeni filmi “Ölümüne Kaçış / Essential Killing” ve Miyazaki’nin ekibinden Hiromasa Yonebayashi’nin yönettiği müthiş anime “Aşırıcılar / Kari-gurashi no Arietti” notlarımız arasında. Diğer üç film ise izlenmedi. Aktör Dermot Mulroney’in ilk yönetmenlik denemesi “İyi Günde Kötü Günde / Love Wedding Marriage”, bir romantik komedi. Tomas Alfredson’un yönettiği 2008 tarihli İsveç filmi “Gir Kanıma / Låt den rätte komma in” ülkemiz dahil gösterime girdiği hemen her yerde çok sevilmiş, kült mertebesine ulaşmıştı. Matt Reeves imzalı yeniden çevirim “Kanıma Gir / Let Me In” bakalım orijinaline yaklaşabilecek mi? Bağımsız ruhlu leziz yapımlar “Ziyaretçi / The Visitor” ve “Hayatın İçinden / The Station Agent”ın yaratıcısı aktör-yönetmen Thomas McCarthy’nin yeni filminde başrolü usta aktör Paul Giamatti üstlenmiş. 22 Temmuz haftası, oldukça önemli anlayacağınız. Herkese iyi seyirler!

ÜÇ
Tom Tykwer’ın yeni filmi, sezonun heyecan verici sürprizlerinden biri. Edip Cansever dizeleri gibi oluşlar: ‘ Sevda bir ateş buldu sende, eğilip öptü seni. Artık kimse denizi bilmiyor. Dirseklerini masaya koyuşundan belli. Gelip geçen bir günü bitirmek istemediğin. Sevda bir umut buldu sende.’ Hanna ve Simon… Yirmi yıldır birlikte olan bir çift. Modern, olgun, kültürlü insanlar. Çocukları yok. İç sesleri, Berlin’in kozmopolit sesine karışıyor. Evi terk edip geri dönmeler, çocuk sahibi olma isteği, düşükler, hızla geçen zaman, varoluş kaygıları, soru işaretleri, hastalıklar, tümör, aile, ölüm ve hayat… Derken, bütün iç sesler kesiliyor. Birbirlerinden habersiz aynı erkeğe aşık oluyorlar; Adam’a. Adam’ın ‘o özel ten kokusu’ ilahi biçimde soru işaretlerini cevaplara dönüştürüyor. Her şey belirginleşiyor. Usta Alman Tykwer’ın Berlin’e önemli bir rol verdiği yeni filmi, üçlü bir aşk eşliğinde, varoluşa, hiçliğe, cinselliğe, anlam arayışa ve bilimin ışığında asıl olan ‘sevgiye’ değiniyor. Stanley Kubrick’in çoğu imgenin ‘abc’si sayılan “2001 A Space Odyssey / Uzay Macerası”na müziğinden yola çıkarak göndermeler yapan romantik dram, planları, biçimi, atmosferi ve Sophie Rois’un başı çektiği oyunculuklarıyla cesur, özel bir yapıt olarak kazınıyor belleğe.
(4 / 5)

ÖLÜMÜNE KAÇIŞ
Venedik’ten ‘Jüri Özel Ödülü’ ile dönen Politik dram, hüzünle anımsatıyor, yaşanacak yer olmaktan çıktığını dünyamızın. Hep rafine işlere imza atmış Polonyalı usta Jerzy Skolimowski yeni filminde, çölde ABD askerleri tarafından yakalanıp, sorgulanmak üzere Avrupa’ya, gizli bir üsse götürülürken, tesadüf eseri kaçarak, kendini adını bile bilmediği, karla kaplı bir ormanda bulan adamın öyküsünü anlatıyor. Koca bir ordu tarafından amansızca takip edilen adam, hayatta kalmak için hemen her şeyi yapmaya mecbur kalacaktır. Av ve avcı arasındaki ilkel mücadeleden, ‘ötekine’ karşı kurulan empatinin sınırlarına dek birçok meseleye değinen yapım, izleyiciyi bir ölüm-kalım yolculuğunun tam ortasına yerleştirip, netameli ve bembeyaz bir sessizlik içindeki çaresiz kaçışı izletiyor. Dünya düzeninde tamamen yalnız bırakılmış insanın çırpınışını… Başrolü üstlenen Vincent Gallo’nun, Venedik’ten ‘En İyi Aktör’ olarak ayrıldığını da not düşmek gerek. (3 / 5)

AŞIRICILAR
Günlerin savruk koşuşturması içinde, ‘asil’ uğraşlar yerine medarı maişet mecburiyetleri ve saçma sapan ayrıntılarla uğraştığımız için, “Aşırıcılar” ilaç gibi geldi derdimize. Her şeyden önce kendini önemsemeyen, bağırmayan bir film. Sinemanın yorucu patırtısı, özellikle Amerikan büyük stüdyo animasyonlarının caf caflı söz kalabalığı, mesaj kaygısı, vesairesinden uzakta soylu bir ürün... Küçük çocuğun, annesinin büyüdüğü eski aile evine gelişiyle tahta çitin kapısını açıp, görüp görmediği belirsiz nesneye yaklaşırken ki zarafeti karşısında zihne takılanlar… Küçük insanlar... Tahta boşlarda yaşayan nesli hızla tükenen canlılar... Romen felsefeci E.M. Cioran’ın “Burukluk” adlı denemelerinde söz ettiği gibi filmin özü: ‘Bütün kinlerimiz, kendimizin altında kalmış ve ona kavuşamamış olmamızdan gelir. Bu yaptıklarından dolayı ‘ötekiler’i hiçbir zaman affetmeyiz.’ İlk aşk, masumiyet, içi dolu anlamıyla ‘yoksunluk-garibanlık’, babalık, çocukluk-kızlık, annelik, ev sıcağı, sevgi, korku, haset, kin, böyle sakin mi anlatılır her zaman? Cevap, hayır. Bu denli ağırbaşlı bir bilgelik, vakur ve mağrur eda. DNA kodlamalarıyla alakalı bir tevazu ve ağırbaşlılık. Neyi nasıl anlattığını çok iyi bilen has bir sinema örneği, Miyazaki ustanın stüdyosundan çıkan iş. Öte yandan, sevgi-nefret-aidiyet üçgeni meselesi filmin siyasi yanı. Başkalaştırma, adlandırma, yabancılaşma... Sosyo-politik nüanslarıyla kalıcı bir yapım. Yüzyıllara direnen zarif bir biblo gibi... Film yine Cioran’ın o çok değerli sözlerindeki gibi biter. Bir tarafı kavuşmasız bir aşkın, yaşatıcı ve var edici umuduyla sarmalanmış olsa da: ‘Yine de daima severiz ve bu ‘yine de’, içinde bir sonsuzu barındırır.’ Film, sonsuza açılan sıcak bir pencereydi bir bakıma da... (5 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar