20 KASIM 2015
Haftanın beraberinde getirdiği yeni film sayısı altı. Dört yeni film notlarımız arasında. İki yerli yapım; korku-gerilim örneği ‘Hüddam’ ve özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen ‘Pırdino Sürpriz Yumurta’, haftanın notlarımızda yer alamayan yenileri. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
ANNEM
Nanni Moretti imzalı dram, bu yıl, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’de Ekümenik Jüri (Kiliseler Birliği) ödülünü kazanmış, İtalyan Oscar’ları olarak bilinen David di Donatello ödülleri’nde ise, ‘en iyi kadın oyuncu’ ve ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ heykelciklerine de sahip olmuştu. Duygusal yapım, bir kadın yönetmenin, özel hayatı ve mesleği, çok sevdiği sanatı arasında devinirken, hasta annesiyle olan ilişkisini ve hayatını rayına oturtma çabasını öykülüyor. Oldukça sıcak ve insanca yapıyor bunu Moretti, bildik sinemasından alıştığımız üzere. Ergen kızı, ayrıldığı sevgilisi, kendisinin aksine son derece düşünceli, dirayetli erkek kardeşi ve hasta annesiyle, günlük yaşamını sürdüren yönetmenin, Amerikalı ukala bir aktörün de hayatına sokulmasıyla, neredeyse kaybolan ruhsal dengesini tekrar bulma çabası, kimi anlar yoğun bir hüzün, kimi anlar da oldukça içten bir mizah içeriyor. Hayatın tam içinden karakterlerle, yaşam denen düzlemin anlamı/anlamsızlığı üzerine saptamalar da yapan dramın başrolünü, usta İtalyan aktris Margherita Buy üstleniyor. Nanni Moretti, John Turturro ve Giulia Lazzarini, filmin öne çıkan diğer önemli isimleri. Varoluş kriziyle boğuşma çabaları, anne-çocuk ilişkisi, yaşarken söyleyememek, eksikleri tamamlayamamak, kırılan kalpleri onaramadan, veda etmenin sıkıntısı, anlam arayış gibi hayati meselelere ve sanatın-sinemanın mutfağına içerden bakan duygusal film, acı ama hakiki anımsatmalar yaparken, bir yandan da, yaşama amacımızın içini doldurma gayreti taşıyor. Metin Altıok’un eşsiz dizelerinden yola çıkarak, şöyle bir çıkarım yapmak mümkün: anamızın bıraktığı yerden bize sarılacak kim var ki sonuçta? (4 / 5)
HAYATIN KIYISINDA
70’lerin ortasında, Fransa’da sakin bir sahil kasabası. Evlilikleri krizde olan Amerikalı çift, üretim sıkıntısı çeken yazar Roland ve eski dansçı Vanessa, denize bakan otel odasına yerleşirler. Kendi hayatlarındaki çözümsüzlüğü, yan odaya balaylarını geçirmek için gelen yeni evli çifti gözetleyerek savuşturmaktır niyetleri. Hollywood’un evli çiftlerinden Angelina Jolie ve Brad Pitt’i başrole taşıyan film, Angelina Jolie imzası taşıyor. 2007’den bu yana yönetmen sandalyesine de göz diken güzel aktrisin, ‘In the Land of Blood and Honey / Kan ve Aşk’ ve ‘Unbroken / Boyun Eğmez’in ardından yönettiği üçüncü uzun metraj kurmacanın senaryosu da Jolie’ye ait. İki usta Fransız aktör Niels Arestrup ve Richard Bohringer’in yanı sıra, Mélanie Laurent ve Melvil Poupaud, kadronun diğer oyuncularını oluşturuyorlar. Öykünün, otobiyografik bir yanı olduğu kesin. Antonioni sinemasının genel atmosferine öykünmüş ama bu büyük sorumluluğun altından kalkmayı başaramamış bir yapım, orijinal adıyla ‘By the Sea’. Romantik dram, asıl gücü, müzikten, soundtrack’ından alıyor. Öyküye fon oluşturan Serge Gainsbourg şarkıları ve özellikle ikonik aşkı Jane Birkin’in seslendirdiği enfes şarkı, hemen her şeyin önüne çıkıyor. Belli bir atmosfer kurmayı başaran, bunu ‘yerinde’ performanslarla dengeleyen ama öykünün genel yapısı, ‘balansı’ ve yönetmenlik becerisi bakımından vasat çizgisinde gezinen film, ilişkilerinin sihrini kaybetmiş problemli çiftlere farklı bir terapi olarak seslenebilir. 70’lerin Avrupa sinemasına refere edecek anları ve elegan havasıyla ilgiye değer öte yandan! (2,5 / 5)
GİZEMLİ GERÇEK
