22 MAYIS 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Evde yeni bir hafta daha… Bu belirsiz süreçte, bizler evlerimizde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri, farklı sektörlerde üretmeye devam eden emekçilere, çarkları terleriyle döndürenlere ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.
Bu hafta, yani 22 Mayıs 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı! Madem Mayıs ayındayız; siz değerli okuyuculara, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde geçmiş Mayıs sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı sunmak istedim. Bu hafta, 2010 ve 2012 yıllarının Mayıs ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Mayıs’larında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2010)
BAL
Ruhun kaynağına yolculuk
Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yusuf Üçlemesi’, ‘Bal’la sona eriyor. ‘Yumurta’ ve ‘Süt’ün ardından gelen ‘Bal’la, Yusuf’un çocukluğuna dönüyoruz. Berlin’den ‘Altın Ayı’ ödülüyle dönüp, büyük bir başarıya imza atan ‘Bal’, ‘biçim olarak’ üst düzey bir sinema örneği. Üçlemenin en az diyaloga sahip, en içsel halkası belki de… Baba-oğul arasındaki ilişkinin filmi ‘Bal’. Büyük bir sessizliğin, doğa ile insan arasındaki dingin dengenin, ayrı ve özel bir gücün himayesinin, yerleşik değerlerin, kuralların ve insanın içinde debelendiği sistemin katılığı, kesinliği üzerine bir film. Zamanın, rüyaların, sözsüz açıklamaların, anlık ifadenin yeterliliği üzerine. Küçük bir çocuğun gözüyle, insanı sarıp sarmalayan doğanın, korkunun, otoritenin, öğrenmenin, satırların, dizelerin, bilinmezin, her şeyiyle bilinenin, annenin, babanın, kırmızı kurdelelerin anlamının, saflığın, balın filmi
Filmdeki manevi boyut dikkat çekici. Babanın kaybından sonra çocuğu kucaklayan ‘Allah babanın’, kulağa fısıldanan rüyanın, gökyüzünden aşağı inen balın tadının, Karadeniz’in içsel ve tanımsız görkemi içinde yer alması, izlediğimiz öykünün, görünür olan dünyanın ötesinde ‘anlamlar’ içerdiğini hissettiriyor. Bildik dünyada yer alan bütün figürlerden başka bir gücün, zaman ve mekânın dışında var olan bir sistemin, ufak bir çocuğun dünyasına olan etkisini izliyoruz. Ölümün, sevginin, hayat kavgasının, geleceğin kesin ve kati sınırları dışında var olduğunu hissettiren ve sessizliği görkemli ağaçların rüzgârda savrulmasıyla bozan başka bir gücün varlığını duyumsuyoruz. Büyümenin, hiç bitirmediğin bir bardak dolusu sütü bir dikişte içmek olduğunu görüyoruz. Babanın yaptığını yapan, büyüyen bir çocuğun, bunu annesine kanıtlamasını izliyoruz. Rüyanın gerçekliği, yine sessiz, büyük bir sükûnet içinde kesin bir biçimde çıkıyor karşımıza…
Filmin küçük başrol oyuncusu Bora Altaş’ın büyük performansı dikkat çekiyor. Enfes görüntü yönetimi ve Rimbaud şiiri de öyle… Üçleme içinde benim kişisel tercihimin halen ‘Süt’ olduğunu ise söylemek zorumdayım. ‘Bal’ın yadsınması güç sinemasına rağmen, öyküsü ve meselesi yüzünden ‘Süt’ü daha özel buluyorum kendi adıma. Aslında dinlenmesi, his dünyasında bekletilmesi zamanla geri dönülüp farklı biçimlerde özümsenmesi gereken bir üçleme duruyor Kaplanoğlu’nun filmografisinde. Kendi dünyası, bakışı, meseleleri olan ve bunları bildiği gibi çeken usta ve özel bir yönetmen Kaplanoğlu. ‘Bal’ ise kesinlikle zor bir film. İyi olduğu kesin ama seslendikleri ve beğenilirliği değişebilecek farklı bir deneyim.
BEŞ ŞEHİR
Dizelerle yazılan film
İlk uzun metrajı ‘Polis’le sevip tanıdığımız Onur Ünlü, ‘Beş Şehir’le karşımızda. 46. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Senaryo’ ödülünü kazanan yapım, birbirlerinden her şeyleriyle farklı, bambaşka insanların yaşam, ölüm ve aşkla örülü öykülerini yansıtıyor perdeye. Yoksunluklarla sarmaladığımız çaresiz düşlerimiz. Mecburi zavallılıklarımız. Üşüyen yerlerimiz, ölümden öte köy olmadığını bildiğimiz halde o bozulmuş, çaresiz hallerimiz. Önü arkası engellenmiş sevda sözlerimiz… İstanbul, Eskişehir ve Afyon’da geçen öyküler, gerçeküstü oluşlarla çevrelenmiş. Hayatın kendisi gibi. ‘Beş Şehir’, içerdiği hüzünle ve Ahmet Kaya’nın unutulmaz şarkısıyla takılıyor zihne, yüreğe ve dudaklara: ‘…Beni Vur, beni onlara verme, külüm al uzak yollara savur, Dağılsın dağlara dağılsın vur öykümüz ama sen ağlama dur…’ Filmin oyuncu kadrosu da gayet başarılı. Usta aktör Bülent Emin Yarar ve Tansu Biçer’e özel bir vurgu yapmak gerek ama. Bir de kediye… En önemlisi de şu: ‘varoluş, karanlık, acı yüklü ve yeteri kadar gerçeküstüdür…’
KOSMOS
Başka bir deneyim
Reha Erdem’in altıncı uzun metrajı ‘Kosmos’ her izleyişte bambaşka ve zengin okumalara yol açacak bir film. Çok net gözüken durumlar, seçenekli, girift meselelere dönüşüyor. Belki de gözümüzün önünde duruyor her şey. İnsanın çözülememiş gizleri, sınırları, erdemleri ve hemen her şeyi. Zayıf ve güçlü yanları. İyi ve kötü. Mistik oluşlar. Zamana ait olmayan veya yaşanan o ana sunulan bir masal. Hayalin, gerçeğe olan şefkati… Mucizeler yaratan, şifa dağıtan, yemek yemeyen, sadece şeker ve çayla beslenen, ağaçlara tırmanıp, tuhaf sesler çıkararak avazı çıktığı kadar bağıran, aşk peşinde koşan, hem iyi, hem kötü, hırsız, peygamber veya şeytan olan bir kahramanın öyküsü. Kosmos ve Neptün’ün doğal ilişkisi. Araya kelimeler, roller ve mecburiyetler girmeden oluşan içgüdüsel, kalbi bir yakınlık. Bilinen ve boğucu kalabalığın alışkanlığından başka bir şey. Sermet Yeşil ve Türkü Turan’ın keşfi. Florent Herry’nin tanıdık ustalığı. Müthiş bir görsellik ve ses deryasında, zaman dışı bir sınır şehrine dönüşmüş Kars’ın eşsiz ‘kendine haslığı’ eşliğinde, özel ve lezzetli bir sinema Erdem’inki…
TEK BAŞINA BİR ADAM
‘… Sevdanın kendine özgü diliyle.’ Edip Cansever
29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin programında da yer alan incelikli dram, Christopher Isherwood’un (1904-1986) aynı adlı romanından uyarlanmış. Yönetmen koltuğunda ise Amerikalı ünlü moda tasarımcısı Tom Ford oturuyor. Yarıda kalmış gerçek bir aşkın, insanı sarıp sarmalayan yalnızlığın, yaşanan anın öneminin, öfkenin, yürekte büyüyen yasın, kırılganlığın, sınırsız duyarlılığın filminde başrolü üstlenen isim Colin Firth. 