21 ŞUBAT 2014
Üç haftalık yeni vizyonda, notlarımız arasında yer almayan tek yapım, adına basın gösterimi düzenlenmeyen, popüler yerli komedi “Recep İvedik 4”. İçinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insanın’ elini sakın bırakmayın! Sokaklar tıka basa, sinema salonuna girmeyenlerle dolu. Herkese iyi seyirler.
ŞARKI SÖYLEYEN KADINLAR
Reha Erdem’i, ilk uzun metrajlı filmi ‘A ay’dan beri ilgiyle izliyor ve beğeniyorum. Memleketin az sayıdaki rafine sinemacısından, sanatçısından biri kanımca, Erdem. Sırasıyla, ‘Kaç Para Kaç’, ‘Korkuyorum Anne’, ‘Beş Vakit’, ‘Hayat Var’, ‘Kosmos’ ve ‘Jin’, farklı ‘ağırlıklarla’ beğendiğim, ülke sineması adına, hatta evrensel anlamda değerli bulduğum filmlerdi. Yönetmenin sekizinci uzun metrajı, tam adıyla ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar ya da Adem’in Yakarışı’ ise, bu sıralamada en altta kalan film oldu. Belki de henüz çok taze, zihinde demlenmesi gerekiyor ama vizyona çıktığı bu hafta, üzerimde bıraktığı ilk intiba, dağınık olduğu, gereğinden fazla dinsel referans içerdiği ve çok şey söylemek için sarf ettiği gereksiz telaş. Reha Erdem gibi usta bir yaratıcının usulcacık söyleyecekleri önemli benim için. Burada, entelektüel tespitler yapmak, film üzerine derin bir analizde bulunmak istemiyorum. Zamanı var bunun. Bütün filmler için varolan bu gerçek, sevdiğim yönetmenler için özellikle geçerli. Demlenmesi lazım gelen filmler klasörüne kaldırmadan önce, vizyona yeni çıkmış, izlemiş olduğum filmler hakkında yazmak görevini yerine getiriyorum. Film üzerine kapsamlı bir yazıyı, daha sonra kaleme alacağımı belirtmek isterim. Öncelikle, Reha Erdem’in ne denli duyarlı ve özellikli bir yönetmen olduğunun altını çizmem gerekir. Ondaki insan sevgisi, sevgisinin derinliği ve içeriği, sinemasının en önemli yapı taşlarından. İnsan olanı seven bir sanatçı Reha Erdem. ‘Olmayanı seven’ ve arayan biri, özünde. Daha başka, tanımsız bir sevgiyi, koşulsuz ve olması gereken o ‘ham’ hissi arıyor. Bu yüzden insan yoksunluğundan ve insansızlıktan şikayetçi. ‘Şarkı Söyleyen Kadınlar’, distopik bir atmosfere sahip. Kıyamet alametleri var etrafta. İstanbul’a bakan adalardan birindeyiz. Dört tarafımız deniz, bu önemli. Ada boşaltılıyor çünkü yakında muhtemel büyük deprem, korkunç afet, yok edici kıyamet kopacak. Bir adada, izole karakterlerle tanışıyoruz. Bir masaldan fırlamış gibi, kalbindeki iyilik ve masumiyetle yaşayan, mucizeler gerçekleştirecek tanımsız güçlere sahip, yardımsever bir kadınla. Sert ve yalnız bir adamın hizmetini görüyor. Onun yemeklerini, temizliğini yapıyor, çamaşırını yıkıyor, ütüsünü yapıyor, köpeğiyle birlikte yaşayan adamı derleyip toparlıyor yani. Adamın kötücül ve hasta oğlu, adaya, babasının yanına geldiğinde, yavaş yavaş boşalan adadaki bu soğuk yüzlü ev, kalabalıklaşmaya başlıyor. Yapılmış işkencelere göz yummuş ve suç işlemiş bir doktor da, bu eve girip çıkanlardan. Ev sahibinin arkadaşı. Elinde küçük bavuluyla adaya gelen ve benim hiç yatağım olmadı diyen genç kıza, doktorun yanında yaşama imkanı sunuluyor. Bu esnada, hasta oğulun eşi de, boşanma evrakları elinde adaya gelmiyor mu? Adada bambaşka karakterler de var tabii. Boynuna astığı el feneriyle geceleri dolaşıp, ‘yaşayan’ ve umut verici bir şey, bir geyik arayan ana karakterle birlikte aynı evi paylaşan, faytoncu akrabası örneğin. Atlarda baş gösteren bulaşıcı Ruam hastalığıyla savaşmakta. Sonra diğerleri var. İyi, kötü, öylesine. Doktorun evine gelen hastalar örneğin… İnsan zavallılığı sonuçta yaşanan. Hain, vicdansız, nankör, kötü, iyi, fedakar, zalim, katı, korkak, cesur, zayıf, kuvvetli, hırslı, aç, tok, zengin, yoksul, kadın, erkek… Metaforlarla yüklü kıyamet oluşları sıralandıkça, asil, güçlü, sadık olanlar yok olmaya başlıyor, atlar örneğin. Mucizeler, doğaüstü güçler, dinsel göndermelerle destekleniyor ve ideal olana ulaşmak, görünürdeki çürümüş resmi yok edip, yeni bir resim yaratma arzusu için dilekler dileniyor ama insan nedir ki sonuçta? Doğurganlığıyla tanrıdan bir parça olan kadınların uydurdukları şarkılar da yetmez ‘onları’ kurtarmaya artık… Yeni ve başka olmaya çalışan, çok söz söyleme gayretinde, bir ‘Kosmos’ duruyor perdede. Cumartesi anneleri de unutulmuyor bu arada. Kolluk gücünün ve yandaşların zalimliği de. Her daim yok etmeye güdülenmiş nankör ve körelmiş yürekler de öyle! Tekerlemeler, dil oyunları ve masalsı oluşlar, teatral bir set hissi yaratan minimal sinemayla desteklenmiş. Oyunculukların kendi arasındaki denge farklılığı ve kontrolsüzlük hissi, bilerek seçilmiş bir yol mu kestiremedim. Philip Arditti, çok iyiyken, Binnur Kaya ‘yeterliydi’ örneğin. Deniz Hasgüler, rahatsız etmiyordu. Kevork Malikyan da öyle. Vedat Erincin, filmin oldukça iyisiyken, neden eklemlendiğini kestiremediğim Aylin Aslım’ın gereksizliği örneğin. Sigara içişinin insanı çeken tarafı mı kontenjan tanıdı kendisine, bilemedim. Bu arada sigara ve/veya umut vermeyi yanlış anlama meselesi, öykünün zenginleştiği sekanslardandı, belirtmem gerek! Fazla dinsel metafor ve değini, bir yerden sonra yabancılaştırdı, perdede duran büyük resme. Temsili bir yok oluş tablosunun, memleket hallerine odaklanmış durum tespitiydi olup bitenler. Önerilen ise, fazla ruhani ve zordu. Kemik, kas, et ve yağdan, bir de bencillikten oluşan küçük insandan beklenen ağırdı özetle. Bir dolu süslü söz, yoğun tespit, bilgi kusmalı alıntı yapmak istemiyorum. Sadece, küçük sesli bir tanıtım ve haber yazısı olsun istedim okuduğunuz. Yapımcılarının canlılara olan duyarlılığını bildiğim için, filmde izlediğimiz uyuşturulan atlar konusuna değinmeden edemedim doğrusu. Anlayamadığım, yerine koymakta zorlandığım, gereksiz bir zorlamaydı atların bu şekildeki kullanımı. Yadırgadığımı söylemek zorundayım. Böyle işte… Reha Erdem çekmeye, bizler izlemeye devam ediyoruz, edeceğiz. Üzerine konuşacak, yazacak, düşünecek filmler birikecek. Bu da böyle olsun! (2,5 / 5)
YASAK AŞK
Ülkemizde izleyici ile ilk kez 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde buluşan dram, Anne Fontaine imzalı. Usta kalem Doris Lessing’in (1919-2013) ‘The Grandmothers’ adlı romanından adapte edilen öyküyü, Anne Fontaine ve 1988 tarihli ‘Dangerous Liaisons / Tehlikeli İlişkiler’ ile ‘en iyi uyarlama senaryo’ dalında Oscar kazanmış, aynı zamanda 1995 tarihli, ayrıksı yapım ‘Carrington’u yönetmiş, usta senarist ve yönetmen Christopher Hampton birlikte kaleme almışlar. Kırklı yaşlarına veda etmeye hazırlanan iki yakın dost Liz ile Roz, birbirlerinin genç oğullarıyla tutkulu bir ilişkiye girerler. Mutluluk, haz ve suçluluk duyguları birbirine karışır ve ‘normal’ sularda seyir eden hayatlar, alt üst olur. İki yıldız aktris, Naomi Watts ve Robin Wright’ın, başrolleri son derece ‘başarıyla’ paylaştıkları ‘tabu deviren’ dram, şehvet ve vicdan azabı arasında, toplumsal anlamda doğru ve normal olanın dışına çıkanların, toplumsal ahlaka aykırı hareket edenlerin ödedikleri bedeli ve seçimlerin özgürleştirici ferahlığını sorguluyor. Xavier Samuel ve James Frecheville, filmin iki yakışıklı, sörfçü delikanlılarını canlandırıyorlar. Konservatif seyirci için ‘fazladan’ soru baloncuklarıyla dolu geçmesi muhtemel seyirlik, bir an olsun, yavan bir basitliğe, bayağılığa teslim olmadan; bıçak sırtı meselesini dozunda bir duygusallıkla anlatmayı başarıyor sonuçta. Etkileyiciliği, derinliği ve gücü tartışılabilir ama cesareti asla! (3 / 5) MURAT ERŞAHİN