22 NİSAN 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Angst essen Seele auf / Korku Ruhu Kemirir
(Yönetmen: Rainer Werner Fassbinder / 1974)
Les enfants du paradis / Cennetin Çocukları
(Yönetmen: Marcel Carné / 1945)
La bête humaine / Hayvanlaşan İnsan
(Yönetmen: Jean Renoir / 1938)
À nous la liberté / Hürriyete Can Feda
(Yönetmen: René Clair / 1931)
Love Me Tonight
(Yönetmen: Rouben Mamoulian / 1932)
Vizyonda bu hafta (22 Nisan 2022)
41. İstanbul Film Festivali’ne denk geldi son iki hafta… Festival sebebiyle çok az filme basın gösterimi düzenlendi.
1982’de ilki düzenlenen ve altı filmle başlayan Uluslararası İstanbul Sinema Günleri’nden bu güne uzanan yol... 1985 yılında ilk Altın Lale Michael Radford'un ‘1984’üne gidiyordu. Ulusal Yarışma da ise Atıf Yılmaz’ın ‘Bir Yudum Sevgi’sine... Yağmur altında bilet kuyruğuna girdiğimiz gençlik yılları... AKM gişesi... Beyoğlu... O güzelim salonlar... Onat Kutlar, Mengü Ertel, Şakir bey, Hülya hanım, Ali Sönmez... Duayenler, Vecdi Sayar, Atilla Dorsay... Eski festival emekçileri, Hikmet abimiz... Emek çıkışları Han’da içilen çaylar... Eski dostlar, hep birlikte yürüdüklerimiz sonra... İlk kez karşılaştığımız, yakından gördüğümüz dev ‘auteur’ler... Şaşkınlıklar, heyecanlar, ifadesi imkânsız duygular... Bizim nesli şekillendiren, büyüten festivalimiz... Murat Özer’im, kardeşimiz... O olmadan tadı çıkmıyor hiçbir şeyin... Bu yıl, tarifsiz buruk, hüzün dolu ve yalnızdık...
Her sene yaptığım gibi bir son not bırakmam gerek yine de...
41. İstanbul Film Festivali'nde izlediklerim arasında en çok beğendiğim filmler:
Vortex (Gaspar Noé)
Günbatımı (Michel Franco)
Alcarras (Carla Simon)
Aşk, Mark ve Ölüm (Cem Kaya)
Peter Von Kant (François Ozon)
Garip Ama Gerçek (Quentin Dupieux)
Flux Gourmet (Peter Strickland)
Marx Beklesin (Marco Bellocchio)
Hayat Üzerine Bir Film (Dovile Sarutyte)
Kerr (Tayfun Pirselimoğlu)
Ela ile Hilmi ve Ali (Ziya Demirel)
Çilingir Sofrası (Ali Kemal Güven)
Bu girişten sonra yeni haftaya bakalım her zamanki gibi!
Dördü yerli yapım olmak üzere toplam dokuz yeni filme ev sahipliği yapıyor 22 Nisan haftası!
KERR
-Yabancılaşma, sıkışmışlık ve hal-i pürmelaller üzerine-
‘Kerr’, ne yapsa, ne çekse, ne çizse, ne yazsa çok sevip, beğendiğim Tayfun Pirselimoğlu’nun kendi romanından uyarladığı kafkaesk dramı. Can adlı adam, yıllar sonra, babasının cenazesi için döndüğü kasabada hunharca bir cinayete tanıklık ediyor. Ondan sonra fena… Ayrılamıyor bir türlü oradan. Olağanüstü halin hüküm sürdüğü, sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, itlaf ekiplerinin sokaklarda turladığı garip ve ürkütücü günlerde kapkara bir varoluş çılgınlığı… Tuhaf mekânlar arasında salınan ‘izole’ bir araf ruhu! Resmi devlet binaları, virane, netameli bir pansiyon, gerçeküstünün sahici bir ‘anlamsızlıkla’ yoğrulduğu pavyon; çaresizlik, yoksunluk, çıkışsızlık ve sessiz çığlıklar… Bilinçli bir donukluk haliyle sona geldiğimiz yerden, karanlık ve zarif bir memleket/dünya alegorisi. Bilge bir çılgınlıkla buluşan insan zavallılığı…
Çok iyi planlanmış yapım tasarımı, Andreas Sinanos’un görüntü yönetimi, Ali Aga’nın ritmik kurgusu, Natali Yeres’in titiz sanat yönetimi; sıkı senaryo ve usta yönetmenliğe eşlik ediyor. Erdem Şenocak ve Jale Arıkan çok çok iyiler. Rıza Akın’ın ‘oralı olmayan, sakin’ katil tiplemesi ‘müthiş’! Sezonun en olgun, bilinçli ve sinema vaat eden yerli filmi şu ana dek Pirselimoğlu’nun yedinci uzun metraj kurmacası. Asap bozucu kara bir mizahın yüze yayılan gülümsemesi, avcunun içi terleyen insan acemiliği ve umutsuzluğuyla izliyorsunuz yine perdedekileri.
Varoluş, gerçeküstü, karanlık, sınırsız ve tekrarlanan bir muamma hali değilse nedir ki? Filmin, Cüneyt Cebenoyan’ın anısına ithaf edilmesi ise son derece incelikli ve kadirşinas bir nüans bu arada. Bilinçli tasarlanmış distopik atmosfer, mesele ve duyulara hizmet eder biçimde çok makul ve yerinde yaratılmış. Fazlalıktan arınmış, yalın, vurucu, usta işi bir film daha Pirselimoğlu sinemasından! Günümüze bir de buradan bakalım! Yazdıklarıyla, çizdikleriyle, perdeye yansıttıklarıyla, çağımızın gerçek sanatçılarından birine sahip olmak az şey değil! Son dönemde ülkemiz sineması adına üretilen ‘saygın’ işlerden biri olan ‘Kerr’i ıskalamayın sakın! (4 / 5)
NOT: Yazı yazıldıktan hemen sonra 41. İstanbul Film Festivali Ulusal Film Yarışması sonuçları belli oldu. Artık tecrübem ve yaşım gereği, hemen her jürinin biraz tuzak ve bana uzak olduğunu bilsem ve üstelik hiçbir neticeye şaşırmasam da, festivalden ‘En İyi Yönetmen’ ve ‘En İyi Sanat Yönetmeni’ ödülleri ile ayrılan ‘Kerr’in, ‘En İyi Film’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ve ‘En İyi Kurgu’ ödüllerini de elde etmesi gerektiğini düşündüğümü belirtmek isterim! Yarışma seçkisinin geneline hakim olduğum için genel görünüme bakarak böyle bir yorum yapabileceğimi düşündüm naçizane. Affola!
GÜNBATIMI
-Kapitalist ahlakın röntgeni-
Meksika’da, Acapulco güneşi altında batılı zenginlerin korunaklı ve son derece lüks içinde yaz tatillerini geçirdikleri bir merkezde açılıyor film… Son derece varlıklı bir ailenin bireylerini tanıyoruz. Britanya’nın et kesim ve dağıtım kralı olan, mezbaha sahibi ailesi. Kesilen domuzlar, büyük ve küçükbaş hayvanlar üzerinden batının en önemli et tedarikçilerinden olmuşlar zamanlar! İşlerin başında olan hırslı iş insanı Alice Bennett, gelecek kuşağın patronları olan biri kız, diğeri erkek iki veliaht ve Alice’in düşünceli, bıkkın ve mutsuz görünen erkek kardeşi Neil! Aldıkları ani bir trajik haber, görünürde huzurlu gözüken tatillerini yarıda kesip, ülkelerine dönmelerine sebep oluyor ancak Neil, havalimanındaki kontrol sırasında pasaportunu otelde unuttuğunu söyleyip, diğerlerine bir süreliğine veda edip, Meksika’da kalıyor. İlk yaptığı şeyse lüks tatil köyünü terk edip, ucuz, virane bir motele yerleşmek oluyor. Yerel bir hediyelik eşya dükkânında çalışan Berenice ile yakınlaşan Neil’ın, geriye dönmeyi asla düşünmediğini fark ediyoruz ve…
Kimse ve hiçbir şey göründüğü gibi değil oysa! Kişisel gerginlikler, hesaplar, gerçekler ve acımasız kurallarıyla vahşi ve gözü dönmüş kapitalist ahlakın röntgeni duruyor perdede! Meksikalı ‘yaman’ auteur Michel Franco, yazıp yönettiği yedinci uzun metrajında elindeki bıçağı yüreğimize aniden sokup içerde çeviriyor! Kendisinden beklediğimizi yapıyor yine. İtinayla, son derece yalın bir titizlik ve dikkatle! Küçük insanın ömrü, ahlaksız ve zorba kapitalist bakış, onun etiği, mecburiyetler, isyan, devam etmeme hürriyeti, gelir eşitsizliği, toplumsal huzursuzluk, dünyayı farklı biçimlerde tehdit eden terör, insan olmanın minimum şartları ve hemen her şeyiyle ‘sözde’ batı medeniyetine bilinçli bir saldırı!
Franco, başucu oyuncusu usta aktör Tim Roth’u mükemmel işlemiş yine! Charlotte Gainsbourgh, tecrübeli aktör Henry Goodman ve Iazua Larios, oyuncu kadrosunun diğer önemli isimleri. Metni, rejisi ve teknik detaylarıyla son dönemin öne çıkan filmlerinden kuşku yok ki ‘Günbatımı’! Kapitalist güvenlik kuralları, kanlı ve günahkâr aile mirası, öğretilmiş genetik zorunluluklar, atılan imzalar, sözde hukuk, kalemler, imzalar, yine imzalar, kağıtlar, nüshalar, kalemler ve sadece yaşamak için çarpan masum, ufak insan yüreği. Kirletilmemiş ne kalmış olabilir koca bir çöplükte? (4,5 / 5)
KUZEYLİ
-İçine Shakespeare kaçmış İskandinav mitleri-
Bir New England halk öyküsü/masalı olarak anılan ‘The Witch’ ve ‘The Lighthouse’ adlı iki ilgi çekici uzun metrajıyla dikkatleri üzerinde toplayan, iddialı işlerin yaman ismi Robert Eggers’in merakla beklenen üçüncü uzun metrajı ‘The Northman / Kuzeyli’ karşımızda!
Bu kez atılan taş ürkütülen kurbağaya değmemiş! ‘Hamlet’ çıkışlı öykü, Viking mitlerinden ve İskandinav mitolojisinden çeşnilenmiş! Epik trajedya, içerik olarak sallanıyor! Yapım tasarımı, tekniği, genel olarak biçimi, plastiği üst düzey olan yapımın hikâyesi ‘peki ama bu mudur yani’ dedirtecek cinsten! M.S. 895 yılındayız. Genç Viking prensi Amleth’in babası kral Aurvandil, erkek kardeşi Fjölnir tarafından vahşice öldürülür. Krallıktan kayıkla zar zor kaçan Amleth, amcasını öldürüp, intikamını alacağına yemin eder ve yıllar sonra, acımasız bir savaşçı olarak köle bir Slav olan Olga’nın da yardımıyla harekete geçer!
Stüdyo’nun da baskısıyla, Eggers’in planladığından daha fazla aksiyona evrilerek, kanlı ve sert sahnelerle perdeye yansıdığını düşündüğüm yapımın fazlaca bulaştığı fantastik durum, büyüler ve cadılarla çok haşır neşir olmuş! Gerçeklik ve olayların gidişatı, bir karada bir havada… ‘Şu an’ gerçekliği, birçok fantastik ögenin etkisiyle uçucu hale gelmiş! Başrolü üstlenen Alexander Skarsgård’a, estetik çılgınlığında tanınmaz hale gelmiş, duygu ve mimiklerini izlemekte zorlandığımız Nicole Kidman, Anya Taylor-Joy, TV dizisinde ‘Dracula’ olarak izlediğimiz Danimarkalı aktör Claes Bang, Ethan Hawke ve Willem Dafoe eşlik ediyorlar. Olwen Fouéré, Björk, İzlandalı Ingvar Sigurdsson ve Ralph Ineson’u da unutmadan ekleyelim! Zengin ve çok kaliteli oyuncu kadrosu üstüne düşeni, yapmış! Senaryo ve öykü Robert Eggers ile birlikte İzlandalı senarist-müzisyen Sjón tarafından kaleme alınmış. Eggers’in önceki filmlerinde de birlikte çalıştığı Oscar adayı görüntü yönetmeni Jarin Blaschke dahil bütün teknik ekip birinci sınıf iş çıkarmışlar.
