Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

20 KASIM 2020

19 Kasım 2020 Perşembe 17:27
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyon, 20 Kasım haftasında; ikisi yerli yapım olmak üzere, dört yeni filme daha merhaba diyecekti ki; 17 Kasım günü alınan kararlar sonucu; Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yıl sonuna kadar kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi, sevdiklerimizi pandemiden korumak ve umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül, Ekim ve nihayet Kasım aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2011 yılının Kasım ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Kasım’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Kasım 2011

ALTIN PORTAKAL’IN ARDINDAN

48. Hasat ve geriye kalanlar

Geriye ne kaldı 48. Antalya’dan? Ulusal yarışmanın ‘epey’ zayıf filmleri, darbe ve sansür nedeniyle 1979 ve 80’de verilemeyen ödüllerin sahiplerini bulması, ‘sanatta sosyal sorumluluk ödülü’nü alan Rutkay Aziz’in ‘anlamlı ve yerinde’ ödül konuşması, Nuri Alço ve Ahu Tuğba’nın geç gelen 79-80 ödüllerinden bazılarını sahiplerine sunması, üstüne üstlük Ahu Tuğba’nın ‘mana yüklü’ konuşması, ‘ve kadın dünyaya dokundu’ ana temasıyla, sinema özelinde, kadının günlük hayattaki vazgeçilmezliğini yeniden anımsatmaya çalışan festivalin, jürilerin tamamını kadınlardan oluşturması, ulusal yarışma ön jürisi ve ana jürisinin tartışılan ve tartışılacak kararları, film ekipleri ve medya mensuplarının farklı otellere yerleştirilmesi, genel tevazu eksikliği – şöyle ki, genç gazetecilerden, kısa metraj, belgesel, uzun metrajla uğraşan genç sinemacılara, hemen herkesin ‘itici, bilgiç ve şımarık’ ruh haliyle davranması. ‘Ben oldum artık’ mevzuunun çok sinir bir hal alması. ‘Filmimle çığır açacağım’ halet-i ruhiyesi. Ödül töreninde sıkça dile getirilen ve ağızlara yerleşen ‘öteki’ vaziyeti. Film gösterimleri öncesi AKM’nin perdesine zorunlu yansıyan ‘sinemamızda 1980’li yıllarda kadın oyuncular’ temalı tanıtım filminin ezberlenmesi. Yapımın, festival boyunca dillerden düşmeyen ‘unutulmaz’ diyalogları: Başta; ‘kazandın, ama ne kazandın?’, ‘yarın sabah seni Dom’a götüreceğim’, ‘dul kadın eti tatlı olur’, vs. gibi. Her yarışma filmi öncesi, hınca hınç dolu salonda ayakta kalmamak adına tanıtım filmi ve reklamlar dahil her şeyi izleyen ‘bizim büyük çaresizliğimiz’. Son olarak; festival emekçilerinin alın teri.
Ulusal uzun metraj film yarışmasına gelelim. Hemen her filmde ‘hoş bir an’ peşinde koşan benim gibi bir sinema yazarını bile umutsuzluğa sevk eden, ‘sinemadan çıkmış insan’ ruh durumumu zedeleyen yapımlar. Geç dağıtılan 1979-80 ödülleri için yarışan birbirinden önemli filmlere bakınca durumu daha iyi ayırt ediyor insan: sinemamızda bu yıl yaşanan kan kaybı. Üretim önemli tabii ama ‘nitelik’ çok daha önemli. Ortak bir dil, yeni bir sinema anlayışına ulaşmak için taşlı, uzun bir yol var önümüzde. Önüne gelenin dijital kameraya sarılıp, bilinçsizce üretmesi, kaliteyi öteleyip, ‘sinema’yı zedeliyor. Biçim ve stili geçelim, bir meseleniz, anlatım tekniğiniz, çözümünüz, estetik bilginiz, genel kültürünüz yoksa neden sinemayla uğraşır ki insan? Sizi rahatsız eden, dünyayla, ülkeyle, yaşadığınız yerle ilgili bir sorununuz, derdiniz yoksa kafanızdaki meseleler sizi hayatın atar damarına katmıyorsa neden sinema? Çekebilirsiniz tabii istediğinizi, ama yarışmalar ve ticari gösterimlere katılmak neden? Gösterin çektiğiniz filmi aile ve arkadaş çevrenizde, eğlenin. Ama ‘ben sinema yapmak istiyorum’ dediğiniz zaman iş değişiyor. Sorumluluk, bilinç ve yetenek giriyor devreye. Bu yılın ön jürisinden başlamak gerek. Dışarıdan konuşmak kolay olsa da; gerçekler var ortada: kötü filmler. Yarışma için başvuran filmler arasında iyi film az olabilir. O takdirde, sadece ‘o filmleri’ seçmek gerekir. Festival komitesi, ‘siz şu kadar film seçmek zorundasınız’ diyebilir. O zaman, ben bu jüriden affımı istiyorum dersiniz. Çok ciddi ve sorumluluk gerektiren bu jüriye dahil olunduysa, gereği yapılmalıdır. Yedi film mi hak ediyor, sinemamız adına çok önemli bir itici güç olan ‘Altın Portakal’da yarışmayı? O takdirde, o yedi filmi değerlendirmelidir jüri.
