Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

19-20- MAYIS 2011

18 Mayıs 2011 Çarşamba 23:44
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyon ikiye bölünmüş. Dört film 19, diğer dördü 20 Mayıs’ta buluşacaklar izleyiciyle. Notlarımız arasında yer almayan tek film, adına basın gösterimi düzenlenmeyen yerli yapım “Şov Bizınıs”. Türkan Saylan’ın son günlerine odaklanan “Türkan” yaşanmış gerçekler ve ‘anlamlı’ bir hayata tanıklık açısından önemli. Bir ilk film olan “Misafir”, dokunulmayan gizlere, derinliklere ve gerçeklere dokunmuş. Her şey var aslında perdede bu hafta. Bolca aşk var, gözyaşı var, sevgi var, eğlence var, yalnızlık var, komedi var, dram var, karanlık var, aydınlık var, ümitsizlik var, korsanlar var, denizkızları var, Amerika var, Avrupa var, derin Anadolu var. Yaşanmış öyküler var, yaşananlar, yaşanması muhtemel olanlar, bir de imkânsızlar var… Herkese iyi seyirler!

KARAYİP KORSANLARI: GİZEMLİ DENİZLERDE
(19 Mayıs 2011)
Korsan filmlerine iade-i itibar kazandıran serinin dördüncü bölümünde kahramanımız Kaptan Jack Sparrow (Johnny Depp) ‘tamamen’ başrolde. Elizabeth Swann ve Will Turner (Keira Knightley ile Orlando Bloom) karakterleri devre dışı bu kez. Jack Sparrow’un yepyeni fantastik serüvenlere yelken açtığı dördüncü film, ‘katıksız bir korsan öyküsü’ olarak nitelenen, Tim Powers imzalı “On Strangers Tide” adlı romandan uyarlanmış. Üç kez yönetmen koltuğunda oturan Gore Verbinski, yerini Rob Marshall’a bırakmış. Knightley ve Bloom’un yokluğunu aratmayacak iki yeni karakterle karşılaşıyoruz: Bütün zamanların en tehlikeli korsanı Kara Sakal ve kızı; yani kahramanımız Jack Sparrow’un eski sevgilisi Angelica… Penélope Cruz ve Ian McShane, filme gerçekten yeni bir tat ve ivme kazandırıyorlar. Suyundan içenlere gençlik aşılayan bir kaynak olan gençlik çeşmesinin peşinde gelişen serüven. Depp, omuzlarında ağırlaşan yükü başarıyla taşıyor. Eski defterler, hesaplaşmalar, soğuk yenen intikam, ihtiras, güzelim denizkızları, onların tehlikeli yanları, sömürgeciliğe ufak göndermeler, Penélope Cruz faktörü ve tempolu bir avantür. Eski dostlar, Geoffrey Rush ve Keith Richards yine mevcutlar tabii. Hareket, romantizm, aşk, gerilim, eğlence de öyle… (3 / 5)

TÜRKAN
(19 Mayıs 2011)
İki yıl önce hayata gözlerini kapayan, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin kurucusu Doktor Türkan Saylan’ın son günlerine odaklanan film, oldukça hüzünlü bir dram. Cüzzamla savaş ve eğitim konusunda gerçekleştirdiği reformlarla ‘çağdaş’ insanın gönlünde taht kurmuş kocaman kalpli insanı, perdede Rüçhan Çalışkur canlandırıyor. Kanser tedavisi gören ve gittikçe bozulan sağlık durumuna rağmen, son anlarını yine insana ayıran Saylan’ın, insana ve bilime olan büyük sevgisi, yani işi yüzünden ihmal ettiğini düşündüğü iki oğluyla geçirdiği dakikalar, filmin içten ağlatan noktaları… Anadolu’nun bedbaht gerçeğini değiştirmeye çabalayan, çocuk yaşta evlendirilen ve eğitimden mağdur bırakılan kız çocuklarına, ‘kardelenlere’ sahip çıkıp, onlara eğitim hakkı, en önemlisi umut ve aydınlık bir gelecek vermeyi başaran Türkan Saylan’ın, çaresiz hastalık yüzünden kaçınılmaz olan ölüme, korkarak değil, gülümseyerek, her zaman olduğu gibi kendisini düşünmeden, milyonlarca yüreği düşünerek giden kahraman bir ‘insan’ın öyküsü duruyor perdede. Aynı adlı televizyon dizisinin de yönetmenliğini yapan Cemal Şan’ın imzaladığı filmde, Saylan’ın oğullarını Tardu Flordun ile Ragıp Savaş canlandırırlarken, Altan Erkekli’den Binnur Kaya’ya dek birçok ünlü oyuncu filme omuz veriyorlar. ‘Sinema dili ve büyüsü’ olarak fazla şey beklememeniz gereken, ancak anlatılan gerçek öykünün ‘önemi’ ve ‘duygusu’ bakımından akılda kalıcı anlar vaat eden yapım, Ergenekon soruşturması kapsamında evi aranan ve kurucusu olduğu derneğin mühürlenip, yöneticilerinin gözaltına alındığı günlerde, bir yandan arsız ölümle savaşırken, inadına hayata gülümseyen bir kahramanın öyküsü… (2,5 / 5)

