21 TEMMUZ 2017
Üçü yerli, toplam on yeni filmin merhaba dediği yeni vizyon, farklı beğenilere sesleniyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
BRIMSTONE
-Sapkın bir dünyada kadın olmak ve yeni dünyanın sakıncalı kurucuları-
Festivallerin tanıdık ismi, yaman Hollandalı yönetmen Martin Koolhoven’in yazıp yönettiği yapım, politik bir dram öncelikle! Gizem yüklü, gerilimli bir western olarak da bakılabilir, çok uluslu yapıma. Hollanda, Fransa, İngiltere, Almanya, ABD, Belçika ve İsveç ortak yapımının tamamı, Avrupa kıtasında çekilmiş.
Eşi ve çocuklarıyla huzurlu bir hayat süren Liz, kasabaya gelen din adamıyla birlikte, acı dolu geçmişinin kâbuslarıyla yüzleşir. Hayal bile edilemeyecek, gözü dönmüş bir kötülük, Liz’in kapısını çalmıştır. Guy Pearce ve Dakota Fanning’in başrolleri üstlendikleri karanlık film, ABD’nin üzerine kurulduğu kavram ve değerlere uçan tekmeyle saldırırken, yeni dünyanın kurucu atalarının savunup, benimsedikleri temel değerleri de hunharca eleştirmekten geri kalmıyor. Bütün bu durum ve meselenin ötesinde, sapkın ve vahşi bir dünyada kadın olmak üzerine ciddi bir hikaye içeriyor orijinal adıyla ‘Brimstone’.
Kadınlığın gücü, dirayeti ve değişmez kaderi hakkında daha önce perdeye sıklıkla yansımayan cesarette ve gerçeklikte satırbaşları da yapıyor Koolhoven imzalı yapım. Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ için yarışmış politik öykü, zaman ve mekana bağlı kalmaksızın, kadın olma durumu üzerinden, erkek egemen toplumsal düzenin sapkın, gözü dönmüş ve vahşi fotoğrafını çekmeyi ihmal etmiyor. Amerika’nın kurucu atalarını ve kurulduğu değerleri, soğukkanlı biçimde mercek altına alırken, Hristiyan ahlak ve öğretinin toplumsal görüş ve kabullenişine dair de ağır bir eleştiri getiriyor, son derece titiz yazılmış ve yönetilmiş film. Hollandalı usta aktris Carice van Houten, Kit Harington, Paul Anderson, William Houston ve gencecik yaşından beklenmedik bir olgunlukla oynayan belki de filmin en başarılı ismi Emilia Jones, oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimlerini oluşturuyorlar.
Rogier Stoffers imzalı yetkin görüntü yönetimi ile artı değer kazanan yapım, başarılı atmosferiyle kalıcı bir filme dönüşüyor. Her bünyeye göre olmayan sert ve tavizsiz yapım, dünyayı doldurmuş kadın düşmanlığı özelinde de önem arz ediyor kuşkusuz. ABD’nin üzerine kurulduğu ‘ana’ değerlere yaklaşımı bakımından, akla; Paul Thomas Anderson’un 2007 tarihli başyapıtı ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’ filmini getiren ‘Brimstone’, es geçilmemesi gereken ciddi, oturaklı, izleyicisini birçok disiplin ve mevzuya yönlendirecek içi dolu bir yapım. (3,5 / 5)
ZOMBİ EKSPRESİ
-Raylarda can pazarı ve insan halleri-
Oldukça ses getirmiş ve gişede yüz güldürmüş Güney Kore yapımı, bildik zombi hikayelerine, insan hallerini ve unutulmaya yüz tutmuş insani değerleri eklemeyi ihmal etmeden, son derece sürükleyici bir korku-aksiyon sunuyor izleyiciye.
Küçük kızını Seul’den Busan’a; eski eşinin yanına götürmek üzere trene binen iş adamı, zombi istilasıyla karşılaşır. Trendeki bir grup insan, zombiye dönüşmemek için kurulan can pazarında, müthiş bir mücadele vereceklerdir. Sıra dışı bir virüsten etkilenen insanlar, zombiye dönüşüp, bütün ülkeyi tehdit ederlerken, raylarda hızla ilerleyen bir trende canlarını kurtarmak için mücadele eden bir grup insanın öyküsü, heyecanlı anlar vaat ediyor.
Yeon Sang-ho imzalı tür kırması, oldukça da duygusal! Kızını ihmal eden ve bütün değerlerini serbest piyasada bozdurmuş yozlaşmış iş adamı dahil, iyi, kötü, fedakar, zengin, yoksul, genç, yaşlı, bir grup farklı insanın hayatları ve birbirleri için verdikleri mücadele duygusal anlar içeriyor. Yüksek doz aksiyon ve gerilim, içi dolu bir dramla birleşmiş özetle. Anti kapitalist değiniler, doğayı yok eden hırslı insan, insani değerlerini yitirmiş olanlar buna karşılık, hayatın anlamının fedakarlık ve özveri olduğunu bilenler, son hız aksiyona, incecik bir duyarlılık ve gözyaşı ekliyorlar. Beyazperde ve TV ekranlarında; zombilerden geçilmeyen son yıllarda ‘insan’ olmanın ‘farkını’ vurgulayan ‘başka’ bir zombi filmi karşımızdaki. Gözyaşının yanında; adrenalin ve eğlence garanti! (3 / 5)
DÜNYADA BİR GECE
-Beş taksi, beş şehir, bir gece-
Her daim ‘iyi ki var’ dediğimiz Jim Jarmusch ustanın 1991 tarihli filmi, yaman devin beşinci uzun metrajı aynı zamanda. Fikri ve vicdanı hür, ‘bağımsız’ların babalarından Jarmusch, Los Angeles, New York, Paris, Roma ve Helsinki’de taksilerde geçen beş hikaye anlatıyor. Tom Waits imzalı ‘özel’ müzik eşliğinde, insan ve varoluş durumları üzerine düşündürüyor bizi yine usta sinemacı.
Melekler şehri Los Angeles’da, oyunculuk kariyerini, ‘birinin de taksi şoförü olması gerek’ diyerek reddeden kadın sürücünün öyküsünü izliyoruz. New York’ta geçen ikinci bölüm, göçmen bir sürücünün yabancı bir şehir ve kültürün içinde kaybolmasının hikayesi. Üçüncü şehrimiz Paris. Bu kez görme özürlü bir kadın, Afrikalı bir şoförle; körlük ve yaşam üzerine derin bir sohbete giriyor. Roma’da geçen dördüncü hikaye, geveze bir şoförün ölümle sohbeti üzerine. Beşinci ve son öykü, kuzeyin kendine has şehirlerinden birinde, Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de geçiyor. Karla kaplı Helsinki sokaklarında, sanayi işçileri, emekçiler yani; umutsuzluk, aşkın adaletsizliği ve yaşamla ölümün iç içe geçmişliği üzerine hasbıhal ediyorlar.
Bütün bölümlerin birer küçük başyapıt olduğu ama ‘Helsinki’ öyküsünün ayrı bir parladığı enfes yapımda; Gena Rowlands, Winona Ryder, Roberto Benigni, Armin Mueller-Stahl, Giancarlo Esposito, Rosie Perez, Béatrice Dalle gibi önemli isimler, Jarmusch’un ‘incelikli’ anlatısına omuz veriyorlar. Artık ezber ettiğimiz Jarmusch diyaloglarının, sıklıkla oluşturulamayan bir atmosferde geçit yaptığı sıcacık film, yürek ısıtırken düğer yandan da ince bir hüzünle dolduruyor yüreği. Yalnızlık, adaletsizlik, çaresizlik, ümit, sosyokültürel farklılıklar, hayatın anlamı, ölüm ve yaşamın birlikteliği, insan denen tuhaf varlık ve varoluş üzerine içi dolu tespitler. Yıllar öncesinden çıkagelen sürpriz, Jarmusch mucizesiyle tanışmamış ‘meraklı’ genç izleyici için özellikle bir mecburiyet. Yeniden izlemekse, unutulmamış müthiş bir lezzeti damakta tekrar hissetmek gibi. (4,5 / 5)
Yılın belki de en fazla merakla beklenen filmlerinden olan Christopher Nolan imzalı tarihi savaş dramı ‘Dunkirk’, Amerikalı bir çiftin Tayland seyahatlerinde yaşadıkları ürkütücü olayları izleyeceğimiz ‘Ghost House / Ruhlar Evi’ adlı korku, Guillaume Canet’in yönettiği ve kendini oynadığı muzip komedi ‘Rock’n Roll’, ikinci kez vizyon gören Rus animasyonu ‘Masha i Medved / Maşa ile Koca Ayı’ ile birlikte üç yerli yapım; komedi türündeki ‘Kiki ile Miki Alatura’ ve iki korku-gerilim örneği, ‘Bezm-i Ezel’ ile ‘Saklambaç: Ölüm Oyunu’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese. MURAT ERŞAHİN