18 EYLÜL 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… Bir ay önce yeniden başlayan vizyon, 18 Eylül haftasında beş yeni filme ev sahipliği yapıyor.
Terry Spears’ın yazıp yönettiği, tempolu aksiyon ‘Agent Jade Black / Ajan Jade Black’in başrolünü Katie Burgess üstleniyor. William Hanna ve Joseph Barbera’nın yarattıkları animasyon serisi ‘Scooby-Doo’nun beyazperdedeki yeni macerasını Tony Cervone yönetmiş. ‘Scoob!’, hayatları boyunca dost olan Scooby ve Shaggy’nin ilk kez nasıl karşılaştıklarını ve genç dedektifler Fred, Velma ve Daphne ile bir araya gelerek efsane ‘Gizem Avcıları’ grubunu nasıl kurduklarını anlatıyor. ‘Persepolis’ ve ‘Azrail’i Beklerken’ adlı filmleriyle tanıdığımız İranlı yaman sinemacı Marjane Satrap imzalı ‘Radioactive / Radyoaktif’, Nobel ödülünü kazanmış ilk kadın olan Marie Curie’yi taşıyor perdeye. Yirminci yüzyılın bilim alanında en önemli keşiflerinden birine imza atan Marie Curie’nin, iş ortağı da olan eşi Pierre Curie başta olmak üzere dönemin bilim camiasında hak ettiği yeri almak için verdiği zorlu mücadeleyi gözler önüne seriyor. Anna Todd’un çok satan roman serisinin ikinci film uyarlaması olan romantik dramı, Roger Cumble yönetmiş. Josephine Langford ile Hero Fiennes Tiffin’in başrolleri paylaştığı ‘After We Collided / After: Paramparça’, aralarındaki tutkuya rağmen gelgitli bir ilişkiye sahip olan Tessa ile Hardin’in hikâyesini yansıtıyor perdeye.
Haftanın tek yerli yapımı ise Samet Çakırtaş’ın yönettiği gençlik komedisi ‘Ben Böyle Şansın’. Hayatta şansları bir türlü yaver gitmeyen iki kafadarın; Hikmet ve Salim’in öyküsü izlediğimiz.
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2013 yılının Eylül ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Eylül’ünde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylül 2013)
YAZ VEDALARI
‘Kalırsa bir soru kalır benden. Bir de üç beş şiir, iyi kötü…’
Ahmet Erhan
Yazın sonu, Ağustos… Belki de hiç aranmayacak telefonlar alınıp veriliyor şarkıdaki gibi. Sarı sıcak var daha. Ama olsun, yaz bitiyor kağıt üzerinde. Bir de yaz sabahları gelen acı haberler. Akla hiç düşmeyen şeyler, ölümler mesela. Bir şair neden ölür? Duyarlılıktan mı, acıdan mı, hüzünden mi? Ahmet Erhan… Bir Ağustos sabahı gitti buralardan. Her şey yetim, her şey öksüz. Unutulmaz kitapları… 80’lerin en önemli ismi şiirde kanımca. Ankaralı. İnsan. Adana Demirspor’da futbol da oynamıştır. ‘Alacakaranlıktaki Ülke’ ile Behçet Necatigil Ödülü, ‘Deniz, Unutma Adını!’ ile Yunus Nadi Şiir Armağanı, tanımsız güzellikteki ‘Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi’ ile Cemal Süreya ve Halil Kocagöz Şiir Ödülleri, ‘Şehirde Bir Yılkı Atı’ ile Behçet Aysan Ödülü, ‘Sahibinden Satılık’ ile Melih Cevdet Anday Ödülü. Uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı, çok acı çekti, birçok dizesini bestelediler. Benim ilk gençliğime denk gelir şiirleriyle tanışmam… Neler neler. ‘Bırak kalsın süpürge duvarda, sabun kovada. Anne, gel yanıma otur.’ demiştir. ‘Anne ben geldim, ağdaki balık, bardaktaki su kadar umarsızım. Dizlerin duruyor mu başımı koyacak? Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.’ demiştir. Ne desin daha? Ve tabii ki en çok sevdiklerimden biri; ‘yaşamak, seni seviyorum demenin başka türlüsü’ demiştir… Onun şiirleri, güzel filmleri getirir akla. Perdeye yansıyan enfes anları, unutulmaz sahneleri, film çıkışı; caddeye açılan yolda başka biri olmuş yürürken, birdenbire ağlamayı örneğin. Ağaçlara sarılmayı, seni seviyorum demeyi, rafa kaldırdığın ‘keşke’leri harcamayı… Her filmin bir şairi vardır bende. Ahmet Erhan, en çok ‘Záhrada / Bahçe’ filminde düşer aklıma. Slovak sinemacı Martin Sulík imzalı 1995 tarihli yapım, hüznü ve mizahı benzersiz kullanarak hayatın anlamını sorgulayan bir masal-filmdir. Onun şiirlerindeki hüznün benzerine rastlanır filmde. İnsan çıkmazları, çaresizlik, yalnızlık, kavga, korku, tecrit edilmişlik, ıskalanmış hayat, sevgisizlik, düşlerimiz, emeğimiz ve hayatın diğer ayrıntılara bakan Sulík, bakma ve görme biçimleriyle ilgili dopdolu şeyler söyler, elma ağaçlarıyla dolu bir bahçede. Hayatla ilgili. İnsan yaşamıyla, söyleyememekle, hep aradığımız, peşinde koştuğumuz anlamlarla, sihirle, soru işaretleriyle, suskunluklarla… Yolunu kaybetmek, sonra tekrar bulmak, anlamı yakalamak üzerine bir şiirdir ‘Bahçe’. Karıncalar, elmalar, arılar, yaprak hışırtıları, sinek vızıltıları, çimenler ve insanlar…
Jakub’la birlikte, elma ağaçlarının altına, çimenlere uzanırsınız. Kafanızın içinde hiçbir korku, telaş, sıkıntı olmadan; uçmakta olan Helena’yı izlersiniz. Bunun, olağandışı bir şey olmadığını fark edersiniz o an. Yaşamın kendisi bu denli olağandışıyken. Ah Ahmet Erhan! Acı yürekte yine yer edindi ama o dizeler yok mu, hep bizimle kalacak o cesur, duyarlı, mert arkadaşlar… Ağustos’a karıştı Ahmet Erhan’da. Can Yücel’de Ağustos’a karışmıştı. Turgut Uyar da, Seyhan Erözçelik de, İlhan Berk de... Metin Erksan’la aynı gün yitmiş Ahmet Erhan. Ağustosun dördü… Bir taş fırlatıyorum denize, hepsi için. Teşekkürlerim, şükranlarım ve olanca hüznümle… Bir de Karen Black vardı… İyi oyuncuydu. Güzel sesi ve besteleri vardı. Hiç şiir yazmış mıdır bilmiyorum? Ama onun yüzünde de dizeler vardı. 1939 doğumlu aktris, 8 Ağustos günü ayrıldı aramızdan. Uzun, çıkışsız yollarda süren 1970 tarihli Bob Rafelson filmi ‘Five Easy Pieces’da müthişti Karen Black. Oscar adayı oldu, Altın Küre kazandı. Hitchcock’un ‘Family Plot / Aile Oyunu’nda da çok iyiydi; keza Robert Altman’ın ‘Nashville’inde de! 1959’dan bu yana oyunculuk yaptı. Gerçek bir emekçi. O da yazıldı şairlerin arasına. Kim bilir, vardır belki de birkaç dizesi. ‘Ağustos’a ekleniyor adı. Denize bir taş daha atılıyor…
İKİ DRAM ÜZERİNE
İkisi de politik, ikisi de gerilim yüklü, keskin birer dram!
2003 yapımı Alan Parker filmi ‘The Life od David Gale / Ölümle Yaşam Arasında’ tadında bir iş Robert Redford’un dokuzuncu kez yönetmen koltuğuna oturduğu yapım. Sundance Film Festivali’ni, ‘bağımsız sinemaya’ armağan eden otuzlar kuşağının en parlak isimlerinden Redford, başrolü de üstlenmiş. Yetmişli yılların politik gerilimlerine göz kırpan, Sydney Pollack, Alan J. Pakula dokusunda bir film ‘The Company You Keep / Geçmişin Sırları’. Küçük kızını tek başına büyüten, kendi halinde bir kasaba avukatının hayatı, bir anda altüst olur. Araştırmacı genç bir muhabir, 70’lerde savaş karşıtı eylemler düzenleyen ve cinayetten aranan kanun kaçağının kimliğini ortaya çıkarınca, FBI’ın peşine düştüğü kahramanımız, adını temize çıkarmak için yollara düşer. Upuzun yıllar, başka kimliklerle yaşayan insanlar. Kimlik ve değişim. İşin içinde, unutulmamış eski bir aşk da var tabii. Formüllere uyan ama iyi niyetli, özgürlükçü, sürükleyici bir film çekmiş Redford. Genç yıldız Shia LaBeouf’un yanında, birbirinden ünlü eski tüfekler: Julie Christie, Susan Sarandon, Nick Nolte, Chris Cooper, Sam Elliott, Richard Jenkins… Stanley Tucci, Brendan Gleeson ve Terrence Howard ise, popüler futbol tabiriyle filmin ‘çilekleri’! 11 Eylül sonrası yeni dünyada yaşanan cadı avı ve Guantanamo vaziyetlerine göndermeler yapan yapım, politik yönünü, geçmişte düzenlenen Vietnam savaşı karşıtı eylemleri, günümüze taşıyarak parlatıyor.