BEASTLY
(19 Mayıs 2011)
Güzel-çirkin masalı, ilk gençliklerini sürenlere sesleniyor sadece. New York’ta, günümüzde geçen ve romantik olmaya çalışan yapım, aynı adlı gençlik romanından uyarlanmış perdeye. Lisenin popüler yakışıklısı, öğrenci kılığındaki cadı tarafından, aynı davranışları gibi çirkin bir insana dönüştürülür. Onu, çirkin haliyle sevecek birini bulması, eski görünümüne dönmesinin tek yoludur. Gerçekten ‘insan’ olabilmek ve insanca davranabilmek için vereceği büyük sınavda, kendini ve çevresini yeniden keşfedecektir. Hoşluğu olmayan, bomboş, suya tirit bir sabun köpüğü. Gerçi, sabun köpüğü; bazı anlar ruha iyi gelen ve uzayda hacim kaplayan bir şey. Perdeye asılı kalmış bir boşluk diyebiliriz yapım için. Sinemayla ilgilenenlere, ilk gençlik yıllarını tamamen geride bırakmışlara ve dünyanın nerdeyse bütün gerçekliğini duyumsamaya çalışan duyarlı zihinlere seslenmiyor film. ‘Ne atom bombası ne Londra Konferansı’ şeklinde yaşayanlar içinse söyleyecek söz yok. (1 / 5)

BAŞKA BİR YERDE
(20 Mayıs 2011)
Sofia Coppola, Venedik’ten ‘Altın Aslan’la dönen yeni filminde bir ruh parçalanması öyküsü anlatıyor. Ruh üşümesi, ruh boşalması da diyebiliriz buna. Boşlukta, isimsiz bir yerde, anlamsızca salınan insanlar. Otuzlu yaşlarını süren Hollywood yıldızı, tamamen kaybolmuş vaziyette. Hiçbir amacı yok. Varoluş, nedensiz ağır bir yük onun için. Yaşadıklarının tam ortasında olsa da, onlara dışarıdan bakıyor. Yaşadığını ve nedenini fark ettiği anlar, on bir yaşındaki kızıyla geçirdiği süre… Los Angeles’ın; koridorlarında modellerin, oyuncuların, pahalı tele kızların, menajerlerin, avangart ayrıntıların kol gezdiği ünlü bir otelinde yaşıyor. Ama adı konmamış, karakteri olmayan bir mekânda. Başlangıçsız, sıcaklığın dışında bir yerde. Arafta. Netameli bir dünyada yalnızlık, aynılık, yoksunluk, yabancılaşma, sevgisizlik, yozluk ve sona gelip dayanmış soğuk bir gerçeklik. Kızıyla birlikte geçirdiği sahici anlarda nefes alıp veriyor bir tek. Açılış sahnesinde çölde daireler çizen siyah Ferrari’sinden inip, anlamsızca boşluğa bakmak yerine, son planda, karar verdiği ve içinden gelen bir eylemde bulunduğunu izliyoruz kahramanımızın. İlerliyor. Nereye gittiği değil, gitme kararı önemli. Stephen Dorff ve yaşının üzerinde olgunluğa sahip ‘büyük’ oyuncu Ella Fanning, Coppola’nın yarattığı atmosfere tamamen uyumlu, içi dolu oyunlar sergiliyorlar. Babanın kızı için piyanoda, J. S. Bach’ın tarifsiz huzuru notalara döktüğü eseri Goldberg Varyasyonları’nı çaldığı sahne, filmin kırılganlığını ve eşsiz şefkatini de kazıyor akla. Gitarla çalıp söylenen akustik ve ayrıksı ninni Teddy Bear’in eski anılar gibi güzel hali, Sofia Coppola’nın, babası Francis ile paylaştığı özel bir anıya gönderme de olabilir haliyle. Yürekte yer etmiş tınılardan oluşan Soundtrack, yaratılan özgün, mesafeli atmosferi besliyor. Yalnızlığın paylaşıldığı anlar önem arz ediyor. (3,5 / 5)

