Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

21 KASIM 2014

20 Kasım 2014 Perşembe 21:08
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Yedi filmlik yeni haftanın beşi, yerli yapım. Bunlar arasında, korku denemesi ‘Ümmü Sibyan: Zifir’, Biray Dalkıran imzalı romantik yapım ‘Seni Seviyorum Adamım’ ve Kamil Koç imzalı bir ilk film olan dram ‘Asfalt Çiçekleri’ notlarımız arasında yer alamıyorlar. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

AÇLIK OYUNLARI: ALAYCI KUŞ BÖLÜM 1
Son dönemde iyiden iyiye popüler hale gelen gençlik edebiyatının sivrilmiş örneklerinden ‘Açlık Oyunları’ vahşi bir can pazarında hayatta kalmaya çalışan dirayetli bir genç kızı taşıyordu ana karaktere. Kapkara bir gelecek tablosu yaratan üç ciltlik popüler kitabın, beyazperdeye yansıyan ilk bölümünü, ‘Pleasentville / Yaşamın Renkleri’ ve ‘Seabiscuit / Zafer Yolu’ filmlerinden tanıdığımız Gary Ross yönetmişti. Suzanne Collins’in ziyadesiyle gençlere seslenen ve çok satan distopik roman serisinin ilki olan 2012 tarihli ‘Açlık Oyunları / Hunger Games’, savaş ve felaketler sonrası tamamen değişen bir dünyada; Kuzey Amerika’dan arda kalan şekliyle Panem adında bir ülkede geçiyordu. On iki bölge ve bir başkentten oluşan ülkede, her yıl düzenlenen vahşi bir yarışma vardı. Kuralları, sesi başkentten yükselen despot rejim tarafından koyulan ve uzun yıllardır süregelen geleneksel ve kanlı bir yarışmaydı bu. On iki bölgeden seçilen, yaşları 12-18 arasındaki genç kız ve genç erkeklerden oluşan yarışmacılar, son kişi ayakta kalana dek kanlı bir oyun oynuyorlardı. Televizyondan canlı olarak yayımlanan vahşi yarışmanın kuralları, duruma göre değiştirilebiliyordu Yarışmanın sonunda hayatta kalan tek kişi oluyordu. Kaybetmek, hayata veda etmek anlamındaydı. Sıkıntısız ve garantili bir hayata adım atmak demekti, kazanmak. Yoksulluk, baskı, korku ve belirsizlik içinde yaşayan halk içinse değişen bir şey yoktu tabii. Kahramanımız Katniss Everdeen adındaki genç kız, belki de en yoksul ve çaresiz bölge olan 12. Bölgeyi, arkadaşı Peeta Mellark ile birlikte temsil ediyordu. Güçlü karakteri ve dayanma azmine güvenen Katniss, bütün zorluklara rağmen ayakta kalmaya çalışan son insan olmanın mücadelesini verirken, dışardaki dünyanın kurallarının, yarışmadan çok farklı olmadığını da, en başından beri biliyordu zaten. Aksiyon tarafı ihmal edilmeyen dramatik bilimkurgunun başrolünü, 2010 tarihli ‘Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları’ ile gönüllere taht kurup, henüz yirmi yaşındayken ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar adayı olan çok yetenekli ve güzel aktris Jennifer Lawrence üstlenirken, Josh Hutcherson, Stanley Tucci, Donald Sutherland, Woody Harrelson, Elizabeth Banks, kadronun öne çıkan diğer isimleri oluyorlardı. 2000 tarihli Japon filmi ‘Battle Royale / Ölüm Oyunu’ başta olmak üzere, 1987 yapımı ‘The Running Man / Koşan Adam’ ve 1975 tarihli ‘Rollerball / Ölüm Pateni’ filmlerini akla düşüren eser, bir yıllık aradan sonra, ikinci kitabın beyazperde uyarlaması olan ‘Ateşi Yakalamak’ adlı bölümüyle yeniden buluştu bizlerle. ‘I Am Legend / Ben Efsaneyim’ filminden anımsayacağınız Francis Lawrence yönetmişti ikinci bölümü. Kahramanımız Katniss, baskıcı hükümet ile çetin bir mücadeleye giriyordu bir kez daha! Bu kez, daha vahşi bir yarışmada buluyordu kendini ama finalde, aklının ucundan bile geçmeyen, bir tarafı acı ve karanlık, diğer tarafı umut dolu müthiş bir sürpriz bekliyordu onu. Yeni karakterler de ekleniyordu ikinci filmde maceraya. Usta aktör Philip Seymour Hoffman’ın canlandırdığı ‘Plutarch Heavensbee’ bunlardan biriydi. İkinci bölüm, ilkine göre daha ciddi olan tonuyla, çok daha iyi bir sinema içeriyordu. Bir de devrim ateşi yanıyordu finalde. Yayılan isyanın boyutları ve kahramanlarımızın kaderi ise, şimdi, üçüncü filmde çıkıyor karşımıza. Katniss Everdeen, 12. Bölge’nin, yani evinin tamamen yıkıma uğradığını gördüğünde dehşete düşer. İnsanlar artık yeraltında yaşamaya başlamış ve hükümetin ölümcül politikasının karşısında hayatta kalmak için mücadele etmeye başlamışlardır. Katniss gerçekten de bir devrim ateşi gibi yanan yeni hareketin yüzü olmayı kabul eder ama yükselen isyan dalgasının en ateşli anında, hükümet tarafında kalmış Peeta için endişe etmektedir! Şubat 2014’te hayata veda eden usta aktör Philip Seymour Hoffman’a adanmış bölümü, yine Francis Lawrence yönetmiş. Julianne Moore, ‘isyanın lideri başkan Alma Coin’ rolünde çok inandırıcı. Eski dostların bizi büyük bir merakla son filme davet ettikleri serinin üçüncü bölümünde ‘devrim’ sürüyor özetle! Türün ve filmin hayranları için şölen de öyle! Üstelik daha da ‘meseleli’ olarak. (3,5 / 5)