60’lı yılların başında Kaliforniya’da yaşayan İngiliz profesör George Falconer’in geçirdiği bir güne tanık oluyoruz. Uyanılan andan, intihar hazırlığı yapılan geceye dek süren gün ve yaşananlar… Büyük bir acının yürekte açtığı yara, etraftaki hoyrat kalabalık, duyarsız çevre… Bütün bunların yanında, insanın karşısına öylesine çıkan tesadüfi anların güzelliği, hayatı besleyen, değerli kılan oluşlar, insanlar, ayrıntılar ve hiç bitmeyen, tükenmeyen umut… Umudun, etrafı dolduran sığlığa ve tekdüzeliğe karşı olan savaşı. Bir de aşkın. İnsanın içinde var olan o en önemli ışığın, sevginin… Nasıl olursa olsun, nerde karşımıza çıkarsa çıksın aşkın tedavi edici, yaşatıcı gücü. Colin Firth’ün tanımlaması güç ustalığı ve beyazperdeye yeni bir armağan olan Tom Ford. Sinemacı olabilmenin birinci koşulunun kocaman bir yürek ve akıl almaz bir duyarlılık olduğunu gösteren Ford, tertemiz ve el yapımı narin bir biblo değerindeki filmiyle, öyküsünde yer alan umudun benzerini, bize de veriyor.
29. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ NOTLARI
Emek’e adanmış festival
İstanbul’a baharın gelişi film festivaliyle fark edilir ilkin. Başlıyor derken bitti bile 29. buluşma. Bu yıl ‘Emek’sizdi festival… Ama her yerde, her şeyde ‘Emek’ vardı. Her salonda, her sohbette, her filmde… Şunu direkt söylemek gerek: Emek yıkılmayacak! Yıkılmamalı! Otuzuncu film festivali, Emek’te açmalı perdesini.
Emeğimiz elimizden alınmamalı!
İzlediğim bir dolu filmden sizle paylaşmak istediklerim var bir de...
‘Akvaryum’, Cannes’de Jüri Özel Ödülü kazanan İngiliz yapımı. Adanın kasvetli geleceğine ve bugününe bakarken son derece hüzünlü bir öykü anlatıyor. Gerçek mi gerçek… Numarasız film, on beş yaşındaki yeni yetme bir kızın arızalı, hastalıklı çevresi ve hayat karşısında ayakta kalma çabalarını öykülüyor. Yürek burkan yanıyla, genç başrol oyuncusu Katie Jarvis’in itiş hızıyla, yönetmenlik tekniği ve bakışıyla önemli bir film duruyor karşımızda. Bir toplum röntgeni, hatta MR’ı. ‘Bunny ile Boğa’. Polonya’nın sanayi şehirlerinden, Endülüs’e uzanan bir yolculuk. Üstelik evden çıkmadan. Çok eğlenceli. Aslında hüzünbaz mı hüzünbaz. Genç yönetmen Paul King, hayal ve gerçekler arasında, geçmişi ve eski dostları geride bırakıp devam edebilmenin gerekliliği üzerine şık bir film çekmiş. Festivalin ‘antidepresan’ adlı yeni bölümünün adına yakışan ve ruha iyi gelen sıkı bir sürpriz. ‘Köpek Dişi’, yine çok sıkı filmlerdendi. Yunanistan yapımı, Haneke’yi andırıyor ama başka tatlar da var. Provokatif, huzursuz edici, çarpıcı. Dışarıdaki dünya, insanlık bitmiş, çoktan çıldırmış, tükenmiş. İçeriye, upuzun çitlerle çevrili bir eve hapsedilen aile. Distopik bir ‘Village’. Gerçekçi ama delice. Kayıp