MİSAFİR
(20 Mayıs 2011)
Şaşırtıcı bir ilk film daha… Aynı geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Rıza Kıraç’ın ilk filmi “Küçük Günahlar” gibi, bu film de, 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Yarışması’na başvurusu kabul edilmeyen bir yapım. İlginç, çünkü yarışmada yer alan birden fazla film, bu iki yapımın da çok gerisindeydiler… Neyse, mevzuu dağıtmadan filme gelelim. Uzun zamandır yaşadığı Paris’ten memleketine, Kütahya’ya gelen Oktay’ın öyküsü. Kendini ‘ev’siz, ailesiz, kimsesiz, sevgisiz hisseden melankolik adamın, alkol problemi de vardır. Tesadüfen karşılaştığı uzak bir akrabasının evine misafir olarak davet edilince, yeni bir başlangıç için belirgin bir umut ışığı görünür karanlık tünelin ucunda… Ozan Aksungur’un yazıp yönettiği dramın başrollerini Halit Ergenç ve Lale Mansur paylaşıyorlar. Küçük ve kapalı bir taşra şehrinde insanlık halleri. Aslında gerçekliği tartışılmaz kırık bir aşk öyküsü. Birçok açıdan ilk kez değinilmiş mevzular var Aksungur’un filminde… Avrupa’nın göbeğinden, Anadolu’nun tutucu, örtülü, içine kapanmış, farklı değer yargılarına, ahlak anlayışına, alışkanlılara sahip ufak bir şehrine gelen alkolik ve fetişist bir adam. Taşrada yaşayan biseksüel iki kadın. Cinsellik konusunda bu pencereden bakılmamış bir coğrafyanın apartman içi halleri… İkiyüzlü ahlak anlayışı, samimiyet ve doğruluk üzerine bir öykü var merkezinde “Misafir”in. Söylenen yalanlar, ikircikli haller, terk edildiklerini düşünen, kendilerini sadece gündelik hayatın sıradanlığına teslim etmiş, hapsetmiş ama ruhlarında kopan fırtınaları, aldatma, yalan ve kabulleniş üçgeninde dindirmeye çalışan izole ruhlar… Zeynep Tül Akbal Süalp ve Aslı Güneş’in “Taşrada Var Bir Zaman” adlı kitaplarına mutlak girmesi gereken bir filmmiş “Misafir”. Taşrada akan değil, ‘düşen’ zamanın izini sürmek için gerekli birçok ayrıntı içeriyor film. Yalandan bir dürüstlüğün, uçsuz bucaksız bir sevgisizliğin, dile getirilmekten kaçınılan mutsuzluğun, renksizliğin ve yaşanan bütün bu acı gerçekliğin karşısında, alışkanlıklarına, kendi küçük dünyasına, yalanlarına, oyunlarına, ‘öyle sandığı’ iç güvenliğine, yani kendi düzenine karşı duramayıp, ‘gitmek yerine kalmayı seçen’ küçük insanın trajedisi duruyor perdede. Belki de çaresiz ‘gidenin’ acıklı hali. Tabii biraz ‘ham’ olarak duruyor bütün bunlar perdede. Daha sakin, daha incelikli, daha zarif, daha sihirli, özetle daha ustaca dokunulsaymış, çok önemli bir film olacakmış perdedeki. Bu haliyle de, bir ilk film olarak son derece cesur ve dikkat çekici kuşkusuz. (3 / 5)

KADIN İSTERSE
(20 Mayıs 2011)
Usta Fransız François Ozon, bir tiyatro oyununu uyarlamış bu kez. Önceki filmi, ağdalı dram “Le Refuge / Yuva”nın ardından, daha hafif ama yine de usta yönetmenin imzasını belli eden birçok ana sahip bir yapım, orijinal adıyla “Potiche”. Bir dönem filmi. 70’lerin ikinci yarısında geçiyor. Kadın egemenliğinin ayak seslerinin daha fazla duyulduğu bir dönemin öyküsü. Aynı adlı tiyatro oyununun orijinal ismi, ‘zengin bir kocayla evli olan ve her türlü lükse sahip evinde, süs bebeği gibi yaşayan kadın’ anlamına geliyor. Fransa’nın medarı iftiharları Catherine Denevue ve Gérard Depardieu başrolleri paylaşıyorlar. Kayınpederinden kalan şemsiye fabrikasını, baskı ve zulümle yöneten acımasız iş adamının itaatkâr ve evine bağlı eşi, yıllardır sakladığı gizleri ve kimliğiyle hayatta oynadığı rolü değiştirmeye soyunur. Eşit haklar, siyaset, feminizm, özgürlük, aşk ve kadının toplumdaki yeri üzerine sevimli ve hınzır bir komedi. (2,5 / 5)

İHANET
(20 Mayıs 2011)
Burjuva ahlakı, sınıf kavramı, faşizm, özgürlük ve aşk üzerine bir film “İhanet”. Gerçek ve ham sevginin, aşkın, tutkunun önündeki engeller. Evlerinin inşaatında çalışan eski hükümlü bir İspanyol ile tutku dolu bir aşk yaşamaya başlayan doktor kocanın eve esir ettiği eş arasındaki ilişki… Kusursuz Fransızcasıyla büyük oyunculuk yeteneğini bir kez daha gözümüzün içine sokan İngiliz aktris Kristin Scott Thomas ve İspanyol aktör Sergi Lopez başroldeler. Faşizan, kötü koca rolünü Yvan Attal üstlenmiş. Arjantinli sinemacı Luis Puenzo’nun 1985 tarihli Oscar ödüllü ünlü filmi “La Historia Oficial / Resmi Tarih”i akla getiren yapım, duygusal yoğunluğu yüksek bir politik dram işin aslı. (3 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar