19-20 MAYIS 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Slaughterhouse-Five / Mezbaha No.5
(Yönetmen: George Roy Hill / 1972)
Nineteen Eighty-Four / 1984
(Yönetmen: Micgael Radford / 1984)
Brazil
(Yönetmen: Terry Gilliam / 1985)
Killer of Sheep / Koyun Katili
(Yönetmen: Charles Burnett / 1978)
Sanatorium pod Klepsydra / Kum Saati Sanatoryumu
(Yönetmen: Wojciech Has / 1973)
Vizyonda bu hafta (19-20 Mayıs 2022)
İkili vizyon bu haftayı, 19 ve 20 Mayıs olarak iki parçaya bölüyor! 19 Mayıs’ta üç, 20 Mayıs’ta beş film var programda. Toplam sekiz filmin üçü yerli yapım.
Başrolünü Nicholas Cage’in üstlendiği ‘Pig’ notlarımız arasında!
PIG
(20 Mayıs 2022)
-Vazgeçmek üzerine-
Oregon eyaletinde doğanın içine, ormanlara kaçarak, insanlardan uzak, adeta tek dostu olan domuzuyla birlikte yaşayan eskinin ünlü şefi Rob, nadir bulunan değerli trüf mantarlarını, domuzu yardımı ile toplayıp, genç bir işadamına satmaktadır. Domuzu kaçırılıp, darp edilen yalnız adam, Portland’a, büyük şehre geri döner ve eski bağlantılarını kullanarak, dostunun izini sürer!
Kısa metraj filmlerin ve TV dizilerinin ardından ilk uzun metraj kurmaca yönetmenlik denemesini yapan Michael Sarnoski’nin gizem yüklü dramı, medeniyet-doğa-yaban ilişkisi ve kapitalist yaşam/ahlak/değer eleştirilerini, yarı absürt bir atmosferde taşımış perdeye! Başrolü Nicolas Cage üstleniyor. Alex Wolff başta olmak üzere, tecrübeli aktörler Adam Arkin ve David Knell filmin öne çıkan diğer isimleri. Medeniyet denen tek dişi kalmış canavarın, hızla değişen günümüzün ahlak anlayışının ve kapitalist yaşam biçiminin kıyasıya eleştirisi ‘Pig’! Kendini fazla ciddiye alması ve fazladan ‘atmosfer’ yaratma hevesi, filmi bir parça yaralıyor. Bağımsız ruhuna yakışmayan bir iddiaya sahip anlatı! Daha rahat, basit ve yalın olsaymış, kaçan fırsatı lehine çevirebilirmiş gibi durum! Meselesi olması, teknik detayları, Nicolas Cage ve Alex Wolff’un iyi bir ikili oluşturması, artıları yapımın. Bruce Springsteen’li soundtrack, Verdi ve Mozart notalarıyla harmanlanmış.
Yaşadığı trajediden sonra, bütün o mecburi ‘şeylerden’ vazgeçip, insanlardan uzağa, doğaya kaçıp, bir domuzla yoldaşlık eden adamın, sözde medeniyete geri dönüp, geçmişle olan hesabını kesme öyküsü; bir ‘Fisher King / Balıkçı Kral’ rüzgârı estirse de zihinde; Terry Gilliam dokunuşu değil tabii perdede duran! İlk filmiyle ‘ilginç ama kibirli’ statüsüne sahip oluyor Michael Sarnoski! Yine de bünyede ilgi uyandıran ve kendini rahatlıkla izlettiren bir ilk film ‘Pig’ (3 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
19 Mayıs Perşembe günü 3 yeni film dahil oluyor vizyona!
Bülent Terzioğlu ve Atilla Barışer’in yönettikleri biyografik dram ‘Hayvan’, sorunlu babasının baskısı altında anne sevgisinden yoksun büyüyen Barış’ın, yabancı bir kadının sevgisi ve bir spor adamının desteğiyle içinde doğduğu karanlık kuyudan çıkışının hikâyesi... Boks sporuna sarılarak kendini var eden ergen gencin öyküsü, yaşanmış gerçeklerden perdeye aktarılmış. Bedirhan Barışer, Mehmet Ulay ve Anta Toros başlıca rolleri üstleniyorlar.
ABD-Çin ortak yapımı animasyon ‘Rock Dog 2 / Süper Yetenek 2’, Bodi ve arkadaşlarının yeni serüvenini izleyeceğimiz bir devam filmi. Bodi ve grubu ‘Gerçek Mavi’ yerel olarak ünlü olmuştur ve hatta sadık hayranları bile vardır! Müzik patronu Lang, pop yıldızı Lil’Foxy ile turne yapma fırsatı verdiğinde Bodi ve arkadaşları ünlü olmanın bir bedeli olduğunu ve ancak kendi özüne sadık kalarak rock’n roll gücünü ortaya çıkaracağını öğrenirler. Yönetmen Mark Baldo Rusya’dan çıkagelen ‘Magic Arch / Cesur Balık Sihirli Dünyada’, özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen üç boyutlu bir animasyon! Okyanusun derinliklerinde Balık Kasabası’nda yaşayan yunus Delfi’nin, kasabaya tehdit olan yılan balıklarına karşı mücadelesini konu ediniyor. Vasiliy Rovenskiy yönetmen koltuğunda oturan isim.
20 Mayıs Cuma günü ise notlarımızda yer alan ‘Pig’ dahil beş yeni film ekleniyor vizyona!
Castille Landon’un yönettiği romantik dram ‘After We Fell / After Ayrılık’, Anna Todd’un çok satan kitabından uyarlanmış ‘After’ serisinin üçüncü filmi. Tessa’nın, ailesi ve Hardin hakkında bazı sırları öğrenmesiyle gelişen olaylar. Başlıca rolleri Josephine Langford ve Hero Fiennes Taffin paylaşıyorlar.
‘District 9 / Yasak Bölge 9’ ve ‘Chappie’ gibi sıkı filmleriyle tanıyıp sevdiğimiz Güney Afrikalı yaman yönetmen Neill Blomkamp, içine bilimkurgu sinmiş korku filmi ‘Demonic / Şeytani’ ile karşımızda! Annesinin geçmişte yaptığı ve kendisinde derin izler bırakan olayları bir simülasyon teknolojisiyle yeniden irdeleme fırsatı yakalayan Carly’nin ortaya çıkardığı dehşet dolu gerçeklere tanık oluyoruz. Carly Pope, Chris William Martin, Nathalie Boltt ve Michael J Rogers oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
‘Sivaslıyıh Gardaş’, Gökhan Keskin’in yazıp yönettiği bir komedi. Sivas’ta yaşayan Durmuş ve ailesinin başından geçen mizah dolu olaylar. Metin Yıldırım’a, Ali Sürmeli ve Halil Ergün gibi usta isimler eşlik ediyorlar.
Sinan Uzun’un yönettiği korku türündeki ‘El Zebir’in senaryosu da Uzun imzası taşıyor. Çocukluğunda yaşadığı kötü olayların düğününün arifesinde nüksetmesi sonucu Tuğba’nın yaşadığı kâbus!
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (19-20 Mayıs 2011)
Bu hafta vizyon ikiye bölünmüş. Dört film 19, diğer dördü 20 Mayıs’ta buluşacaklar izleyiciyle. Notlarımız arasında yer almayan tek film, adına basın gösterimi düzenlenmeyen yerli yapım ‘Şov Bizınıs’. Türkan Saylan’ın son günlerine odaklanan ‘Türkan’ yaşanmış gerçekler ve ‘anlamlı’ bir hayata tanıklık açısından önemli. Bir ilk film olan ‘Misafir’, dokunulmayan gizlere, derinliklere ve gerçeklere dokunmuş. Her şey var aslında perdede bu hafta. Bolca aşk var, gözyaşı var, sevgi var, eğlence var, yalnızlık var, komedi var, dram var, karanlık var, aydınlık var, ümitsizlik var, korsanlar var, denizkızları var, Amerika var, Avrupa var, derin Anadolu var. Yaşanmış öyküler var, yaşananlar, yaşanması muhtemel olanlar, bir de imkânsızlar var… Herkese iyi seyirler!
KARAYİP KORSANLARI: GİZEMLİ DENİZLERDE
(19 Mayıs 2011)
Korsan filmlerine iade-i itibar kazandıran serinin dördüncü bölümünde kahramanımız Kaptan Jack Sparrow (Johnny Depp) ‘tamamen’ başrolde. Elizabeth Swann ve Will Turner (Keira Knightley ile Orlando Bloom) karakterleri devre dışı bu kez. Jack Sparrow’un yepyeni fantastik serüvenlere yelken açtığı dördüncü film, ‘katıksız bir korsan öyküsü’ olarak nitelenen, Tim Powers imzalı ‘On Strangers Tide’ adlı romandan uyarlanmış. Üç kez yönetmen koltuğunda oturan Gore Verbinski, yerini Rob Marshall’a bırakmış. Knightley ve Bloom’un yokluğunu aratmayacak iki yeni karakterle karşılaşıyoruz: Bütün zamanların en tehlikeli korsanı Kara Sakal ve kızı; yani kahramanımız Jack Sparrow’un eski sevgilisi Angelica… Penélope Cruz ve Ian McShane, filme gerçekten yeni bir tat ve ivme kazandırıyorlar. Suyundan içenlere gençlik aşılayan bir kaynak olan gençlik çeşmesinin peşinde gelişen serüven. Depp, omuzlarında ağırlaşan yükü başarıyla taşıyor. Eski defterler, hesaplaşmalar, soğuk yenen intikam, ihtiras, güzelim denizkızları, onların tehlikeli yanları, sömürgeciliğe ufak göndermeler, Penélope Cruz faktörü ve tempolu bir avantür. Eski dostlar, Geoffrey Rush ve Keith Richards yine mevcutlar tabii. Hareket, romantizm, aşk, gerilim, eğlence de öyle… (3 / 5)
TÜRKAN
(19 Mayıs 2011)
İki yıl önce hayata gözlerini kapayan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucusu Doktor Türkan Saylan’ın son günlerine odaklanan film, oldukça hüzünlü bir dram. Cüzzamla savaş ve eğitim konusunda gerçekleştirdiği reformlarla ‘çağdaş’ insanın gönlünde taht kurmuş kocaman kalpli insanı, perdede Rüçhan Çalışkur canlandırıyor. Kanser tedavisi gören ve gittikçe bozulan sağlık durumuna rağmen, son anlarını yine insana ayıran Saylan’ın, insana ve bilime olan büyük sevgisi, yani işi yüzünden ihmal ettiğini düşündüğü iki oğluyla geçirdiği dakikalar, filmin içten ağlatan noktaları… Anadolu’nun bedbaht gerçeğini değiştirmeye çabalayan, çocuk yaşta evlendirilen ve eğitimden mağdur bırakılan kız çocuklarına, ‘kardelenlere’ sahip çıkıp, onlara eğitim hakkı, en önemlisi umut ve aydınlık bir gelecek vermeyi başaran Türkan Saylan’ın, çaresiz hastalık yüzünden kaçınılmaz olan ölüme, korkarak değil, gülümseyerek, her zaman olduğu gibi kendisini düşünmeden, milyonlarca yüreği düşünerek giden kahraman bir ‘insan’ın öyküsü duruyor perdede. Aynı adlı televizyon dizisinin de yönetmenliğini yapan Cemal Şan’ın imzaladığı filmde, Saylan’ın oğullarını Tardu Flordun ile Ragıp Savaş canlandırırlarken, Altan Erkekli’den Binnur Kaya’ya dek birçok ünlü oyuncu filme omuz veriyorlar. ‘Sinema dili ve büyüsü’ olarak fazla şey beklememeniz gereken, ancak anlatılan gerçek öykünün ‘önemi’ ve ‘duygusu’ bakımından akılda kalıcı anlar vaat eden yapım, Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan ve kurucusu olduğu derneğin mühürlenip, yöneticilerinin gözaltına alındığı günlerde, bir yandan arsız ölümle savaşırken, inadına hayata gülümseyen bir kahramanın öyküsü… (2,5 / 5)
BEASTLY
(19 Mayıs 2011)
Güzel-çirkin masalı, ilk gençliklerini sürenlere sesleniyor sadece. New York’ta, günümüzde geçen ve romantik olmaya çalışan yapım, aynı adlı gençlik romanından uyarlanmış perdeye. Lisenin popüler yakışıklısı, öğrenci kılığındaki cadı tarafından, aynı davranışları gibi çirkin bir insana dönüştürülür. Onu, çirkin haliyle sevecek birini bulması, eski görünümüne dönmesinin tek yoludur. Gerçekten ‘insan’ olabilmek ve insanca davranabilmek için vereceği büyük sınavda, kendini ve çevresini yeniden keşfedecektir. Hoşluğu olmayan, bomboş, suya tirit bir sabun köpüğü. Gerçi, sabun köpüğü; bazı anlar ruha iyi gelen ve uzayda hacim kaplayan bir şey. Perdeye asılı kalmış bir boşluk diyebiliriz yapım için. Sinemayla ilgilenenlere, ilk gençlik yıllarını tamamen geride bırakmışlara ve dünyanın nerdeyse bütün gerçekliğini duyumsamaya çalışan duyarlı zihinlere seslenmiyor film. ‘Ne atom bombası ne Londra Konferansı’ şeklinde yaşayanlar içinse söyleyecek söz yok. (1 / 5)
BAŞKA BİR YERDE
(20 Mayıs 2011)
Sofia Coppola, Venedik’ten ‘Altın Aslan’la dönen yeni filminde bir ruh parçalanması öyküsü anlatıyor. Ruh üşümesi, ruh boşalması da diyebiliriz buna. Boşlukta, isimsiz bir yerde, anlamsızca salınan insanlar. Otuzlu yaşlarını süren Hollywood yıldızı, tamamen kaybolmuş vaziyette. Hiçbir amacı yok. Varoluş, nedensiz ağır bir yük onun için. Yaşadıklarının tam ortasında olsa da, onlara dışarıdan bakıyor. Yaşadığını ve nedenini fark ettiği anlar, on bir yaşındaki kızıyla geçirdiği süre… Los Angeles’ın; koridorlarında modellerin, oyuncuların, pahalı tele kızların, menajerlerin, avangart ayrıntıların kol gezdiği ünlü bir otelinde yaşıyor. Ama adı konmamış, karakteri olmayan bir mekânda. Başlangıçsız, sıcaklığın dışında bir yerde. Arafta. Netameli bir dünyada yalnızlık, aynılık, yoksunluk, yabancılaşma, sevgisizlik, yozluk ve sona gelip dayanmış soğuk bir gerçeklik. Kızıyla birlikte geçirdiği sahici anlarda nefes alıp veriyor bir tek. Açılış sahnesinde çölde daireler çizen siyah Ferrari’sinden inip, anlamsızca boşluğa bakmak yerine, son planda, karar verdiği ve içinden gelen bir eylemde bulunduğunu izliyoruz kahramanımızın. İlerliyor. Nereye gittiği değil, gitme kararı önemli. Stephen Dorff ve yaşının üzerinde olgunluğa sahip ‘büyük’ oyuncu Ella Fanning, Coppola’nın yarattığı atmosfere tamamen uyumlu, içi dolu oyunlar sergiliyorlar. Babanın kızı için piyanoda, J. S. Bach’ın tarifsiz huzuru notalara döktüğü eseri Goldberg Varyasyonları’nı çaldığı sahne, filmin kırılganlığını ve eşsiz şefkatini de kazıyor akla. Gitarla çalıp söylenen akustik ve ayrıksı ninni Teddy Bear’in eski anılar gibi güzel hali, Sofia Coppola’nın, babası Francis ile paylaştığı özel bir anıya gönderme de olabilir haliyle. Yürekte yer etmiş tınılardan oluşan Soundtrack, yaratılan özgün, mesafeli atmosferi besliyor. Yalnızlığın paylaşıldığı anlar önem arz ediyor. (3,5 / 5)