bir çığlık. Hazmı zor ama lezzetli bir deneyim. ‘Annemi Öldürdüm’ü Xavier Dolan, yirmi yaşında yazmış, yönetmiş ve başrolü üstlenmiş. Elli yaşında hissettiren bir duyarlılık… Kadim dostum Uğur Vardan’ın müthiş lafı takılıyor akla sonra: ‘Yahu, oğlunuz yaşındaki çocukların filmini izliyorsunuz’. Gülümsüyoruz… Çocuk, oğlumuz yaşında gerçekten ama ne çocuk… Takip edilecek yönetmenler listesine adını yazıyoruz Dolan’ın…
‘Bahar Sarhoşu’, Cannes’de ‘En İyi Senaryo’ ödülünü kazanmış sahici bir iş. Çinli yönetmen Lou Ye, büyük bölümünü el kamerasıyla çektiği filminde sınır tanımaz, şehvet dolu aşkları yansıtmış perdeye. Her türlü ilişkinin doğallığı. Bir tarafıyla ‘Jules ve Jim’ kokan samimi bir öykü. Tutku yüklü aşk acısı, toplumsal yargı ve acımasızlık karşısında direnen kalpler. Ferzan Özpetek’in belirli bir sınıfı fon alarak anlattığı suni öykülerin ‘hasını’ izlemek için kaçırılmaz bir fırsat. Steril olmayan, hafif kirli, çapaklı, insan kokan kareler, planlar. Durumun ve yaşamın sınıf tanımazlığı. Festivalde FIPRESCI ödülünü kazanan ‘Matmazel Chambon’ zarif bir film. Geç karşılaşılan aşk. İmkânsız oluşlar. Sandrine Kiberlain ve Vincent Lindon müthişler… Son jeneriklerdeki şarkının hüznüyle süzülen birkaç damla yaş. Akla takılan Cemal Süreya dizeleri çıkışta. İstiklal caddesini bir uçtan bir uca yürümek.
Evet… Kırk yaşını aşmış bir adam, otuzuncu festivali bekliyor şimdi… Notlarını, üzerinde ‘İstanbul Film Festivali’ yazan bir dosyaya ekleyip, pencereden kentin baharını izliyor. Filmler, insandan yana bir umut veriyor hâlâ. İyileştirici, tedavi edici, dışarıdaki dünyanın bayağılığına, ikiyüzlülüğüne, yaralayıcılığına kafa tutan bir etkisi var sinemanın. Bunu biliyor.
Sinema Dergisi / 2010 Mayıs
Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2012)
YER ALTI
‘Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir?’
‘Yeraltından Notlar’ - Dostoyevski
Zeki Demirkubuz’un dokuzuncu uzun metrajı, izleyiciyle; vizyondan önce ilk kez 31. İstanbul Film Festivali’nde buluştu. Yönetmen, çok sevdiği Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı ünlü romanından serbest bir uyarlama yapmış. Romanın özünü ve ana hatlarını, hatta bazı önemli detaylarını koruyarak. Dostoyevski’nin ilkin 1864’te Vremya dergisinde yayımladığı eser, günümüz Türkiye’sine, başkent Ankara’ya uyarlanmış. ‘Ankara Ankara güzel Ankara’ vaziyetinde küçük bir memur olarak Muharrem duruyor karşımızda. Demirkubuz, çok sevdiği; insan ruhunun ücra köşelerini inceleme eğilimi için ideal bir malzeme bulmuş. Yüzleşmekte çok zorlandığımız kapkara yanlarımıza korkmadan bakmak… Samimiyetle. Çıplaklıkla. Çelişkilerle yüklü insan. Kötücüllük fışkıran beden. Demirkubuz, söyleyeceğini direkt, yalın ve