Karanlık halk hikâyeleri, gizemli tarihsel durumlar, mitler, mitoloji filan derken Shakespeare hiç yaşamamış olsaydı ne olacaktı halimiz durumuna geliyor film bir müddet sonra! Şıklık, iddia ve kibir kokan, Eggers’in ilk iki filminin hayli gerisinde fakat kendini biçimiyle izlettiren bir seyirlik oluyor ‘Kuzeyli’! Estetik pekiyi, içerik geçer! (3 / 5)
Haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
ABD-Fransa- Beyaz Rusya-Kazakistan ortak yapımı savaş aksiyonu ‘Ave Marie / Cehennem Öfkesi: Ave Marie’, Jesse V. Johnson imzası taşıyor. Kendi vatandaşları tarafından hain damgası yiyen Fransız Marie Dujardin zor durumdadır. Ona yardım eli uzatacak Amerikan askerleri, kurtarılması karşılığında bir şart koşar! Marie onları yerini bildiği altın zulasına götürmelidir.
Finlandiya-İsveç ortak yapımı korku filmi ‘Pahanhautoja / Kuluçka’, Hanna Bergholm tarafından yönetilmiş. Hırslı ve takıntılı annesini tatmin etmek için umutsuzca çabalayan genç bir kız, ormanda tuhaf bir yumurta bulur. Yumurtayı sıcak tutarak, çatlayana kadar odasında saklar ancak yumurtanın içinden çıkan şey ailenin hayatını etkileyecektir!
Theodore Ty ve Laurent Zeitoun ikilisinin yönettikleri özellikle küçük izleyiciye seslenen animasyon Fransa ve Kanada ortak yapımı! ‘Fireheart / Cesur İtfaiyeci’, babası gibi kahraman bir itfaiyeci olmanın hayalini kuran genç Georgia’nın bu hayallerinin peşinden gitmesini konu ediniyor.
Gürsel Ateş imzalı komedi ‘Nuh’un Gemisi Cudi’de 2’, Şırnak’taki belediye seçimleri etrafında gelişen olayları izlerken, diğer yandan iki aşığın kavuşma çabasını tanık oluyoruz. Başrolde Metin Yıldız yer alıyor.
‘Hüddam’ın Soyu: Marid Cinleri’, Mert Uzunmehmet’in yazıp yönettiği bir korku-gerilim! Bir dans öğretmeni olan Hakan’ın, ailesinden miras kalan eski bir vazoda Marid kabilesinden bir cinin mühürlendiğini öğrenmesiyle gelişen ürkütücü olaylar…
Küçük yaştaki izleyiciyi hedef alan fantastik öykü ‘Sihirli Orman: Peri Kraliçesi’, Sahavet Ahsen Kaçulu tarafından yazılıp yönetilmiş! Yanlışlıkla girdikleri ormandan çıkabilmek için Kraliçe Peri’yi kurtarmak zorunda olan bir grup arkadaşın öyküsü!
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (22 Nisan 2011)
Bu hafta vizyon kalabalık. Tam dokuz yeni film merhaba diyor. Liam Neeson ve Diane Kruger’i bir araya getiren aksiyonu bol gerilim ‘Kimliksiz’, festival telaşından ön gösterimini kaçırdığımız tek filmdi. Haftanın diğer yapımları notlarımız arasında. İyi seyirler!