KARIŞIK KASET
Uygar Şirin’in aynı adlı romanından, Tunç Şahin ve Mert H. Atalay tarafından senaryo haline getirilen ve Tunç Şahin’in ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan romantik yapım ‘Karışık Kaset’, yerli sinema adına son dönem perdeye yansıyan popüler aşk filmleri arasında sağlam bir yer ediniyor kendine. Biraz uzun oldu ama böyle başlamak en iyisi! Biz ‘gördüğünü çalan’ film eleştirmenleri için ‘eleştirmesi’ en zor filmlerden biri bu aynı zamanda. Dürüst olmak, yekten söylemek gerek: bizim çocukların, sevdiğimiz insanların, dostların yarattığı bir proje. Aynı derneğin çatısı altında (siyad) buluştuğumuz, uzun süre aynı dergide yazdığımız (sinema), birlikte güldüğümüz, paylaştığımız, üreticiliğinden her zaman övgü ile söz ettiğim meslektaşım Uygar Şirin’in aynı adlı romanını, benim; ‘Bizim Don Kişotlar’ olarak adlandırdığım ‘birfilm’ ekibi perdeye aktarmış. Film ithalatından başlayan maceraları, ülkenin en saygın, düzgün dağıtım ve yapım şirketlerinden biri olarak süren ‘birfilm’in cengaver ‘filmcilerinden’ Tunç’un, ‘Hamam’ ve ‘Sadece Tek Bir Gün’ adlı kısa metrajlarının ardından, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk uzun metrajında, onunla birlikte bu uzun yola çıkmış dostu Ersan Çongar, filmin yapımcılarından bir diğeri olmuş. Bitmedi; sadece iyi adamlar oldukları için değil, sıkı fenerli olmaları yüzünden de çok şey paylaştığımız Kaan Ege, Kemal Ural ve gülen yüzünün sıcaklığı yüreğine sinmiş, çalışkan, müstesna birey Cihan Aslı Filiz’de yapımcı göreviyle taşın altına ellerini sokmuşlar. Bunlar bizim Don Kişotlar çünkü memleketin kurak kültür sanat ortamında, ‘inat edip, direnip yani’, ‘kaliteden’ asla taviz vermeden, karşılığı ne olursa olsun –ki çoğu zaman zarar olarak geçiyor ülkemizde bu durum şirket hanelerine- inandıkları ve beğendikleri filmleri, her türlü zorluğa rağmen, izleyiciyle buluşturan insanlar. Sayısız örnek verilebilir… İlk anda aklıma gelen, çok etkilendiğim filmlerden bazılarını anımsatmak isterim: ‘Man on Wire / Teldeki Adam’, ‘Shame / Utanç’, ‘Pan’s Labyrinth / Pan’ın Labirenti’, ‘Amour / Aşk’, ‘Barbara’, ‘Spirited Away / Ruhların Kaçışı’, ‘Persepolis’. Gerisini siz düşünün. Neyse, meseleyi iyice öteledik! Bu, tanıtım ve övgü kısmının ardından filme geri dönelim… 1990’da başlayıp, günümüze uzanan bir aşk öyküsü izlediğimiz. Ulaş ve delicesine aşık olduğu İrem’in hikayeleri, yirmi yılı aşan zamanın, dillerde ezber olmuş, popüler şarkılarıyla zenginleşmiş. Kendisine, babasından geçen müzik tutkusuyla, sevdiği kıza, ‘karışık kasetler’ dolduran romantik Ulaş ve araya hep bir şeylerin girip işi uzattığı ‘zamanda’, bir kaybolup bir beliren İrem. Sarp Apak ve Özge Özpirinççi’nin başrolleri üstlendikleri, mizah da içeren duygusal yapımda, usta aktör Bülent Emin Yarar ve Sevinç Erbulak ile birlikte Ulaş ve İrem’in çocukluklarını başarıyla canlandıran genç isimler, Ulaşcan Kutlu ve Aslıhan Kapanşahin’de kadroya ‘farklı’ tatlar katıyorlar. Teknik yönden çok temiz, titiz bir film olmuş ‘Karışık Kaset’. Osman Bayraktaroğlu imzalı kurgu, dikkat çekici! Daha önce Ramin Matin filmleri ‘Canavarlar Sofrası’ ile ‘Kusursuzlar’da görev alan görüntü yönetmeni Deniz Eyüboğlu’nun kamerası da kayda değer. Erol Evgin’in İçimdeki Fırtına adlı şarkısının hikayesi iyi! Melih Kibar ve Çiğdem Talu’nun ilişkileri, gerçek ‘aşk’ın kanıtı olarak ‘cuk’ oturmuş. Birbirlerinin neler yaşadığını bilmeden, farklı coğrafyalarda aynı hisleri duyumsamak. Kibar’ın duygu patlaması notalarına, Talu’nun, şarkının nasıl yazıldığını bilip, aşkının içinde kopan fırtınayı, sözlere dökmesi. Trajik biçimde hayata veda eden Mesut Aytunca ve Siyad üyesi dostumuz Erol Bilem’in 60’lı yıllarda kurdukları Siluetler grubu, özel ve ilginç bir ayrıntı film için. Maria Rita Epik de öyle… Gelelim filmin eksilerine… Birinci tekil fikirlerim: Öncelikle, izlenen ‘aşk’ öyküsü, çok fazla ‘bir şey’ yapmadı bünyeme! Filmi iki bölüme ayıracak olursak, Ulaş ile İrem’in çocuklukları, yani ‘aşkın’ başladığı kısım, başarılı. 2000’ler başlayınca bir takım problemler beliriyor. Ulaş karakteri, filmin ana karakteri olarak ‘aşk’a daha fazla ikna ediyor sanki. İrem ise hep soru işaretleriyle yaklaşılan birine dönüşüyor. Uzun bir süre, samimiyeti ve sıcaklığından kuşku duyuyor, hatta ruhsal bir sorun arıyorum karakterde. Yan karakterler, baba örneğin, fazla nüanslı oynanmış bir rol olsa da, genel anlamda karakter yaratmada ciddi sorunlar olduğunu fark ediyorum. Boşlukta salınan, içinin doldurulması gereken ama doldurulmamış noktaların fazlalığı. Ulaş ve İrem’in şekillenmesinde rol oynayan faktörler. Memleketin genel hali. Karakterlerin ‘emek’ kavramıyla olan ilişkileri, ülkenin 90’dan günümüze sosyal-politik-ekonomik panoramasının fonda bile olsa, yeteri kadar etkili biçimde yer almadığı gerçeği! Toplumsal hayatın ‘öteki’ kısmının ötelenip, fazla hijyenik davranılması! ‘His’ meselesindeki yapay durum! Bir de çok öznel olacak belki ama ıskalanan dönem şarkıları ve sanatçılar. (Telif problemleri meselesini anlayarak tabii) Mazhar tamam ama ‘ozanlık’ deyince, Fikret Kızılok ile Bülent Ortaçgil ne olacak? Yetmişlerden sarkan isimlere Tanju Okan zorunluluğu. Cem Karaca, Timur Selçuk, Ajda Pekkan, Özdemir Erdoğan sonra. Yeni Türkü, Grup Gündoğarken, Çağdaş Türkü vaziyetleri… Bu liste böyle sürüp gidiyor ama son jenerikler akarken, ‘kentli’ aşk öyküsünün, özetle, birçok benzeri arasında fark edildiğini ayrımsıyorsunuz. İnsan, beklentilerini düşürmekte zorlanan bir canlı. Belki onu daha fazla ‘faydalı’ ve samimi kılan da bu önemli nokta. Bir eleştirmen olarak, umut ettiği yerden daha fazla artı değer bekleme arzusu! Birfilm ekibinden, saptıkları bu keyifli ama zorlu yolda, ilk uzun metrajlarının üzerine her yeni tecrübede daha fazla artı değer ekleyerek yürümelerini beklemek, zorlama bir ümit olmayacak kuşkusuz! (2,5 / 5)