MİSAFİR
(20 Mayıs 2011)
Şaşırtıcı bir ilk film daha… Aynı geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Rıza Kıraç’ın ilk filmi ‘Küçük Günahlar’ gibi, bu film de, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Yarışması’na başvurusu kabul edilmeyen bir yapım. İlginç, çünkü yarışmada yer alan birden fazla film, bu iki yapımın da çok gerisindeydiler… Neyse, mevzuu dağıtmadan filme gelelim. Uzun zamandır yaşadığı Paris’ten memleketine, Kütahya’ya gelen Oktay’ın öyküsü. Kendini ‘ev’siz, ailesiz, kimsesiz, sevgisiz hisseden melankolik adamın, alkol problemi de vardır. Tesadüfen karşılaştığı uzak bir akrabasının evine misafir olarak davet edilince, yeni bir başlangıç için belirgin bir umut ışığı görünür karanlık tünelin ucunda… Ozan Aksungur’un yazıp yönettiği dramın başrollerini Halit Ergenç ve Lale Mansur paylaşıyorlar. Küçük ve kapalı bir taşra şehrinde insanlık halleri. Aslında gerçekliği tartışılmaz kırık bir aşk öyküsü. Birçok açıdan ilk kez değinilmiş mevzular var Aksungur’un filminde… Avrupa’nın göbeğinden, Anadolu’nun tutucu, örtülü, içine kapanmış, farklı değer yargılarına, ahlak anlayışına, alışkanlılara sahip ufak bir şehrine gelen alkolik ve fetişist bir adam. Taşrada yaşayan biseksüel iki kadın. Cinsellik konusunda bu pencereden bakılmamış bir coğrafyanın apartman içi halleri… İkiyüzlü ahlak anlayışı, samimiyet ve doğruluk üzerine bir öykü var merkezinde ‘Misafir’in. Söylenen yalanlar, ikircikli haller, terk edildiklerini düşünen, kendilerini sadece gündelik hayatın sıradanlığına teslim etmiş, hapsetmiş ama ruhlarında kopan fırtınaları, aldatma, yalan ve kabulleniş üçgeninde dindirmeye çalışan izole ruhlar… Zeynep Tül Akbal Süalp ve Aslı Güneş’in ‘Taşrada Var Bir Zaman’ adlı kitaplarına mutlak girmesi gereken bir filmmiş ‘Misafir’. Taşrada akan değil, ‘düşen’ zamanın izini sürmek için gerekli birçok ayrıntı içeriyor film. Yalandan bir dürüstlüğün, uçsuz bucaksız bir sevgisizliğin, dile getirilmekten kaçınılan mutsuzluğun, renksizliğin ve yaşanan bütün bu acı gerçekliğin karşısında, alışkanlıklarına, kendi küçük dünyasına, yalanlarına, oyunlarına, ‘öyle sandığı’ iç güvenliğine, yani kendi düzenine karşı duramayıp, ‘gitmek yerine kalmayı seçen’ küçük insanın trajedisi duruyor perdede. Belki de çaresiz ‘gidenin’ acıklı hali. Tabii biraz ‘ham’ olarak duruyor bütün bunlar perdede. Daha sakin, daha incelikli, daha zarif, daha sihirli, özetle daha ustaca dokunulsaymış, çok önemli bir film olacakmış perdedeki. Bu haliyle de, bir ilk film olarak son derece cesur ve dikkat çekici kuşkusuz. (3 / 5)
KADIN İSTERSE
(20 Mayıs 2011)
Usta Fransız François Ozon, bir tiyatro oyununu uyarlamış bu kez. Önceki filmi, ağdalı dram ‘Le Refuge / Yuva’nın ardından, daha hafif ama yine de usta yönetmenin imzasını belli eden birçok ana sahip bir yapım, orijinal adıyla ‘Potiche’. Bir dönem filmi. 70’lerin ikinci yarısında geçiyor. Kadın egemenliğinin ayak seslerinin daha fazla duyulduğu bir dönemin öyküsü. Aynı adlı tiyatro oyununun orijinal ismi, ‘zengin bir kocayla evli olan ve her türlü lükse sahip evinde, süs bebeği gibi yaşayan kadın’ anlamına geliyor. Fransa’nın medarı iftiharları Catherine Denevue ve Gérard Depardieu başrolleri paylaşıyorlar. Kayınpederinden kalan şemsiye fabrikasını, baskı ve zulümle yöneten acımasız iş adamının itaatkâr ve evine bağlı eşi, yıllardır sakladığı gizleri ve kimliğiyle hayatta oynadığı rolü değiştirmeye soyunur. Eşit haklar, siyaset, feminizm, özgürlük, aşk ve kadının toplumdaki yeri üzerine sevimli ve hınzır bir komedi. (2,5 / 5)
İHANET
(20 Mayıs 2011)
Burjuva ahlakı, sınıf kavramı, faşizm, özgürlük ve aşk üzerine bir film ‘İhanet’. Gerçek ve ham sevginin, aşkın, tutkunun önündeki engeller. Evlerinin inşaatında çalışan eski hükümlü bir İspanyol ile tutku dolu bir aşk yaşamaya başlayan doktor kocanın eve esir ettiği eş arasındaki ilişki… Kusursuz Fransızcasıyla büyük oyunculuk yeteneğini bir kez daha gözümüzün içine sokan İngiliz aktris Kristin Scott Thomas ve İspanyol aktör Sergi Lopez başroldeler. Faşizan, kötü koca rolünü Yvan Attal üstlenmiş. Arjantinli sinemacı Luis Puenzo’nun 1985 tarihli Oscar ödüllü ünlü filmi ‘La Historia Oficial / Resmi Tarih’i akla getiren yapım, duygusal yoğunluğu yüksek bir politik dram işin aslı. (3 / 5)
Vizyonda bu hafta (20 Mayıs 2016)
Yeni hafta, beraberinde getirdiği sekiz filmle merhaba diyor! Aceleci davranan Marvel kahramanları, 19 Mayıs Perşembe günü vizyonda olacaklar. Bryan Singer imzalı ‘X-Men Apocalypse’, kaliteden yine taviz vermemiş. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
X-MEN APOCALYPSE
(19 Mayıs 2016)
Toplamda sekizinci X-men filmi duruyor karşımızda! Serinin mimarlarından Bryan Singer yine yönetmen koltuğunda. Marvel’in ünlü kahramanları, bu kez 1980’lerin başlarında, gençlik dönemleriyle karşımızdalar. Adeta bir prequel, yeni yapım. Bildik medeniyetin ilk günlerinden beri, Apocalypse’e tanrı gözüyle bakılmaktadır. Marvel'in X-Men evreninin ilk ve en güçlü mutantı Apocalypse, birçok mutantın özelliğini kendinde toplayarak ölümsüz ve yenilmez olmuştur. Tarihin ilk mutantı, binlerce yıllık uykusundan uyandığında, kendine farklı özellikli mutantlardan güçlü bir takım oluşturur. İçinde