güçlü söylemiş. Olmuş yani ‘Yer Altı’. Dostoyevski’nin ruhun derinlikleriyle oynama gücüne ‘hasta olmuş’ bir sinemacı bilindiği üzere Demirkubuz. Film, doğru olana dokunabilmek adına; gerçek dünyadan giderek kendini soyutlayan bir anti-kahramanın iç çatışmaları ve hezeyanları üzerine temelde. Aynı roman gibi. Anti-kahramanlar hep sevdiklerimiz bu arada. Mike Leigh başyapıtı ‘Naked / Çıplak’ın ‘Johnny’si gibi... Muharrem, çevreye göre ‘kıl’ biri. İstenmeyen biri o. Yalnız. Kendine bile dayanamıyor çoğu zaman. İşte biz o gözlerle bakıyoruz; yalan, dolan, uydurmasyon, içi boş, kötücül, acımasız, yalaka ve boş, ‘bomboş’ olan her şeye… Taş duvarlar, o mideden hiç gitmeyen ‘öç’ hissi, kötülük, gerçek insan çıkarı, her yeri dolduran yalan, iyilik, güç arzusu, namus, değer, ün, inanç, sonra dostluğun sözlük anlamı, ‘güzel ve yüksek şeyler…’, işleyen sistem, şarap şişesini şöyle bir kapıp; kafalarına indirme isteği, onlar… Canlı olabilmek, capcanlı…
Engin Günaydın, ‘Muharrem’ rolünde kelimeleri kifayetsiz bırakacak cinsten oynuyor. ‘Evrimi’ kanıtlayan, taçlandıran oyunlardan biri. Aktörlük çizgisinde başka bir yer. Bütün kadro iyi zaten. Demirkubuz, bir tek; o da gerekli olan ‘öfke’ konusunda zaaf göstermiş sanki. Bir yere kadar her şeyi ivmeleyen meselede; biraz daha soğukkanlı kalması, kontrollü olması gerekirmiş sanki. Ne gereği var; kişisel kızgınlıkların, kırgınlıkların, isimlerin, oluşların. Ortada zaten işte mesele. Bunu gerektirse de hatta ortadaki durum belki; ‘söylemek’ yani içindeki her şeyi; yine de; o bilinen gerçekten, ‘onların’ kurallarından sıyrılıp, kötü olarak, kendi olarak kalmayı kabul eden adamın öyküsünde; biraz daha sabırlı, daha az söz sarf edip, ‘karakteri’, kendinden tamamen bağımsız kılabilirdi. Ama olsun; bunlar da, yerüstünde etiketlenmiş olsa da, yeraltında nefes alıp vermeyi tercih eden bir eleştirmenin fikirleri. İyi film ‘Yer altı’. Ha bir de şu: söylemem gerek; çok sevdim çünkü zihnime takılıp asılı kalan imgeyi. Elias Canetti’nin müthiş eseri ‘Körleşme’ de var sanki filmde. Onu hissettim yoğun olarak. O kitabın ana karakteri de bir anti-kahraman. Bir filolog. Profesör Kien… Tüm tutkusu kitapları ve bilim. Dünyası, 30 bin kitap içeren evinden ibaret olan Kien kendini dış dünyadan soyutlamış. Evine, kitapların tozunu alması için tuttuğu hizmetli kadın tarafından kapının önüne konur. Uygarlığın yıkılışı, insanoğlunun aşağılanması… Akraba bir iş bir yerde. Neyse, kafa karışıklığı olmasın; siz Zeki Demirkubuz’un anlatısına kulak verin. ‘Bütün cevapların hazır oluşu, ortada soru diye bir şey bırakmaz’.
31. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ’NİN ARDINDAN
Gözü bozduğu gibi aklı da bozar sinema. Olsun, inadına sinema!