KUMUN TADI
Karanlık, netameli işlere bulaşmış Hamit, insan kaçakçılığın yapan bir kömür tüccarı için çalışmaktadır. Bir araştırma projesi için yurt dışından gelmiş Denise ile birlikte, her şeyi geride bırakmayı düşlese de, imkansız gibidir oluşlar. Günümüz sözde modern ve çağdaş dünyasının kanayan yaralarından, insan kaçakçılığı ve hayatını bu uğurda kaybeden göçmenler meselesi perdede duran. Melisa Önel’in ilk uzun metrajlı filmi üzerine söylenecek belki de en önemli şey, bir kafa karışıklığı meselesi. Perdeden izleyiciye geçen duygu yüzdesi ‘sıfır’. Aksine, öykünün dinamikleri, bu ‘duygu’ durumunun altını çiziyor. Bir tespit hikayesi deseniz, karakterlerin derinlikli öyküleri ve meselenin ağırlığı bilinmeyip, hissedilmediği için, en ufak bir etki yaratmıyor, perdedeki görüntüler bünyede. Karakterlerin çıkmazları da, karikatürleşip, geniş bir muğlak olarak dikiliyor karşımıza! İnsan hayatları ve her manada yoksunluk, ne denli soğukkanlı yaklaşılırsa yaklaşılsın, yüreğe dokunmayacak bir şey değil kuşkusuz! Prömiyeri, 64. Berlin Film Festivali’nin ‘forum’ bölümünde gerçekleşen ve 33. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde Altın Lale için yarışan dram, usta kalem Feride Çiçekoğlu ve Melisa Önel’in senaryolarından uyarlanmış. Danis Tanovic filmi ‘Cirkus Columbia / Güzel Bir Hayat Düşlerken’den anımsayabileceğiniz, eski Yugoslavya’da, günümüz Hırvatistan’ında dünyaya gelen aktris Mira Furlan’a, Timuçin Esen ve Ahmet Rıfat Şungar’ın eşlik ettikleri yapımda, Mustafa Uzunyılmaz, Sanem Öge ve Selen Uçer de rol alıyorlar. Tamamen, görüntü yönetmenleri Julian Atanassov ve Meryem Yavuz’un öne çıktıkları bir belirsizlik gösterisine dönüşmüş film. (1 / 5)

ŞEFLERİN SAVAŞI
Aktör-senarist-yönetmen Daniel Cohen’in üçüncü uzun metraj yönetmenlik denemesi, içinden leziz yemeklerin geçtiği bir komedi. Başrollerini usta aktör Jean Reno ve Michaël Youn’un üstlendikleri yapım, ünlü şeflerin peşinde koşturduğu, ‘meselenin’ zirvesi anlamına gelen ve müthiş mutfak ve şeflere sunulan michelin yıldızlarından üçünün sahibi, tecrübeli bir şefle, yemekleri; sevgisi ve önüne geçilemez tutkusuyla hazırlayan amatör bir şef adayının dostluğu çerçevesinde, hayattan alacağımız lezzetler üzerine sınırları belli ama sevimli bir yapım. Alexander Lagarde, michelin yıldızlarının getirdiği şöhret uğruna, özel hayatını, dolayısıyla bir tanecik kızını ihmal etmiş, çok ünlü bir şeftir. Otuzlarını süren ve yakında baba olmaya hazırlanan amatör lezzet ustası Jacky Bonnot’nun hayallerini ise, sürekli onu izleyerek büyüdüğü; Alexander gibi bir büyük bir şef olmak, süslemektedir. Tesadüf eseri karşılaşırlar ve Alexander, son derece yetenekli ama bir o kadar inatçı ve huysuz genç adamdaki yeteneği görür. Yeni michelin yıldızı için birlikte mücadele etmeye karar verirler. Ustası, çırağın önünü açacak, çırak ise, ustanın yitirdiği heyecanı ona yeniden hediye edecektir! Bildik gidişata ve klişe oluşlara sahip, buna karşılık, mütevazı tonu ve sımsıcak atmosferiyle, izlenir olmayı sonuna dek hak eden, eğlenceli bir film orijinal adıyla ‘Comme Un Chef’ (2,5 / 5) MURAT ERŞAHİN





Diğer Yazılar