18 ŞUBAT 2011
18 Şubat haftası, beş yeni filme ev sahipliği yapıyor. Basın gösteriminde izleyemediğim ´´Çalgı Çengi´´ adlı yerli komedi filmi haricinde, haftanın diğer yapımları notlarımız arasında. İyi seyirler!
ZORAKİ KRAL
Problem büyük. Kral konuşamıyor… Çocukluğundan beri süregelen bir kekemelik sorunu var. Aslında büyük bir kendine güve sorunu var ortada. Konuşma terapisti Lionel Louge giriyor devreye. Savaşın eşiğinde olan ülkenin acilen bir lidere, güçlü, kendine güvenen, itimat veren bir sese ihtiyacı var çünkü… Kral 5. George´un ölümünün ardından tahta geçen Edward, sevdiği kadın nedeniyle tahttan feragat edince, 6. George´a, Bertie´ye düşüyor sorumluluk. Bütün bir krallığın yükünü omuzlarında hisseden Bertie içinse en zoru, gerekli sözcüklerin ağzından dökülmesi… Aslında bir kral ve konuşma terapistinin öyküsünden çok, farklı sınıflardan gelen iki kişinin dostluğu perdeye yansıyan; Bertie ve Lionel´in. Zor zamanlarda tanışıp, gerçek bir dostluğa imza atan iki insanın. Zor günlerin yaşandığı, faşizmin ayak seslerinin çok yakından duyulduğu günlerde, kendine güvenmek ve kim olduğunu anımsamak üzerine sıcak bir dostluk, dayanışma öyküsü anlatıyor ´´The King´s Speech / Zoraki Kral´´. Leeds United´ın teknik patronu Brian Clough´un hikâyesini ele alan ´´The Damned United´´ filminden tanıdığımız Tobe Hooper´ın yönettiği ´´Zoraki Kral´´, yine yaşanmış, gerçek olaylara dayalı farklı, samimi ve insani yaklaşımı ile dikkat çekiyor. 12 dalda Oscar adayı olan filmde Colin Firth ve Geoffrey Rush, karşılıklı döktürürlerken, hemen her rolü giyinebilen Helena Bonham Carter, ağırbaşlı bir ustalıkla eşlik ediyor meslektaşlarına. Nicholas Hytner´ın 3. George´un öyküsünü ve dönemin ruhunu mercek altına aldığı ´´The Madness of King George / Kral George´un Deliliği´´ geliyor aklına insanın filmin ardından. Üç George öncesinden, başka bir öykü, başka bir dönem, başka bir mesele ve başka bir bakış kraliyete…
127 SAAT
Danny Boyle ve beyazperde için mütevazı ama düzgün bir adım. Neredeyse bütün filmi tek bir mekânda, bir kanyon yarığında geçiyor Boyle´un. Aron Ralston isimli doğa aşığı maceracı bir mühendisin otobiyografik kitabından uyarlanmış dramatik macera. Keşif ve doğa meraklısı Aron, kimseye haber vermeden bir hafta sonu Utah eyaletinde bulunan bir kanyona tırmanmaya gider. Bir aksilik sonucu düşer ve sağ kolu, yerinden oynayan kocaman bir kayayla kanyon duvarı arasına sıkışır. Yakınından kimsenin geçmediği, bir dehlizi andıran daracık bir yarığın içinde azıcık su, gıda ve yetersiz malzemeyle mahsur kalan genç adam, filme adını veren saatler boyunca zorlu bir yaşam mücadelesinde bulur kendini. 2009´da sekiz Oscar kazandığı ´´Slumdog Millionaire / Milyoner´´in ardından, bu yıl da altı dalda Oscar için yarıştığı filminde, gerçek ve sarsıcı bir öyküyü, reklam filmi estetiğiyle buluşturuyor bizimle Boyle. İşin aslı, zor bir işe soyunmuş tecrübeli sinemacı. Yaşamın gücü, doğanın karşı konması neredeyse imkânsız gücüyle savaşıyor filmde. Belki de en güçlü olanın insan iradesi ve yaşama arzusu olduğunu söyleyen yapım, doğa ve insanın ayrılmaz bütünlüğüne de değiniyor. Ne yaptığını bilen, disiplinli bir doğa aşığı ve maceraperestin, genç bir insanın; ölümle burun buruna geldiği anlarda, sadece adına yaşamak dediğimiz o en büyük dürtü ile elindeki ve ruhundaki her şeyi kullanarak yaşama nasıl tutunduğunun filmi ´´127 Saat´´. Bizi hayata bağlayan şeylerin, insanların, sevginin örneğin ve en ufak nüansların ne denli önemli olduğunu basit, sade ve oldukça gerçek biçimde ortaya koyuyor Boyle. Gelecekte göreceğimiz güzel günler, bizim sayemizde hayata gözünü açacak insanlar, yapacağımız işler, ideallerimiz, umutlarımızdır bizi yaşatan diyor. En korunaksız, en hassas buna karşılık belki de güçlü makine olan insanın yaşam arzusunun resmi duruyor perdede. Ölümle yaşam arasındaki o incecik çizgide, kimi zaman halüsinasyon, kimi zaman umut, kimi zaman gerçeğin buz yüzü ve kimi zaman da bir düş dünyasında karşılaşılan görüntülerle örmüş filmi usta İngiliz yönetmen. Bazı anlar bize bir reklam estetiğiyle sunduğu planlar, ölümle yaşam arasındaki hayal dünyanın resimlerini oluşturuyor. James Franco´nun tek başına döktürdüğü film, her rolün adamı olduğunu kanıtlıyor aktörün.
YEŞİL YABAN ARISI
Rafine ve entelektüel sinemacı Michel Gondry, bir süper kahraman filmi çekerse ne olur? Fransızın bu soruya yanıtı; ´janr´ın bildik klişelerini kırmakla başlıyor. 1936´ya uzanan bir geçmişi var ´´Yeşil Yaban Arısı´´nın. Bir radyo şovu olarak doğan yapım, daha sonra çizgi romana, oradan da TV dizisine ve serinin birleştirilen bölümleriyle bir sinema filmine dönüşmüş. Amerikalıların sevdiği kahramanlar söz konusu yani: Yeşil Yaban Arısı ve yardımcısı Kato… Geçmişte, ´Kato´ya hayat veren ismin Bruce Lee olduğunu düşünürsek, karakterlerin ağırlığını da özetlemiş oluruz. Kato´nun yıllar içinde, Pembe Panter serisinde Müfettiş Clouseau´nun kendisine beklenmedik tuzaklar kuran yardımcısına ilham kaynağı olduğunu da önemle belirtelim. Gondry´nin aksiyon-komedisine senarist olarak da katkı veren Seth Rogen´i başrolde izliyoruz. Tayvan´lı ünlü şarkıcı Jay Chou, hafif göbekli kahramanın rol arkadaşı. Aslında ters yüz edilmiş bir kahraman işbirliği söz konusu filmde. Kato, yani yardımcı karakter, kahramanlığın emek ve aksiyon bölümünü sırtlamış. ´´Yeşil Yaban Arısı / Green Hornet´´ ise; otuz küsur yaşına dek elini, sıcak sudan soğuk suya sokmamış olan Britt Reid, yani bir aksiyon kahramanı olmanın epey ötesinde duran Seth Rogen. Ekibin saç ayağını oluşturan olgun güzel ´Lenore Case´de Cameron Diaz ve ´´Inglourious Basterds´´ın Oscar´lı aktörü Avusturyalı Christoph Waltz, çok şey katmışlar projeye. Usta aktörler Tom Wilkinson, Edward James Olmos ve konuk oyuncu olarak eklemlenen Edward Furlong ve James Franco´yu da unutmamalı tabii. Olay örgüsünün ele alınışı, mitlere olan genel yaklaşım ve karakter durumlarını işin içine katarsak, ters yüz bir kahramanlık filminden kolaylıkla bahsedebiliriz. Zeki göndermeler, temiz işçilik ve eleştirel mizah, hoş ve komik bir izlence sunuyor bizlere. Üç boyut durumu ise çok lüzumlu mu bilinmez; sanırım popüler bir pazarlama stratejisi.
SİNYORA ENRICA İLE İTALYAN OLMAK
47. Altın Portakal jürisi, ´En İyi Kadın Oyuncu´ ödülünü, ´´Sinyora Enrica İle İtalyan Olmak´´ filmindeki rolüyle 1938 doğumlu ünlü İtalyan aktris Claudia Cardinale´ye vermişti. Bir dönemin efsane kadınlarından Cardinale´yi onurlandırayım derken, gözünün önündeki birçok kadın oyuncuyu görmemişti jüri. ´´Saç´´taki incelikli performansıyla Nazan Kesal, ´´Atlıkarınca´´ ile Nergis Öztürk ve ´´Kavşak´´la Sezin Akbaşoğulları pekâlâ kazanabilirlerdi bu ödülü. Cardinale biraz fantezi kaçtı, gereksiz bir üçüncü dünya tadı vererekten. Bir de ödülün ardından kurulan telefon bağlantısı… ´Kamera nerede´ diye sormak geldi içimden. Yok hayır, kesin bir kamera şakasıydı sanki her şey. Sunucu Ebru Akel, mikrofonu cep telefonuna yaklaştırıp, Cardinale´nin kelimeleri ve duygularına tanıklık etmemizi istedi sanırım fakat sahnedeki görüntü, kara komedi tadında bir plan sekans olarak kazındı zihnime. Nereden bilebilirdik öte yandan işletilmediğimizi. Telefondan gelen ses; pronto pronto derken, ´Sinyora Enrica ile rezil olmak´ durumu yaşandı bir süre… Gecenin anısı yüzünden filmi ötelemeyelim. Ali İlhan´ın yönettiği komedi-dram, ´olmamış bir iş olmuş´. Bir kısmı İtalya´da geçen yapımda İsmail Hacıoğlu´nun çabası da filmi kurtaramıyor. Gerçek olmayan, olamayan bir hâli var filmin. Zorlama oluşlar, özenti planlar, iddialı bir resmi etkileyiciliği en düşük biçimde yansıtmış perdeye. Zorla yaratılmış duygusal durumlar, aynı birer yama gibi filme eklenmiş ´erotik´, ´duyarlı´ ve ´eğlenceli olmaya çalışan´ anlar gibi. ´Gibi gibi´, parça parça, bölük pörçük, ´ruhu olmayan´ bir film perdedeki. Ayaklarının yere basması, gerçek görünmesi ve etkilemesi için yeni bir kurgudan çok daha fazlasına ihtiyacı var.
MURAT ERŞAHİN