MUTLULUĞUN PEŞİNDE
‘Hedwig ve Kızgın Çıkıntısı’, ‘Shortbus’ filmleriyle tanıdığımız John Cameron Mitchell’in yeni filmi, yürek söken bir dram. Yönetmen, önceki cinsellik içeren eksantrik filmlerinden bir hayli farklı bir öykü işlemiş bu kez. Başrolü Aaron Eckhart ile paylaşan Nicole Kidman’ı ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar adayı yapan yapım, David Lindsay-Abaire’in Pulitzer ödüllü sahne oyunundan yine Abaire tarafından perdeye uyarlanmış. Usta aktris Dianne West, Sandra Oh ve genç aktör Miles Teller, filmin öne çıkan diğer isimleri. Beklenmedik bir kaybın, çocuklarının acısıyla baş etmeye çalışan anne ve babanın ruh haritaları izlediğimiz. Kadın ve erkeğin, melodram tuzağına düşmeden önümüze serilen acıyla baş etme yöntemleri klişeye düşmeden işleniyor. Yeniden başlama ve mutlu olma adına, inanç, gündelik yaşamın anlamı, gerçekler ve devam etme zorunluluğunu, ortak bir acının paydasında buluşmuş birbirini seven iki insanın penceresinden öykülerken, çevredeki insanların sorumluluk ve acıyı paylaşım hislerini abartısız biçimde gözler önüne seriyor ‘Rabbit Hole’. Başımıza ne zaman ne geleceği belli olmayan, yürek nasırlaştıran acı bir dünyada karşılaştığımız en kötü tesadüflere göstereceğimiz tavrın kökenlerine göz gezdiren film, ilk kez izleyiciyle buluştuğu 30. İstanbul Film Festivali’nin ardından vizyonda.
DAHA İYİ BİR DÜNYADA
‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar ve Altın Küre’yi güçlü rakiplerinin elinden kapmayı başaran Danimarka yapımını, ‘Düğünden Sonra’, ‘Kardeşler’ ve ‘Açık Kalpler’ gibi filmlerle tanıdığımız Susanna Bier yönetmiş. İki okul arkadaşı, Danimarka’da yaşayan iki ailenin yollarını kesiştirir. Dünya ağzına kadar, tepeleme acıyla doludur ve şiddet her yerdedir. Bunu biliriz, ama şiddete şiddetle karşılık verip vermemek, insan kalıp kalmamak; bundadır bütün mesele. İster Afrika’da olsun, ister Avrupa’nın göbeğinde, insana ait olan kötücül tarafa karşı durulması gerekir. Başa gelen talihsizlikler, ölümler, bizleri yalnızlığın soğuk kucağına, adlandırılması zor kırılganlıklara, öfkeye ve suskun bir hüzne sürüklese de, doğru olanı seçmektir zor olanı. Kolay olan, felaket getirir yalnızca… Dünyanın yürek enfaktı haksızlıklarına tanık olmak, bütün inançların, dinlerin, politikanın, kuralların üzerinde bir ‘doğru’ ve ‘olgunluk şekli’ koyar insanın önüne. Festival izleyicisinin yakından tanıdığı İsveçli Mikael Persbrandt ve Danimarkalı Ulrich Thomsen’in usta performanslarına Danimarkalı bir başka usta aktris Trine Dyrholm eşlik ediyor. Salondan ‘bir tuhaf’ ayrılacaksınız.
Vizyonda bu hafta (22 Nisan 2016)
Çok kalabalık yeni bir haftaya merhaba diyoruz. Vizyonda tam on iki yeni film var. Bunlardan sekiz tanesi yerli yapım. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
KOR
Zeki Demirkubuz’un on birinci uzun metrajı, galasını, Altın Lale Uluslararası Yarışma bölümünde yapmıştı. Yönetmenin, 1998’de senaryosunu yazmaya başladığı dramı, bildik Demirkubuz sinemasının ana motiflerini içeriyor. Zeki Demirkubuz ne çekse izleyen ve beğenen biri olarak, ‘Kor’, bir miktar uzun ve kendi içinde; bir parça tekrara dayalı geldi bana. En son söylenecek olanı başta söyleyelim, 145 dakikalık süre, öykünün yoğunluğu açısından fazla uzun. Başrollerini Taner Birsel, Aslıhan Gürbüz ve Caner Cindrouk’un paylaştıkları filmde, İştar Gökseven ve Çağlar Çorumlu da yer alıyorlar. Cemal, iş hayatında yaşadığı sıkıntıların ardından Romanya’ya gider ve orada tutuklanır. Acilen ameliyat olması gereken hasta çocuğu ile bir başına kalan eşi Emine, dışarıdan el işi aldığı atölyede, eski patronu Ziya ile karşılaşır. Bir zamanlar Emine’den çok hoşlanan ve Cemal’in düşmanca bir kin beslediği Ziya, kadının ve çocuğun muhtaç durumuna kayıtsız kalmaz. Çocuğu ameliyat ettirir ve duygularını Emine’ye açar. Cemal, Romanya’dan geri döndüğünde açığa çıkan sırlar, kıskançlık, nefret ve sevgi gibi karmakarışık duyguların yaşanmasına yol açacaktır. Belli bir çıtanın üzerinde tabi ki Demirkubuz’un yeni filmi ama ‘Masumiyet’e, ‘Kader’e oranla sarsmıyor bizi, usta sinemacının, yürek cebinde kala kalan diğer eski filmleri gibi. Üç ana karakter de netameli, kapkara ruh coğrafyalarında iyi çizilmiş. Alışkanlıklarına teslim olan küçük sıradan insan, söyleyememek, yapamamak, sınıf, öfke, kin, nefret, konformizm, kompleksler, vicdan, tutku, hayat ve ölüm… Yüzleşmek ve ötelemek, devam etmek, şuursuz, zaaf yüklü alışkanlıklar arasında kararsız kalan küçük insanın trajedisi. Yine hakiki, yine sarsıcı, yine kızgın, yine karanlık tabii. (3 / 5)
SAKLI
Selim Evci, ‘İki Çizgi’ ve ‘Rüzgarlar’ın ardından üçüncü uzun metrajında, yönetmen ve senarist olarak olgunlaştığının kanıtını sunmuş. Ayakları daha fazla yere basan, daha hakim olduğu bir filmle, ‘Saklı’yla karşımızda. Birbirinden farklı sosyo ekonomik sınıflardan iki aile. Herkesin bir saklısı var. Vakur, saygın, olgun kişiliği ile toplumda saygı gören, özellikle geçmişin ünlü müzisyeni Mahir bey ve kızının arkadaşı olan gencecik Duru’nun gizli ilişkisi. Duru’nun, orta sınıf mensubu, ataerkil, muhafazakâr, despot, ahlakçı ama riyakâr, günün değer yargılarına uygun yaşayan babası Ali beyin de saklı bir hayatı var. Yalanlar ve saklanan sırlarla süren gündelik yaşam, her duygunun üzerinde, sert ve acı bir gerçekliğe sahip. Gelenekler arasında sıkışmış küçük insan yüreği, erkek egemen toplum düzeni, kendimize bile inandırdığımız yalanlar, gizli, saklı sırlarımız, toplumsal baskı, sınıflar, duygular, kötülük, iyilik ve insan doğası… Settar Tanrıöğen, Türkü Turan ve İlhan Şeşen, başlıca rolleri paylaşıyorlar. Orijinal müziğe imza atan isimse Cengiz Onural. Galasını, 52. Uluslararası Antalya Film Festivali bünyesinde yapan dram, FİLMYÖN’ün en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı. (3 / 5)
KRAL İÇİN HOLOGRAM
Usta Alman sinemacı Tom Tykwer’ın, ABD-Almanya-İngiltere-Fransa ortak yapımı yeni filmi, hüzün yüklü bir dram. Çok başarılı bir iş adamı olmayan satıcı Alan Clay, Suudi Arabistan’a bir hologram satışı için gider. Kötü giden özel yaşamı yanında, çok sevdiği kızına yüksek öğrenim parası sağlamak için, çölün yabancı duyarsızlığında ve tamamen uzak olduğu bir kültürde ayakta kalmaya çalışır. Çölde geçen bir varoluş yolculuğu da denilebilir Tykwer’ın filmi için. Usta aktör Tom Hanks’in başrolde olduğu film, Dave Eggers’ın romanından, yine Tykwer tarafından uyarlanmış perdeye. ‘Burgonya Dükü’nden tanıdık Danimarkalı aktris Sidse Babett Knudsen, Hint asıllı İngiliz aktris Sarita Choudhury ve bir diğer usta isim Tom Skerritt, Hanks’e eşlik ediyorlar. İçli içli gülümseten kara mizahı ve insanı sıfırlayan düzen eleştirisinin ötesinde, yeni bir başlangıcın bizi nerede karşılayacağı belli olmaz söylemiyle keyifli bir seyirlik Tykwer’ın filmi. Fala tanıdık oluşlar ve kavramlar var filmde. Charlie Kaufman ve Duke Johnson imzalı zeki animasyon ‘Anomalisa’nın kurmaca hali gibi öte yandan. Sosyokültürel farklılıklara vurgu yapan değinmelerini bir yana bırakırsak, yeni bir ‘Satıcının Ölümü’ belki de. İlgiyle izletiyor kendini. (3 / 5)
AVCI: KIŞ SAVAŞI
Haziran 2012 tarihinde vizyona giren ‘Snow White and the Huntsman / Pamuk Prenses ve Avcı’ filmi eleştirisini şu cümlelerle noktalamışız: ‘Masalı farklı bir hale sokup, ‘Yüzüklerin Efendisi’ tadında, tempolu bir fantastik avantür yaratılmaya çalışılmış. Bu gayret, içerik anlamında sınıfı geçemiyor ama perdeye yansıyan zengin görsellik ve filmin dokusu ‘olmuş’! İzlenen, hoşça vakit durumunu aşıp, belirli bir tatmin yaratıyor bünyede! Adı, ‘Pamuk Prenses ve Avcı’ olan bir film, eğer malum bildik hikâyeyi işliyorsa; daha fazla ne beklenebilir ki? Kötü değil yani!’ Evet… Bir seriye dönüşen fantastik macera, ikinci bölümü olan ‘The Huntsman: Winter’s War / Avcı Kış Savaşı’ adıyla karşımızda. İlk filmden tanıdığımız Avcı Eric, kötücül kraliçe Ravenna ile mücadelesini sürdürüyor. Bu kez Pamuk Prenses kadrajda yok! Kraliçe Ravenna’nın kız kardeşi Kraliçe Freya, sevdiği hemen her şeyi yitirip, hayata küstüğünde, ablasının kendisine sunduğu güçleri, sevginin ve aşkın karşısında kullanmayı seçer. İnsanlara değil, ‘aşka’dır dğşmanlığı. Elini neye değdirse, bir buz kütlesine çeviren Freya, iki savaşçı aşık; Eric ve Sara’nın kaderlerine de müdahale eder. İlk bölümün iki yıldızı; Chris Hemsworth ve Charlize Theron’a, iki yıldız isim daha; Jessica Chastain ve Emily Blunt da eşlik ediyorlar. Görsel efekt departmanından yönetmen koltuğuna terfi eden Cedric Nicolas-Troyan’ın ilk uzun metrajının görüntü yönetmeni ise Oscar adayı usta isim Phedon Papamichael. Şık yapım tasarımı ve cazip oyuncu kadrosunun yanı sıra; ‘aşk asla ıskalamaz’ diyen fantastik macera fazla tanıdık. (2 / 5)
Fransa-Almanya-Polonya ortak yapımı ‘Kleine König Macius / Küçük Kral’ ve Rusya’dan çıkagelen ‘Volki i Ovtsy / Kuzular Kurtlara Karşı’ adlı animasyonlar haricinde, Mete Gümürhan imzalı belgesel ‘Genç Pehlivanlar’, ‘Şeytan Pabuçta’ ile ‘Kabr-i Cin Mühür’ adlı korku örnekleriyle, ‘Yola Geldik’ ve ‘Babaların Babası’ adlı komediler, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yerli yapımları. Herkese tekrar iyi seyirler!
MURAT ERŞAHİN