Sarsıcı dram ‘Lore / Savaşın Gölgesinde’, 2005 tarihli ilk uzun metrajı ‘Somersault’ ile dikkat çeken Avustralyalı yönetmen Cate Shortland imzalı. Güçlü sineması ve psikolojik derinliğiyle, soykırım, faşizm, antisemitizm, insan, doğa, iyi-kötü, korku, sevgi, cinsellik, önyargı, masumiyet, kimlik, toplumsal suçlar üzerine kapkara bir masal. Nazi babası ve annesi, 1945’te müttefik güçlere teslim olunca, kardeşleriyle birlikte ortada kalan Lore’nin öyküsü. Ailesinin suçlarından dolayı su yüzüne çıkan sorumluluk hissi, birbirinden korkunç bilinmezlerle dolu doğanın kucağında, gizemli bir genç mülteci ile hiç yaşanmamış duyguların farkına varmak, koşullanılan ideolojik bakış, doğru ve yanlışın en zor şartlarda sorgulanması… Saskia Rosendahl, ilk oyunculuk performansında müthiş! ‘Bütün yaşamın bir yalanken, kime güvenebilirsin?’ sorusunu, insanca cevaplama gayretindeki filmin ruhunu başarıyla yansıtan, Adam Arkapaw imzalı kamera, övgü ötesi.
KUTSAL MOTORLAR
‘Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta. Her şey naylondandı o kadar.’
(Geyikli Gece)
Turgut Uyar
1991 tarihli büyüleyici ve devrimci romantik dram ‘Les Amants Du Pont-Neuf / Köprü Üstü Aşıkları’ ile yüreğe yerleşen yaman Fransız Leos Carax’ın yeni filmi, son derece provokatif, sarsıcı ve güçlü bir sistem eleştirisi. Gerçeküstü oluşlara yer veren lezzetli film, olabildiğince hüzünlü, duygu dolu ve delice. Eylemin diriliği, tazeleyici, onarıcı etkisiyle süren koşuşturma içinde, durup hayatlarımıza bakan ve işte budur, ‘bundan fazlası değil’ diyen filmin ana kahramanı, tuhaf, eksantrik bir iş adamı. Adı Oscar. Sıradan bir iş gününde, Paris sokak ve caddelerinde on bir ayrı karaktere bürünüyor. Farklı öyküler yaşıyor. Farklı insanlara, duyarlıklara, gerçeklere dokunuyor. Onun da işi bu! Bir limuzinin içinde, mikrofonla konuştuğu şoförüyle bir başına. Araba, bir sonraki adrese doğru yol alırken, o çeşitli kılıklara giriyor içerde. Bazen bir dilenci, bazen son vedasını edecek yaşlı bir adam, bazen kanalizasyonda yaşayan ‘Bay Merde’ olarak. Nedir normal veya olağanüstü olan? Gün sonunda bizi bekleyen eve, hücremize, garajımıza dönerken kendi gerçeğimizle yüzleşebiliyor muyuz, asıl mesele bu! Yenilginin damakta bıraktığı o perişan tadı alabilmek. Karanlıkta gizlenen aksak umudu, her şeye rağmen devam etme mecburiyetini, kabullenişin ve başımıza gelen şeyin hüzünlü karanlığını… Dev aktör Denis Lavant, on bir ayrı karakterde kelimeler ötesi…
Leos Carax’ın, Michel Gondry ve Joon-ho Bong ile yönettiği üç ayrı bağımsız kısa filmi içeren 2008 tarihli ‘Tokyo!’da, yine Denis Lavant tarafından canlandırılan müthiş ‘Merde’i yeniden perdede görmek, izahı zor bir keyif. Salt öykü değil; bir şiir, bir happening gösterisi, bir başka deneme ‘Kutsal Motorlar’! Sürdürdüğümüz hayatların, cebimizde dolaştırdığımız kimliklerin, üstü yazılı kartvizitlerin, yalancı statülerin sorgulanacağı, varoluşa ve gidişata dair çok ciddi satırbaşları yapan özel bir film. Sadece seyirci kalmamak, hissetmek ve dokunmak gerekiyor perdedekine. Yenilikçi, yürekli ve lirik şov, yedinci sanatın kendisine bir saygı duruşu ayrıyeten. Unutulmaz anların, zihne çakılan sahnelerin, içimizdeki devrim ateşini yakan planların filmi. Iskalanması, sağlığı bozar! Restorasyon bekleyen tarihi bina gibi yürek. Edip Cansever’in dizeleri gibi hissiyatın geneli: ‘Eskimiş, kırık dökük, yorgun bir otel bile değildim ki o günden bu güne. Ya çekip gitmişlerdi bir bir, ya da yaşayıp ölmüşlerdi otelleriyle.’
(SİNEMA DERGİSİ / SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / EYLÜL 2013)
MURAT ERŞAHİN