Magneto’nun da bulunduğu takımın amacı insanoğlunu gezegenden temizlemek ve Apocalypse’in yeni zalim krallığını sürebileceği bir dünya hazırlamaktır. Aydınlık tarafta duran tanıdık mutantlarımız ise el ele vererek, Apocalypse’e karşı dururlar. Bu mücadele, bildiğimiz mutant ekibinin bir araya gelişini müjdeleyecektir. Artık ezbere bildiğimiz oyuncu kadrosuna ve ilginç karakterler geçidine; Oscar Isaac, Olivia Munn, Evan Peters, Sophie Turner gibi isimler de dahil olmuş. 2011’i anımsamak da yarar var: ‘X: First Class / X-Men: Birinci Sınıf’. Tempolu, orijinal öykünün çıkış noktasını gözler önüne seren, stilize, şık, zeki, atmosferi ve matematiği gayet düzgün bir filmdi, yönetmenliğini, 2004 tarihli ‘Layer Cake’ ile adını duyuran İngiliz Matthew Vaughn’un üstlendiği sürükleyici yapım. Karşımızda, serinin gerçek ‘prequel’ macerası duruyordu: ‘Mutant’ların ortaya çıkışı… Profesör Charles Xavier ile ezeli dostu ve düşmanı Magneto’nun, bilinen kimliklerini oluşturma serüvenleri… Çocukluktan, zorlu ‘kendini keşif’ yıllarından, Mutant akademisinin kurulduğu ilk günlere, yani iki eski dost Xavier ve Magneto’nun yollarının kesişip, tamamen ayrıldığı ana dek süren oluşlar… İnsanlığın yanında ve karşısında yer almak. Bizi biz yapan seçimlerimiz. Bu kez, bu prequel’in bir süre sonrasına gidiyoruz. Bildik karakterlerin X-Men evrenine ve ‘evine’ dahil olma süreçleri. Storm, Quicksilver, Raven, Beast, Cyclops, Havok, Nightcrawler. Hatta Wolverine sürprizi! Yeni X-Men, sürükleyici, şık, hafıza tazeleyici, eğlenceli, öyküsü ve kurgusu sağlam, iyi bir yönetmenlik ve tür örneği. (3,5 / 5)
ANNEMLE GEÇEN YAZ
Umut, emek ve bilinç yüklü bir Latin hüznü! ‘Yoksulluk kader olamaz, kader değildir’ diyor Anna Muylaert’in yazıp yönettiği politik ve duygusal dram. Sınıf bilinci ve sınıfsal durumlara olabildiğince yakından bakma çabasındaki Brezilya yapımı, Berlin Film Festivali ve bağımsızların kalesi Sundance’dan ödülle dönmüş, koca yürekli bir film. Tek çocuğunun, biricik kızının büyümesini göremeden, başka bir şehirde, zengin bir ailenin çocuğunu büyüten ve hayatını heba eden Val, fedakar bir anne olmanın ötesinde, gerçek bir anne kalbine sahiptir. Sadakati, çalışkanlığı ve iyi niyeti ile yanında upuzun yıllardır çalıştığı ailenin oğlu Fabinho’yu da çocuğu gibi büyütmüştür adeta. Sao Paulo’ya üniversite giriş sınavı için gelen kızı Jessica’nın, çalıştığı evde kalmasıyla birlikte, alışkın olduğu hemen her şeyi sorgulayacaktır Val. Brecht’in ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ni de içine alan ve müthiş bir sınıfsal çıkarımla donanmış senaryo, başarılı yönetim ve Brezilyalı ünlü aktris Regina Casé’nin olağanüstü oyunculuğuyla birleşince, leziz bir yapım yansımış perdeye. Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Ahu Özyurt imzalı yetkin yerli film ‘Tozbezi’nin Brezilya yapımı muadili, anne şefkati, fedakarlığı ve sıcaklığından tutun da, sınıfsal acımasızlık ve sınıf bilinci üzerine çarpıcı kanıtlar içeriyor. Kaçırılmamalı. (4 / 5)
BAŞIMIN BELASI
Müziğin epey öne çıktığı romantik yapımı Sean Meashow yönetmiş. Yönetmenin, öyküsünü de kaleme aldığı ilk uzun metrajında başrolleri Rebecca Hall ve Jason Sudeikis üstleniyorlar. New Yorklu öğretim görevlisi Andrew McDonnell, bir kaza sonucu hayatını yitiren folk şarkıcısı Hunter Miles’ın biyografisini yazmak için, müzisyenin kırsalda, ufak bir kasabada yaşayan eşinden yardım ister. Acılı eş Hannah, aynı amaçla çalışmaya başlamıştır ve Hunter’ın teklifine sıcak bakmaz. İlk başta birbirlerini son derece itici bulan ikili, gizemli biyografi etrafında, birbirlerini daha iyi tanıyacaklardır. Kimi zaman hüzünlü, kimi zaman mizahi tonlar içeren duygusal yapım, geride kalan, yeniden başlayan ve karşılıksız sevgi ile sürüp giden hayatın gücü üzerine gerçekçi bir ‘falling in love’ hikayesi. Blythe Danner, Griffin Dunne ve Richard Masur gibi usta isimlerin renk kattığı yapım, elindeki iyi malzemeyi orijinal, nüanslı ve derinlikli bir sinemaya dönüştüremese de, romantik öyküsü, iyi oyuncuları ve Damien Jurado imzalı soundtrack’ı ile dikkat çekici. (2,5 / 5)
MİSAFİR
İlk uzun metrajı ‘Hazan Mevsimi – Bir Panayır Hikayesi’ ile tanıdığımız Mehmet Eryılmaz,
galasını 34. İstanbul Film Festivali bünyesinde Altın Lale için yarıştığı ulusal yarışma bölümünde yapan ikinci uzun metrajının senaryosunu da kaleme almış. Baba evinden kovulan Nur, uzun yıllar sonra, annesinin ölüm döşeğinde olduğunu öğrenince, küçük kızını da yanına alarak eve döner. Annesini son kez görüp, helalleşmek isteyen kadın, geçmişin acılarıyla yeniden yüzleşecektir. Aile içi cinsel taciz gibi kanayan bir toplumsal yarayı, ölüm, anne-kız ilişkisi, aile, mücadele, sınıf, yoksunluk, yoksulluk, umut gibi kavram ve gerçeklerle sarmalayan yapım, gayri safi milli hasıla ve milli mutluluktan pay alamayan tutunamayanların öyküsünü taşımış perdeye. Zümrüt Erkin ve Tamer Levent’e eşlik eden isimlerse, Ayten Uncuoğlu, Ümit Çırak, Hale Akınlı, Melek Çınar, Ersin Umut Güler, Fatih Al ve Sema Moritz. Kimi sarkma ve tekrarlar dışında, gerçekçi ve üzerine düşünülmüş metni ile seyre değer bir yerli yapım. (2,5 / 5)
Başrollerini Russell Crowe ile Ryan Gosling’in paylaştıkları, yetkin senarist ve yönetmen Shane Black imzalı mizahi suç filmi ‘The Nice Guys / İyi Adamlar’, Hindistan yapımı Bollywood’lu suç aksiyonu ‘Rocky Handsome / Yakışıklı Rocky’ ile iki korku örneği; Singapur-ABD ortak yapımı ‘The Offering / 7. Gün’ ve Doğa Can Anafarta imzalı yerli yapım ‘Alamet-i Kıyamet’ haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler!
MURAT ERŞAHİN