22 ŞUBAT 2013
Haftanın yeni film sayısı üç. İzleme şansı bulamadığımız, Reis Çelik imzalı “İnadına Film Çekmek” adlı belgesel tek kopya olarak giriyor vizyona. “Kelebeğin Rüyası” ve “Aşk Seansları” ise ayrıntılı olarak karşınızda! Bu haftanın iki filminde de, erken yaşta ölen şairler ve şiir öykülenmiş. Şiirsiz, dolayısıyla ‘anlamsız’ kaldığımız günümüzde, meseleye önem göstermenin tam zamanı! Bu arada, içinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ çok iyi bakmanızı bilmem kaçıncı kere hatırlatmaya gerek yok sanırım. Sokağın tıka basa sinemadan çıkmayanlarla, hatta bir kere bile sinemaya girmemiş olanlarla dolu olduğunu biliyorken! Herkese iyi seyirler…
KELEBEĞİN RÜYASI
Şiirin, dolayısıyla ‘anlamın’ kaybolduğu günlerde yaşıyoruz. Bu yüzden ilaç gibi geldi film bünyeye öncelikle! Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur… Şiirimizin genç yaşta kaybettiğimiz önemli adları. İkisi de şair. İkinci Dünya Savaşı sırasında Zonguldak’ta kesişir yolları. İki iyi arkadaşın şiirlerini aşk ve ölüm kuşatacaktır. İki gencin, o dönem Zonguldak’ta öğretmenlik yapan usta şair Behçet Necatigil’in dostluğu ve tanıklığında süren yaşamları, gencecik yaşta yakalandıkları Verem hastalığı sebebiyle son bulur. Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği film, garip akımından etkilenen ve o akım içinde şiirler yazma gayretinde olan iki genç insanın, fonda memleket şartlarının, şiirin, aşkın, hayatın ve ölümün öyküsü. Gerçek karakterlerin, hastalık, yoksulluk, çaresizlik içinde, şiire sarılışlarının ve olanca imkânsızlık, adaletsizlik içinde hayatı sevebilme, aşka tadabilme uğraşlarının öyküsü, son derece hüzünlü. Orhan Veli’nin enfes dizeleri gibi adeta; ‘saadetinden geçtik, gün ışığındaki hissemize razıydık’ diyen iki genç şair; Muzaffer Tayyip Uslu (1922-1946) ve Rüştü Onur (1920-1942)… 1941’de Zonguldak’tayız. İkinci Dünya Savaşı’nın yoksunlukla örülü, zorlu, yoksul atmosferi içinde, yirmili yaşların hemen başında iki gençle tanışıyoruz. O dönemde çıkan mükellefiyet kanunu gereği, Zonguldak ve çevresinde, yaşları 15 ile 65 yaş arasındaki erkekler, madenlerde çalışmakla yükümlü. İki şair, dönemin illet hastalığı vereme yakalanmış oldukları için, yer üstünde memurluk yapıyorlar. En büyük düşleri ise, şiirlerinin Varlık dergisinde yayımlanması. O sırada Zonguldak Çelikel Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapan Behçet Necatigil, iki dostu anlayan, destekleyen, kollayan bir dost ve baba vazifesi görüyor. Şehrin zenginlerinden Zikri beyin kızı Suzan’ı görüp büyüleniyor iki şair. Birer şiir yazmaya karar veriyorlar, imzasız. Suzan, kimin şiirini beğenirse diğeri aradan çekilmeyi ve ‘olmayan altınlarını’ dostuna vermeyi taahhüt ediyor.
Böyle naif ve romantik bir öykü çekmiş işte Yılmaz Erdoğan. İncir çekirdeğini doldurmayan tuvalet komedilerinin, bel altı basitliklerle dolu ticari yapımların fink attığı günümüzde, soylu bir çaba özet olarak.
Ne güzel sahneler var filmde. O ölçüde duygusal. Arkadaşına, düğününde takılan paraları verirken, ‘koş, sevdiğine git’ diyen dost. O paraların, büyük yoksulluk ve yoksunluk içinde, hayatla ve ölümle boğuşan arkadaşı için ne denli önemli olduğunu bilen ötekisinin, dostunun teklifini kibarca reddi. İnce yanlarından filmin. Yapım tasarımı üst düzey projenin. Gerek, Hakan Yarkın imzalı sanat yönetimi, gerekse Gökhan Tiryaki imzalı görüntü yönetimi tek kelimeyle müthiş. ‘Muzaffer Tayyip Uslu’yu Kıvanç Tatlıtuğ, ‘Rüştü Onur’u ise Mert Fırat canlandırmış. Yılmaz Erdoğan, Behçet Necatigil rolüne yakışmış. Belçim Bilgin, Farah Zeynep Abdullah, Ahmet Mümtaz Taylan ve Taner Birsel, filmin diğer oyuncuları. Özellikle Kıvanç Tatlıtuğ için bir şeyler söylemek gerek. Kendisini TV dizilerinden tanımayan – dizi izlemediğim için – biri olarak çok şaşırdığımı, beyazperde performansının çok iyi olduğunu söylemem gerek. Filmin diğer iki ana karakterinden ayrılıyor kolaylıkla. Kadronun en pırıltılı ismi o! Sinemamızda uzun süredir eksikliğini çektiğimiz türde bir oyuncu.
‘Aşk, en güzel bahanesidir şiirin’ diyen iki genç şair. Yanı başlarındaki ölüme inat aşkı ve yaşamı onurlandırmakla ilgililer. Şiire, dönemin moda akımı ‘garip’e inanıyorlar. Şiir, sahipsizse güzeldir diyor bir ara ‘hocaları’ Behçet Necatigil onlara. ‘Şiir, hayata bahanedir’ diyor Rüştü Onur.
Gaz lambası ışığında, lanet olası verem hastalığının kanlı öksürüğünde, imkânsızlıklar içinde şiir yazma ve şiiri yaşama uğraşındalar. ‘Takma kafana Muzaffer, sen kendi savaşını ver’ diyor Necatigil, Muzaffer Tayyip Uslu’ya, Japonya’nın Amerika’yı bombalayıp, savaşın Avrupa’dan, bütün dünyaya yayıldığı zamanlarda.
Belki de, bu enfes dizeden uzaklaşıp, fazlasıyla melodrama bulaşması tek zayıf yanı öykünün. Biraz daha incelikli olsaymış oluşlar. Şiire daha uygun olarak, daha açıklamasız, daha içsel… Ama bu derece naif, duygu yüklü ve ‘hakiki’ bir işin zayıf yanlarına değinmek doğru değil. Ticari sinemada, ülkemizde pek yapılmayan bir işi başarmış Yılmaz Erdoğan. Bu sinemanın, kaliteli yapılabileceğini de göstermiş. Seviye ve sanat kaygısı gütmüş işinde. Şiir yazan biri olarak, bir görev addetmiş sanırım kendine, bu iki yitik şairin öyküsünü perdeye aktarmayı. Sadece bunun için bile bravo Yılmaz Erdoğan’a. Duygular geçiyor, perdeden izleyiciye son tahlilde. Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur’un kendi dizeleriyle koyalım noktayı.
“Diyecekler ki arkamdan / ben öldükten sonra / o, yalnız şiir yazardı / ve yağmurlu gecelerde / elleri cebinde gezerdi / yazık diyecek / hatıra defterimi okuyan / ne talihsiz adammış / imanı gevremiş parasızlıktan” Muzaffer Tayyip Uslu – Öldükten Sonra.
“Anam / ben topaç çevirirken sokakta / benim güzel oğlum / paşa olacak derdi / halbuki ben hâlâ / topaç çeviriyorum sokakta.” Rüştü Onur – İtiraf
Şiirin tamamen hiçe sayıldığı, dışarıyı boğucu bir bayağılık ve sıradanlığın doldurduğu günümüzde, ‘değerli’ olana sahip çıkmak için bir fırsat. Aynısını bir de şöyle söyleyelim; şiirin, dolayısıyla ‘anlamın’ yok olduğu günümüzde, değerli bir çaba “Kelebeğin Rüyası”. Şairlerin erken ölümü kadar erkeni yok belki de! (3,5 / 5)
AŞK SEANSLARI
Hayatının neredeyse tamamını yapay bir solunum cihazına bağlı olarak, demir bir tankın içinde geçiren Mark O’Brien, 38 yaşındayken, bekaretinden kurtulma kararı alır. Rahip dostunun da desteğiyle, son derece profesyonel bir seks terapisti ile iletişime geçer.
49 yaşında hayata veda eden, çocukluğunda geçirdiği çocuk felci sonucu, beden engelli olarak yaşamak zorunda kalan şair, yazar ve gazeteci Mark O’Brien’in seks terapistiyle yaşadığı deneyimleri anlattığı kendi makalesinden yola çıkılarak yazılmış filmin senaristi ve yönetmeni; TV kariyeri ile tanınan tecrübeli isim Ben Lewin. Başrolü üstlenen, bin bir surat John Hawkes’e, tecrübeli isimler Helen Hunt ve William H. Macy eşlik etmişler. Elli yaşındaki Hunt’ın, gençlere nazire yaparcasına sergilediği çıplaklığı, Oscar adaylığının tek nedeni değil elbette. Yetenekli aktris, gerçekten çok gerçek, güçlü ve içli bir kompozisyon çiziyor, en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar için yarıştığı romantik dramda. Mark O’Brien’in meşakkatli hayat öyküsünün, 1997’de Oscar kazanan “Breathing Lessons: The Life and Work of Mark O’Brien” adlı kısa belgesele konu olduğunu da not düşelim. Sundance’ta kazandığı seyirci ödülüne birçok ödül daha ekleyen ve hissiyata önem veren film, asıl engellerin bedende değil, kafada olduğunu ispatlarken, yaşamda ‘engel’ denen oluştan söz edilemeyeceğinin altını çiziyor. Sevgi, inat, akıl, direnç ve hisle hemen her türlü engeli yok edebileceğimiz üzerine zeki ve dürüst bir anlatı orijinal adıyla “The Sessions”. Son derece doğal, romantik ve insancıl aynı zamanda! (3,5 / 5)
MURAT ERŞAHİN