16 gün, 7 sinema, 522 seans, 22 bölüm, 52 ülkeden 232 yönetmenin 220 filmi… Evet… Yine başladı ve bitti işte. İstanbul’a ilkbaharın geldiğini müjdeleyen festival. Onlu yaşlarımda bizimkilerin elinden tutup izlemeye başladığım sinema günleri, otuz yılı geride bıraktı. Yirmi filmden, iki yüz yirmi filme. Etki değişmiyor ancak. Tatlı bir yorgunluk kalır geriye hep. Keyif, coşku, ince bir hüzün. Çıkarsız bir duygu beslenen. Aşk gibi. Dostluk gibi… İşte size, izlediğim kırkı aşkın filmden bünyeyi etkileyen, zihne takılan, kurcalayan bazı hissiyatlar: Ulusal yarışmada Altın Lale kazanan ‘Tepenin Ardı’ çok iyi. Son dönemde sürpriz yapıp heyecanlandıran ilk filmler; ‘Sonbahar’ ve ‘Çoğunluk’ gibi. Dosdoğru halledilmiş her şey. Memleketin -e hali, -de hali, -den hali. Hepimizin, her şeyin röntgeni. ‘Lal Gece’, Reis Çelik’in en etkileyici anlatısı olmuş. İlyas Salman döktürüyor. Reis Çelik anlatıyor, yürek dinliyor! ‘Babamın Sesi’de güzel. Hüzünbaz. Gerçek, sert, önemli. Tespit filmi. Anne, müthiş. Üzerine acıdan dokunmuş simsiyah bir elbise giymiş. Babanın, eskiden astığı kopan çamaşır ipi. Üzerindeki yas elbiseleri… ‘Kırmızı Sokak’ ve ‘Akvaryum’ filmleriyle tanıyıp, sevdiğimiz Andrea Arnold’un, Emily Bronte uyarlaması ‘Uğultulu Tepeler / Wuthering Heights’, Viktorya dönemi romanına bambaşka bir tat kazandırmış. İzahı zor bir biçim ve akla ilk sevgiliyi düşüren ‘hakiki’ bir romantizm. Romanın karizmatik kahramanı, kendini öfke, nefret ve aşka adamış Heatcliff, bu sefer farklı bir ‘şekilde’ çıkıyor karşımıza. Tutku ve diz boyu duygusallık.
Ne yaptığını gayet iyi bilen, bilinçli bir uyarlama. Film çıkışı, atmosferin etkisinde kalan adam, Taksim istikameti yerine tünelde buluyor kendini! Robert Guédiguian’ın yönettiği ‘Kilimanjaro’nun Karları / Les Neiges du Kilimandjaro’ da yüreğe bıçak sokan filmlerden. ‘Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa’ diyor. Fakat hüzünlü olduğu kadar umut dolu! Hemingway’in 1936 tarihli kısa hikâyesi filmin adı. Ama ondan değil, Pascal Daniel’in ‘ona’ gönderme yapan aynı adlı ünlü şarkısından alıyor adını. Victor Hugo’nun, ‘Yoksullar Ne Kadar İyi’ adlı şiiri filmin çıkış noktası olmuş. İşçi sınıfı cennete gider filmi. İyilik, kocaman yürekler, dostluk, umut ve dayanışma… Tony Kaye anlatısı ‘Kopma / Detachment’ ‘başka’ bir görsel deneyim ve yürek acıtan gerçeklerle yoğrulmuş. Allak bullak eden film, dağıtıyor. İyi geliyor bünyeye son tahlilde. ‘Akasyalar / Las Acacias’ sonra… Küçücük ama dev gibi. Cannes’den Altın Kamera ile dönen Arjantin filmi; bir kamyon şoförü, bir bebek, annesi ve sınırlar üzerine. Bütün bir dünya gerçeği üzerine yani. Yol filmi, sevgi filmi, emek filmi. Yeni ve sessiz bir başlangıç umudu. Öyle işte; iç cebinizde saklayacağınız filmlerden. ‘Oslo, 31 Ağustos / Oslo, August 31ST’ 26. Festivalde ‘Tekrar / Reprise’ ile Altın Lale kazanmış Norveçli Joachim Trier’in filmi. Yönetmen, ikinci uzun metrajında daha bir inceltmiş sinemasını. Fena dokunan bir film. Neyi, nasıl anlatıp, göstereceğini bilen, rafine bir sinemacının işi. Birikimli, duygulu, insan bir yönetmenin, insan filmi. Etraftaki insansızlık üzerine. Bizi kuşatan yalnızlığımız. Umutsuz bir varoluş hesaplaşması. Kulağımıza olur olmaz şeyler fısıldayan ama her seferinde üşüten hayat. Bütün sevdiklerimiz dünyanın öbür ucunda… ‘Hatırlanınca Var Olan Hikâyeler / Historias Que So Existem Quando Lembradas’ bir ilk film.