Bu yıl, ‘en iyi film’ olmak için yarışan on üç yapım arasında, dokuz ‘ilk film’ yer aldı. İlk film var, ilk film var tabii ki. Bir ‘Sonbahar’, bir ‘Çoğunluk’ var. Bir de diğer ilk filmler. Bu, ‘diğer’ ilk filmler arasında yer alan ‘Güzel Günler Göreceğiz’i, ‘en iyi film’ olarak seçti ana jüri. Üstüne üstlük, en iyi senaryo ve en iyi kurgu ödüllerini de verdi. Filmin senaryosu ve kurgusu ‘olmamıştı’ bence. Diyaloglar özensizdi. Aklıma takılan bir sahne: filmin karakterlerinden komiser İzzet, sevdiği genç kadına, Figen’e şöyle der: ‘kırsal bir yere kaçalım’… Filmin yönetmeni Hasan Tolga Pulat’ın festival kataloğunda yer alan özgeçmişinde şöyle yazıyor: ‘Furkan Kızılay’ın (‘Çocuklar Duymasın’ın ‘havuç’u) çıkardığı müzik albümündeki, ‘Aşıksın Sen’ isimli parçanın video klip senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini üstlenmiştir.’ Genç yönetmenin filminde de klip ve televizyon dizisi-filmi mantığı, biçimi vardı zaten. Festivalin bence en zayıf filmlerinden birine ‘en iyi film’ ödülü vererek, yeni bir sinema hevesine, zekâsına ve bilincine ket vurdu jüri. Bu, Türkiye’deki sinemanın geri adımıdır. ‘Hicaz’ adlı filme değinmeye gerek yok. Akıl alacak gibi değildi. Hiçbir ödül almayan ‘Hangi Film?’in yanlış ve hatalarına rağmen ‘kötü’ statüsünde olmadığını söylemek zorundayız. ‘Nar’ın görmezden gelinmesi ve ‘Ümit Ünal’a gönül almak için ‘icat edilmiş’ bir jüri özel ödülü verilmesi hoş kaçmadı. En azından, senaryo ödülünü hak ediyordu ‘Nar’. ‘Can’ın başrol oyuncusu Selen Uçer’in müthiş performansının ödüllendirilmemesi ayrı bir tuhaflıktı. ‘Görmezden gelmek’ bu olsa gerek. ‘Zenne’, ‘eksiklerine’ rağmen yarışma filmlerinin, ‘Nar’ ile birlikte en iyilerindendi. Başrol oyuncularından birinin, ‘yardımcı oyuncu’ olarak ödüllendirilmesi de tartışılabilir. ‘Zenne’ciler, fazla ilgi ve alkışın etkisinde kalmadan, hevesle, mütevazılıkla sinema yapmaya devam etmeliler. ‘Lüks Otel’, kolektif, gerillavari bir çalışmanın ürünüydü. Hedef, ‘iyi sinemaydı’ ekip için. Olmamış çok tarafı vardı ama ümit vaat ediyordu. ‘Canavarlar Sofrası’ teatral havası ve mesafeli, donuk tavrı haricinde, ‘mesele, rota ve farklı bir sinema’ olarak dikkat çekti. Çok tanıdık ‘Geriye Kalan’ın, en iyi yönetmen ödülünü kazanması, tuhaf olmayan kararlardandı. Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metrajını beklemek gerek. Popüler dizi ‘Behzat Ç.’nin beyazperde macerası, dizinin perdeye taşınmış hali olmasına rağmen, ‘kötü filmler’ arasında sırıtmadı. Sahici sinemanın manifestosu olarak sunulan ‘Ön Görüye Ağıt’ kaçırılmış bir fırsattı. Sahiciydi ama daha sahici ve daha ‘gerçek’ olmak adına gereken yapılmamıştı. Eksikti. Seneye, daha iyi ‘ilk filmler’, olmuş yapımlar, daha bilinçli seçimlerle karşılaşmayı dileyerek ayrıldık Antalya’dan. Sinemamız adına ‘umutsuzluğu’ geride bırakarak. Bunu; zayıf bir mahsul olarak değerlendirebilir miyiz? Gelecek adına, kaliteli üretim anlamında umut var mı? Düşünüp, tartışacağız elbet. Umudu yitirmemeliyiz. İyi filmler izlemek için, sektörün bütün emekçilerinden, izleyicilere dek, alın teri, özen, sorumluluk duygusu, tarafsızlık, çalışma ve destek gerekiyor. Belki de, sanatçılar başta olmak üzere, var olması gereken yedinci sanat bilinci. Üstünkörü, alelacele, kısa soluklu, ödül odaklı, yaptım-oldu bir bilinç değil; koşulsuz sinema sevgisi ve emekle yüklü bir bilinç.


BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA

Çehov’un ‘keskin’ bozkırı…

‘İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine’ der Edip Cansever. Nuri Bilge Ceylan, Cannes’de ‘Jüri Büyük Ödülü’ kazanan yeni filminde, Cansever’in dizesini görüntülemiş adeta. Türkiye prömiyeri, Adana Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleşen film, İç Anadolu’nun derin yalnızlığında, Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde geçiyor. Bozkır’ın izole sessizliği, boğucu bir yalnızlık, ilçenin adına yakışır ‘keskin’ bir çaresizlik. Kasaba hayatının birbirine benzeyen tozlu yolları, kıskançlıkları, çekişmeleri, dedikoduları, dertleri, hüzünleri, neşeleri, sataşmaları, suçları, öfkeleri, sonu belli kaderleri, dalıp gidilen kederleri, pişmanlıkları, dile gelmemiş sözleri, aşkları, en önemlisi de gerçekleşmeyecek düşleri… Bir gece boyu ve ertesi sabahın erken saatleri içinde geçen öykü. Yaklaşık on iki saate sığdırılan hayat. Kasabada işlenen cinayet. Peş peşe üç araba. Ceset aranıyor. Tespit yapılacak. Komiser, yardımcıları, zanlılar, savcı, doktor, şoförler, savcılık çalışanları, jandarma, muhtar, muhtarın kızı, morg görevlisi, bütün bir Anadolu. Herkesin bir derdi var öte yandan; ‘durur içerisinde’… Nuri Bilge Ceylan’ın en usta işi filmi olmuş, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’. İzleyiciyi, henüz müthiş açılış sahnesiyle avucuna alan, sonra bozkırın ortasında gece yarısı; üç arabaya doluşmuş birbirinden dertli karakterleriyle iki saate yakın ceset aratan, ardından cesede yapılan otopsiyle noktayı koyan öykü, 157 dakikalık süresine rağmen bir an bile sıkmadan izletiyor kendisini. Yarım saatmiş gibi akıyor film. Felaketin ortasında, uçurumun tam kenarında bir sürü karakter. ‘Halay başı olmak lazım bu dünyada’ diyor komiser Naci. Savcısı, doktoru, katil zanlısı, polisi, hepsi dertli. Muhtarın kızının çay servisi yaptığı sahnede, ‘herkesin kendine göre gördüğü gerçek’. Sonra, muhtarın evindeki yemek sahnesi. Sinir bozucu kahkahaların, perdedeki kapkara resme eşlik ettiği tuhaf albeni. Ercan Kesal ve Ebru Ceylan’ın, Nuri Bilge’ye eşlik ettikleri incelikli, matematik senaryo. Özellikle daha önce hiçbir NBC filminde rastlamadığımız müthiş ötesi diyaloglar. Arabadaki yoğurt tartışması unutulmaz örneğin. Gökhan Tiryaki’nin nerden baktığını gayet iyi bilen kusursuz kamerası eşliğinde; yazdıkça yazılacak, konuştukça konuşulacak önemli bir filme imza atılmış. Sosyolojik-psikolojik derin okumalara sahip, hepsinden öte; çaresizliğin, terk edilmişliğin, kaybetmişliğin, pişmanlığın, en önemlisi yürek parçalayan bir elemin kekremsi tadını alacağınız çok ustalıklı bir iş. Anadolu’nun ‘içinde sayısız öykü barındıran uçsuz bucaksız toprağından’, ‘gariban bırakılmış’ portreler. İçlerinde gezdirdikleri acıları, geri dönülemeyişin, dışarı çıkılamayışın, imkânsız kaçışın kavruk, garip buruk kabullenişiyle sarmalayan insanlar. Turgut Uyar’ın, ‘bozkır tayfasıdır’ dediği; Anadolu’da yaşayan insanların öyküsü, yüreğe sokulan bir bıçak gibi. Öldürüyor kesin ama kanatmadan sanki…

(KASIM 2011 / SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar