21 OCAK 2022
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yen olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Offret / Kurban
(Yön: Andrei Tarkovsky / 1986)
Höstsonaten / Güz Sonatı
(Yön: Ingmar Bergman / 1978)
Tengoku to jigoku / Yüksek ve Alçak
(Yön: Akira Kurosawa / 1963)
Witness for the Prosecution / Beklenmeyen Şahit
(Yön: Billy Wilder / 1957)
Paths of Glory / Zafer Yolları
(Yön: Stanley Kubrick / 1957)
Vizyonda bu hafta (21 Ocak 2022)
Dördü yerli, dördü yabancı yapım olmak üzere toplam sekiz yeni filmi ağırlıyor 21 Ocak haftası!
Başrolünü usta aktrist Juliette Binoche’un üstlendiği, Emmanuel Carrère imzalı dram ‘Ouistreham / Ayrı Dünyalar’ haftanın notlarımız arasında yer alan tek filmi.
AYRI DÜNYALAR
-Adaletin bu mu dünya?-
Ünlü yazar Marianne Winckler, ülkesi Fransa’da ‘sosyal ve ekonomik adaletsizlik’ üzerine, dolayısıyla yoksul işçi kesimi ve gelecek kaygısıyla alakalı bir kitap yazacaktır. Araştırması için, gerçek kimliğini açığa çıkarmadan Fransa’nın kuzey batısındaki liman kentine, Caen’e gider ve iş başvurusu yapar. Kendini temizlik işçiliği yapan ve çoğunluğu kadınlardan oluşan bir grup içinde bulan yazar, geçim kaygısını ve zorlu işçi hayatını şahsen deneyimlemek için eşsiz bir fırsat ele geçirmiştir. Koşulların ağırlığı, işçi kadınlar arasındaki güçlü dayanışma ruhu, dostluk, sevgi ve acıtan gerçekler…
İlk kez Cannes’da ‘Yönetmenlerin On Beş Günü’ bölümünün açılışında gösterilen ‘Ayrı Dünyalar’ Fransız gazeteci Florence Aubenas’nın kimliğini gizleyerek çalıştığı günleri ve gözlemlerini kaleme aldığı belge kitabı ‘Le Quai de Ouistreham’dan esinlenilerek perdeye uyarlanmış. Yönetmen koltuğunda, senarist kökenli, belgeselden gelen ve 2005 yapımı ilk uzun metraj kurmacası gizem yüklü dram ‘La Moustache’ ile dikkat çeken Emmanuel Carrère oturuyor. Başrolü üstlenen usta aktris Juliette Binoche’ye birçok amatör oyuncu eşlik ediyor. Hem de ne eşlik… Bazı anlar Binoche’nn karşısında ‘her kim’ varsa -durumun gerçekliğinden olsa gerek- yıldız oyuncudan rol çalıyor adeta!
Dünyayı doldurmuş adaletsizlik, yoksulluk, ‘yoksulluk kader değildir, kader olamaz’ olgusu, çıkışsızlık, sınıfsal farklılık, dayanışma, farkındalık ve dostluk… Özellikle toplum genelinde farkındalık yaratmak adına, pek bilmediği gerçeklerin ortalık yerinde, onlarla yoğrulan başka bir sınıftan sorumluluk sahibi bir kadının ve yeni tanımaya başladığı başka dünyanın insanlarının yürek burkan öyküsü… Sınıfsal meseleler de cabası. İçine bir süreliğine ‘gibi yaparak’ girdiği sınıfı, empati sınırları çerçevesinde ‘kullan, at’ zamanlamasında yaşayan diğer sınıf temsilcisi... İyi niyetin yalnız başına yetmediği, yetmeyeceği durumlar… Ayrı dünyaları birbirinden net çizgilerle ayıran mayın tarlaları gündelik gerçekler. Elden gelenler, gelmeyenler, kişisel tatmin, duyarlılığın sınıfsal hali… Kahramanımıza, sadece evini değil, yüreğini de açan üç çocuklu işçi kadının o doğum günü armağanı yok mu? Direkt vücut bulan dostluk, sevgi ve dayanışma öyküsü, gerçeklerin ağırlığı altında kalıyor sonunda! Gerçeklik, kaldırmıyor bazı şeyleri; izin vermiyor asla mesafenin sıfıra inmesine… Öyle başka, öyle kırılgan ve insanı o derece kötü hissettiren aynı zamanda inanılmaz ‘sahici’ o final var ya… Yüreğe sokulup, oracıkta döndürülen hançer olmalı hakikat! (4 / 5)
Haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
Tim Fehlbaum’un yönettiği bilimkurgu aksiyon ‘The Colony / Koloni’, Almanya-İsviçre ortak yapımı.