Dedektif Jess’in kızı vahşi bir cinayete kurban gittiğinde, ekip üyesi Ray, arkadaşının kızının katilini bulmak için müthiş bir araştırmaya girişir. Aradan on üç yıl geçer. Katilin izini bulduğunu düşünen Ray, elindeki bilgileri eski ekibiyle paylaşır. İntikam arzusu, bütün ekip üyelerinin parçalanmış hayatlarının tam ortasındadır halen. 2009 yılının bomba etkisi yaratan yapımları ‘The White Ribbon / Beyaz Bant’ ve ‘Un Prophete / Yeraltı Peygamberi’ni geride bırakıp, ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ını kazanan Arjantin yapımı ‘El secreto de sus ojos / Gözlerindeki Sır’ın Hollywood damgalı yeniden çevirimi, ‘Shattered Glass’ ve ‘Breach / İhanet’ adlı filmlerden anımsayacağınız Billy Ray uyarlayıp yönetmiş. Arjantinli yazar Eduardo Sacheri’nin ‘La pregunta de sus ojos’ adlı romanından beyazperdeye uyarlanan politik metinli tür kırması ‘Gözlerindeki Sır’rı, Juan José Campanella yönetmişti. Campanella’nın filminin başrolünü ise, Arjantin’in en popüler aktörü Ricardo Darin üstlenmişti. Yirmi beş yıl önceye uzanan bir cinayet araştırmasını izlemiştik orijinal filmde. Bir sorgu müfettişi ve emrinde çalıştığı güzel hâkim arasındaki büyük aşkı da. Nihayetinde, 1974’ten 2000’lerin başına uzanan bir dönemde Arjantin gerçeği duruyordu perdede. Siyasi dramdan romantizme, gerilimden kara filme uzanan türler buluşması, çok temiz, klasik bir sinema ile kotarılmıştı. Toplam elli bir ödül kazanan yapım, faşist devlet-sistem geleneğinden beslenen kötücüllüğün kurbanlarını, bir suç öyküsünde anlatırken, kelimelere dökülememiş imkânsız ve ertelenen sevda sözlerinin önemine, aşkın sınır-zaman tanımazlığına ve intikamın toplumsal yanına değinmeyi de ihmal etmiyordu. Amerikan yapımı yeniden çevirim, öyküde bazı farklılıkları gösterse de, hemen hemen aynı. Sadece ilk filmin dokusunu kuşatan politik zemin, bu kez tamamen eksik. 11 Eylül paranoyası ve iç güvenlik endişesi üzerine yıkılmış fon, orijinal filmdeki faşizm meselesinden oldukça uzakta. Yeni çevirimin başrollerini, Chiwetel Ejiofor, Nicole Kidman ve Julia Roberts gibi yıldızlar paylaşıyor. Alfred Molina, Dean Norris, Joe Cole ve Michael Kelly ise öne çıkan diğer aktörler. İki ana karakter arasındaki romantik bağ ve gerçek aşk öyküsü, keşke, filmin odağında olsaymış. Kavuşamama üzerinden gelişen, kırık bir aşk hikayesi, gerilimi ayarlanamayan sözde gizemli hikayeden daha inandırıcı olurmuş kesinlikle. Orijinal filmi izlemeseydik, belki çok daha iyi gelebilirdi bünyeye ama yeniden çevirim, kaliteli oyuncu kadrosuna, titiz işçiliğe ve fazla sırıtmayan uyarlamaya rağmen, fikrimce ortalamada yer alıyor. (2,5 / 5)
AÇLIK OYUNLARI: ALAYCI KUŞ BÖLÜM 2
Son dönemde iyiden iyiye popüler hale gelen gençlik edebiyatının sivrilmiş örneklerinden ‘Açlık Oyunları’ vahşi bir can pazarında hayatta kalmaya çalışan dirayetli bir genç kızı taşıyordu ana karaktere. Kapkara bir gelecek tablosu yaratan üç ciltlik popüler kitabın, beyazperdeye yansıyan ilk bölümünü, ‘Pleasentville / Yaşamın Renkleri’ ve ‘Seabiscuit / Zafer Yolu’ filmlerinden tanıdığımız Gary Ross yönetmişti. Suzanne Collins’in ziyadesiyle gençlere seslenen ve çok satan distopik roman serisinin ilki olan 2012 tarihli ‘Açlık Oyunları / Hunger Games’, savaş ve felaketler sonrası tamamen değişen bir dünyada; Kuzey Amerika’dan arda kalan şekliyle Panem adında bir ülkede geçiyordu. On iki bölge ve bir başkentten oluşan ülkede, her yıl düzenlenen vahşi bir yarışma vardı. Kuralları, sesi başkentten yükselen despot rejim tarafından koyulan ve uzun yıllardır süregelen geleneksel ve kanlı bir yarışmaydı bu. On iki bölgeden seçilen, yaşları 12-18 arasındaki genç kız ve genç erkeklerden oluşan yarışmacılar, son kişi ayakta kalana dek kanlı bir oyun oynuyorlardı. Televizyondan canlı olarak yayımlanan vahşi yarışmanın kuralları, duruma göre değiştirilebiliyordu Yarışmanın sonunda hayatta kalan tek kişi oluyordu. Kaybetmek, hayata veda etmek anlamındaydı. Sıkıntısız ve garantili bir hayata adım atmak demekti, kazanmak. Yoksulluk, baskı, korku ve belirsizlik içinde yaşayan halk içinse değişen bir şey yoktu tabii. Kahramanımız Katniss Everdeen adındaki genç kız, belki de en yoksul ve çaresiz bölge olan 12. Bölgeyi, arkadaşı Peeta Mellark ile birlikte temsil ediyordu. Güçlü karakteri ve dayanma azmine güvenen Katniss, bütün zorluklara rağmen ayakta kalmaya çalışan son insan olmanın mücadelesini verirken, dışardaki dünyanın kurallarının, yarışmadan çok farklı olmadığını da, en başından beri biliyordu zaten. Aksiyon tarafı ihmal edilmeyen dramatik bilimkurgunun başrolünü, 2010 tarihli ‘Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları’ ile gönüllere taht kurup, henüz yirmi yaşındayken ‘En İyi Kadın Oyuncu’ dalında Oscar adayı olan çok yetenekli ve güzel aktris Jennifer Lawrence üstlenirken, Josh Hutcherson, Stanley Tucci, Donald Sutherland, Woody Harrelson, Elizabeth Banks, kadronun öne çıkan diğer isimleri oluyorlardı. 2000 tarihli Japon filmi ‘Battle Royale / Ölüm Oyunu’ başta olmak üzere, 1987 yapımı ‘The Running Man / Koşan Adam’ ve 1975 tarihli ‘Rollerball / Ölüm Pateni’ filmlerini akla düşüren eser, bir yıllık aradan sonra, ikinci kitabın beyazperde uyarlaması olan ‘Ateşi Yakalamak’ adlı bölümüyle yeniden buluştu bizlerle. ‘I Am Legend / Ben Efsaneyim’ filminden anımsayacağınız Francis Lawrence yönetmişti ikinci bölümü. Kahramanımız Katniss, baskıcı hükümet ile çetin bir mücadeleye giriyordu bir kez daha! Bu kez, daha vahşi bir yarışmada buluyordu kendini ama finalde, aklının ucundan bile geçmeyen, bir tarafı acı ve karanlık, diğer tarafı umut dolu müthiş bir sürpriz bekliyordu onu. Yeni karakterler de ekleniyordu ikinci filmde maceraya. Usta aktör Philip Seymour Hoffman’ın canlandırdığı ‘Plutarch Heavensbee’ bunlardan biriydi. İkinci bölüm, ilkine göre daha ciddi olan tonuyla, çok daha iyi bir sinema içeriyordu. Bir de devrim ateşi yanıyordu finalde. Yayılan isyanın boyutları ve kahramanlarımızın kaderi ise, üçüncü filmde çıkıyordu karşımıza. Katniss Everdeen, 12. Bölge’nin, yani evinin tamamen yıkıma uğradığını gördüğünde dehşete düşüyordu. İnsanlar artık yeraltında yaşamaya başlamış ve hükümetin ölümcül politikasının karşısında hayatta kalmak için mücadele etmeye başlamışlardı. Katniss gerçekten de bir devrim ateşi gibi yanan yeni hareketin yüzü olmayı kabul ediyor ama yükselen isyan dalgasının en ateşli anında, hükümet tarafında kalmış Peeta için endişe ediyordu! Şubat 2014’te hayata veda eden usta aktör Philip Seymour Hoffman’a adanmış bölümü, yine Francis Lawrence yönetmişti. Julianne Moore, ‘isyanın lideri başkan Alma Coin’ rolünde inandırıcıydı. Eski dostların, bizi büyük bir merakla davet ettikleri serinin son bölümünde, başkente karşı olan ayaklanmada gelinen son noktayı izliyoruz. Hem başkan Snow’u yok etmek, hem de Peeta’yı ‘kendine getirmek’ için kahramanımız Katniss Everdeen, ‘Capitol’e doğru yanındaki ekiple birlikte yola çıkar. Özellikle üçüncü bölümün parlak ‘meseleleri’, final filminde, ateşten mal kaçırırcasına bir oldubittiye kurban edilmiş. Alelacele final, serinin geçmişine ihanet ediyor. Özellikle veda sahneleri, kamu spotu ruhunda. Yine de serinin yüzü suyu hürmetine, çalışılmış tasarımla, titiz plastik göz önüne alındığında vasatın altına düşmesi zor filmin. Serinin hayranları içinse heyecanlı ve keyifli bir mecburiyet kesinlikle! (2,5 / 5) MURAT ERŞAHİN