Yüzde yüz sinema hissi. Hem masalsı, hem de dokümanter sanki. Farklı zamanlar, geçmiş, bugün, insan acemiliği, hayat. Ekmeği, kahvesi, ölümü, belgesi, umudu… İnsan kokan başka bir anlatı. Sahi, ekmek yapmayı bilen kaldı mı aramızda? Christian Petzold’un Berlin’den ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle dönen ‘Barbara’sı, 1980 yazına, Doğu Almanya’ya götürüyor bizi. Baskı, gelecek, özgürlük, idealler, görev, endişe, aşk, umut, hayal ve her yerde aynı şey… Başka bir yaşam fikrine alışmışken, akılda olmayanın, en zorun, hatta imkânsızın içindeki ‘ama’yı fark etmek. Duygusal bir kafa tutuş! Taviani kardeşlerin, Berlin galibi filmleri, ‘ustalık’ belgesi gibi. İlerlemiş yaşlara inat zor şeylere bakmak. ‘Sezar Ölmeli / Cesare Deve Morire’, Roma’daki yüksek güvenlikli bir cezaevinde sanatla hayatı ilişkilendiriyor. En zor şartlarda sanatla uğraşmanın daha insan, daha özgür ve daha birey kıldığı kişilikler. Mahkûmların, hayata tutunma yolu; halka açık bir tiyatro oyunu. Taviani’ler, Shakespeare, Sezar, Brütüs, gerçek mahkûmlar ve gerçek bir tutku: sanat! ‘Güzellik / Skoonheid’, yaşanan ilişkinin cinsi, şekli ne olursa olsun, içinde mutlak ‘aşk’ olmalı diyor. Aşk olmadı mı fena! Faşizan, kaba, kötücül, hasta bir şey oluyor o zaman ortadaki. Hesapsız, kitapsız, sert, doğrudan söylüyor söyleyeceğini; hazırlayarak sizi son söze. ‘Ave’, hayata karşı söylediğimiz yalanlar üzerine. Onların doğrulukları, masumlukları hakkında. Kaçışın yolunun, düz ve soğuk doğrulardan geçmeyeceğini, yaşamaya devam edebilmek için uydurulmuş oluşlara ihtiyacımız olduğunu, doğal bir yol öyküsünde; zarifçe anımsatıyor Bulgar yapımı.
Polonyalı Pawel Pawlikovski’nin sekiz yıl aradan sonra çektiği ‘Gizemli Kadın / La femme du Vème’, Douglas Kennedy imzalı bir roman uyarlaması. Hitchcockvari bir öykü. Gerilim, bir süre sonra acı bir varoluş meselesine dönüşüyor. Türlü zorluklar ortasında kalmış bir ruh. Üşüyen, yara bere içinde, bomboş. Yeniden başlamanın yok eden tedirginliği. Acımasız dünyada eskisi gibi olabilmenin, hissetmenin imkânsız ‘geniş zamanı’. Kapkara bir muallak, sonrası… ‘La Zona / Yasak Bölge’ ile tanıdığımız Uruguaylı sinemacı Rodrigo Plá imzalı ‘Gecikme / La Demora’ elem dolu. Zalim bir düzenin kurbanları. Adaletsiz dünyada, emeğiyle yaşamaya çalışanların ayak direyen mücadelesi, kırılma anları, duygusal patlamalar ve onun döneceğinden emin olmak…
Sinema Dergisi / 2012 Mayıs
MURAT ERŞAHİN