2016 tarihli popüler animasyon ‘Sing’in devam öyküsü ‘Sing 2 / Şarkını Söyle 2’, gerçekleştirdikleri şovlarla yerel bir başarıya ulaşan Buster Moon ve arkadaşlarının, gözlerini daha büyük bir amaca dikip, ünlü ve büyük bir sahne olan Crystal Tower Tiyatrosu’nda yeni bir şov düzenleme çabalarını yansıtıyor perdeye. Yönetmen koltuğunda oturan isim, senaryoyu da imzalayan Garth Jennings.
Haftanın bir diğer animasyonu Kanada’dan çıkagelen ‘Félix et le trésor de Morgäa / Afacan Felix’. Yönetmen Nicola Lemay. İki yıl önce denizdeyken kaybolan balıkçı babasını arayan on iki yaşındaki Félix’in macerası…
Haftanın yerli yapımları ise; Halil Söyletmez’in başrolü üstlendiği, seriye dönüşmüş komedi türündeki ‘Cumali Ceber 666’, Kemal Danacı’nın yönettiği korku-gerilim ‘Kara Neme: Gelin Deresi’, Adnan Önal’ın senaryosunu kaleme alıp yönetmen koltuğunda oturduğu, usta aktör Ediz Hun’u başrole taşıyan aile komedisi ‘Şöhretler Okulu’ ve yine hemen her yaşa seslenen, Burak Kahraman ve Kubilay Güleçoğlu’nun birlikte yönettikleri fantastik komedi ‘Masal Zamanı Melez Prenses’.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (21 Ocak 2011)
Bu hafta vizyonda altı yeni film var. Birçoğumuzun çocukluk kahramanı, sevimli animasyon ‘Ayı Yogi’ ile yoluna Şafak Sezer’siz devam eden Kutsal Damacana’nın üçüncü filmi ‘Kutsal Damacana: Dracoola’, izleme şansı bulamadığımız için notlarımız arasında yer alamayan iki film. Haftanın diğer dört yapımı ise aşağıda... Herkese iyi seyirler!
ÇÖLDE KUTUP AYISI
Ders vermeden tespitler yapan, yaşanan gerçeğin rengini ortaya koyan, son derece duyarlı, ‘bütün o eski şeyler kadar güzel’ bir film ‘Çölde Kutup Ayısı’. Felix van Groeningen’in 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan ‘içli’ filmi, ‘Şeylerin Boktanlığı’ adıyla yansımıştı perdeye. Vizyona ise ismini, ‘kadersiz ve şanssız olanları’ tanımlayan malum argo cümleden ödünç alarak giriyor. Belçika yapımı, akılda kalıcı birçok sahneye ve ‘an’a sahip. Çoğu yaralayıcı. Hüzünbaz. Istırap, öfke ve sevgi dolu bir hayat öyküsü. Strobbe’ler… Aile, ergenliğe geçiş, sınıfsal problemler, sistem eleştirisi, sevgi, dostluk, sorumluluk, steril olmayan hatıralar, kasabanın çaresiz cahilliğine hapsolmuşluk, korku, adil olmayan bir düzen, acımasız dünya. Çocuk, Baba, amcalar, babaanne… Geçmiş, gelecek, çılgın bir aile. Alkol, yoksulluk, yoksunluk, kader, sınıfsal durumların hal ve gidişi, ‘düşmüş’ Batı Avrupa’nın tomografisi bir yerde. Boğaza takılan bir yumruk ardından. Bütün sevdiklerimiz dünyanın öbür ucunda hissiyatı. Kaçırılmış fırsatlar, hisler ve bütün o ‘şeyler’… Çocuğuna bisiklete binmeyi öğreten bir babanın acı dolu yüreği öte yanda. Cannes’de Sanat Sinemaları Özel Mansiyon Ödülü’nü de kazanan trajikomik yapımın oyuncu kadrosu birbirinden başarılı isimlerden oluşmuş. Özellikle baba, amcalar ve kahramanımız Gunther’in çocukluğunu canlandıran Kenneth Vanbaeden müthişler. Aklımızdan kısa sürede çıkmayacakları, günün birinde içli bir gülümsemeyle dudağımızın kenarında belirecek bir anımsamaya neden olacakları ortada… Eski mahallenizden dostlarınızla, kuzenlerinizle, yitirdiğiniz akrabalarınız, yakınlarınız ve en sevdiklerinizle paylaştığınız anlar, içilen içkiler, kırılan yürekler, tamiri mümkün olmayan oluşlar, peşinatsız sevgiler, pişmanlıklar, geçiştirilmiş sevgi sözleri, kaderin soğuk avuç içi, alnına öpücük kondurulan o özel insan, artık içim rahat ölebilirim duygusu, geri dönmeyecek arabadakine yönelen o son bakış, ‘çocukluğun soğuk geceleri’ gibi her şey…
AĞAÇ
Çok sevilenin beklenmedik ani ölümü… Geride kalan eş, çocuklar, yapılacak işler… Yürekteki büyük acı. Dinmeyeceği belli, hep kalacağı. Yanı başlarında süren hayat bir tarafta. Onunla baş etmek mecburiyeti, karnın acıkması, ihtiyaçlar, düşler… Geride kalan dört çocuktan yaşça üçüncü sıradaki, sekiz yaşındaki Simone, babanın ölümünü kabullenmekte zorlanıyor en çok. Önce o inanıyor, evlerinin bahçesindeki devasa ağacın babası olduğuna. Babanın ruhu ağaçta diyor. Baba, ağaçta yaşıyor. Ardından acılı eş Dawn… Öte taraftan maddi dünyanın yorucu ve yaralayıcı gerçeği, ağırlığı. Devam etmek için mevcut olan güç. Birlikte kalmak ve birlikte olmak… Sinemaya, Otar Iosseliani, Krystof Kieslowski, Bertrand Tavernier gibi usta isimlerin asistanı olarak adım atan, belgesel denemelerinden sonra yönetmenliğe 2003 tarihli ‘Since Otar Left / Otar Gittiğinden Beri’ adlı incelikli dramla terfi eden Julie Bertucelli’nin imzaladığı ‘Ağaç’ içli ve dolu bir film. Dokunabildiğimiz ve duyumsadığımız dünya, sevgi ve adı konmamış incelikler üzerine trajik bir öykü anlatılmış perdede. Avustralyalı kalem Judy Pascoe’nin ‘Our Father Who Art in the Tree’ adlı romanı, çok yakın birinin beklenmedik ölümü karşısında, geride kalan birinci şahısların bunu kabulleniş sürecini ve acıyla başa çıkma yollarını öykülemiş. Bertucelli’de sakin ve ne yaptığını bilen bir sinemayla uyarlamış kitabı. Doğa-insan dengesi, acıyla yaşamanın öğrenilmesi, geride kalanlar arasındaki güçlü bağ ve ikincil karakterlerin bu acıya olan yaklaşımları. Elle dokunamadığımız başka bir ‘yerle’, belki de hayallerle kurulan içsel paralellik. Doğanın tedavi edici, onarıcı, canlandırıcı, hayat veren gücüyle tahripkâr, yıkıcı tarafı. Bu iki yönün de aynı oluşu. İnsan ömründeki gelir geçer oluşların komikliği, izafiliği… Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ıyla akraba oluşlar. Burada başka türlü halledilen bir durum, gerçek… İnce, naif, aslında tavizsiz bir terapi bir taraftan… Dingin bir rüzgarın, karıncaların, ağacın öz sütünün, insan ruhunun ve yüreğinin görseli. Charlotte Gainsbourg ve küçük oyuncu Morgana Davies’in üzerlerine hüzünden bir kıyafet giydikleri performansları bir de…
BÜYÜK SIR
Hayatının sonuna geldiğini düşünen yaşlı adam, münzevi hayatından çıkarak yıllardır adının kötü bir efsane olarak dolaştığı kasabaya iner ve kendi için bir cenaze töreni düzenlenmesini ister. Kasaba halkı yıllardan beri ondan uzak durmuş, hatta korkmuştur. Hakkında yüzlerce korkunç hikâye anlatılan aksi ihtiyar, ömrünün sonunda, insanlarla yüzleşmek ve yıllardır yüreğine gömdüğü sırrı paylaşmak için ortaya çıkmıştır işte. Cenaze levazımatçısı ve çırağından, ölmeden önce, çok kalabalık bir cenaze partisi ister Felix Bush… Perdenin dev aktörlerinden Robert Duvall’i başrole taşıyan dram, usta oyuncuyu heykelciğe yedinci kez aday yapıp, 1984 tarihli “Tender Mercies” tan sonra ikinci Oscar’ını kazandırabilecek mi bunu göreceğiz… Yaşlı kurda eşlik eden isimlerde bir hayli usta bu arada: Sissy Spacek ve Bill Murray… Ruhu yok eden ve bedeni görünmez bir hapishaneye kilitleyen karanlık geçmiş… Paylaşılamamış, haykırılamamış itiraflar. Bir ömür boyu yürekte kalmış eski ve gerçek aşk. Dostluk, sevgi, paylaşmak ve adına hayat dediğimiz o uzun yolculuk. Bazen ömür törpüsüdür; bazen de tadından yenmeyen leziz bir yemek… Bir de ufak ama değerli ayrıntılar.
GÜNAH KEÇİSİ
Aksaraylı bir oto tamircisiyken, 90’ların başında ‘acı vatan Almanya’ya giden ve 2000 yılında ilk porno filmini çekerek, yaşayan bir efsaneye dönüşen Şahin K.’nın öyküsü… Gerçek ismi Şahin Yılmaz olan porno emekçisi ve yıldızı, sadece Almanya’da değil, internette ‘tıklama’ rekorları kıran filmleriyle neredeyse bütün dünyada tanınan bir fenomen. 100’ün üzerinde porno filme imza atan, 70’ye yakınında bizzat başrolü üstlenen Şahin K., ‘Günah Keçisi’ ile ülkesini selamlıyor. Bir porno değil ‘Günah Keçisi’. Satır arasına birkaç önemli cümle sıkıştıran popüler bir komedi filmi. Aslında çok bıçak sırtı bir proje var karşımızda. Çok zeki olabilecek ve bambaşka yerlere gidebilecekken, belli ki, ‘Recep İvedik’ ‘gibi bir yapım olsun’ demiş proje sahipleri. Devam filmleri çekileceği şimdiden belli olan, ‘Recep İvedik’ genel ruh hali ve yapısındaki filmde, Şahin K.’ya, ‘meseleye’ yabancı olmayan iki popüler isim, Nuri Alço ve Tecavüzcü Coşkun olarak tanınan Coşkun Göğen eşlik etmişler. 80’ler Yeşilçam’ının tanınmış simalarından Sevtap Parman, filmin süsü olmuş. Şahin K.’nın öz yaşam öyküsünden ciddi esintiler taşıyan yapımda, ülkemiz insanının ahlak anlayışı üzerine söylenen sözler, filmin asıl cümlesini oluşturuyor. Ormandaki Şahin K. saldırısı, üstadın gerçek benliğini bulduğu anlar ve Nuri Alço, Coşkun, Şahin K. üçlüsünün birlikte olduğu sahneler güldürüyor. Denizden çıkan canavar Şahin K. beyazperdede oldukça sempatik fikrimce. Gişe beklentisi, popüler hedefler ve otomatik bir refleks olarak ortaya çıkan Recep İvedik tarzı, filmin başka yerlere gitmesini engellemiş. Bir kült olabilecekken, popüler bir seyirliğe dönüşmüş Şahin K. Kısa filmleriyle tanınan Cenk Özakıncı’nın ilk uzun metrajının gişede başarılı olacağını ve devam filmlerinin çekileceğini düşünüyorum. Bu arada, ‘genç yaşlı fark etmez, Şahin K. affetmez’in, kısa bir süre de olsa; gündelik dile yerleşmesi muhtemel bir motto olabileceğini…
MURAT ERŞAHİN