Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

17 TEMMUZ 2020

15 Temmuz 2020 Çarşamba 11:46
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bu hafta, yani 17 Temmuz 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Temmuz sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2010 ve 2011 yıllarının Temmuz ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Temmuz’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!


Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2010)

YAŞAMAYA DEĞER
‘…Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır. Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.’ Ataol Behramoğlu

El yapımı narin bir biblo beyazperdedeki… Günümüzde pek sık rastlamadığımız inceliklerle örülmüş, ‘insan kokan’ bir film. Paloma, on bir yaşında bir kız. Paris’in lüks bir semtinde, burjuvazinin gizli çekiciliğiyle yaşıyor. Annesi, babası ve ablası, ona ‘anlamsız’ geliyorlar; tıpkı etrafındaki oluşlar gibi. Felsefe ve sanatı seven Paloma, oldukça karamsar. Onu bir tek ‘ölüm’ ilgilendiriyor. Ölüm, etrafında akıp giden yaşamdaki tek gerçek. Çiçeklerle konuşan, anti-depresanlar ve şampanyayla yaşayan annesi, asık yüzlü bürokrat babası, gündelik hırslara tutsak düşmüş ablası, ona ilginç gelmiyor. Ona ilginç gelen pek bir şey yok. Ölüm hariç… On ikinci doğum gününde intihar etmeyi kafasına koymuş Paloma. Yanından ayırmadığı kamerasıyla, çevresindekileri, kendini filme alıyor küçük kız. Oyalandığı ve değer verdiği tek uğraş bu. Yaşadığı lüks apartmanın kapıcısı Renée Michel’i fark ediyor günün birinde. Oldukça yalnız bir kadın Renée. Ama herkes gibi değil, değişik… Küçücük dairesindeki gizli odasında yığınla kitap var. Bir edebiyat tutkunu. Sürekli okuyor. Hayatındaki tek lezzet, okurken yediği bitter çikolatalar. Renée’nin saklandığını fark ediyor Paloma. Hoyrat ve çılgın kalabalıktan uzakta, başka biri olduğunu. Sevgi dolu ve yaşamın gücüne inanan biri o. Sonra aniden varlıklı, zarif bir adam taşınıyor apartmana. Orta yaşı geride bırakmış entelektüel Japon Kakuro Ozu. O da fark ediyor Renée’yi…

Apartmandaki bu üç farklı insan, incelikler yüzünden bir araya geliyorlar. Kakuro ve Renée’nin yakınlaşması, Palermo’nun hayata bakışını değiştirmesine neden oluyor. Yaşamın ve sevginin gücünü fark etmesine… Henüz yirmi dokuz yaşındaki Mona Achache’nin ilk uzun metrajı, Muriel Barbery imzalı bir roman uyarlaması. İçinde Mozart, Tolstoy, Yosijiro Ozu – ki Renée ve Kakuro’nun büyük bir huşuyla birlikte izledikleri, ustanın 1950 tarihli filmi ‘Munekata Kyoudai’ye dikkat - olan, alabildiğine duyarlı bir film. Kakuro ile aynı soyadı taşıyan usta sinemacı Ozu’ya, yalınlık ve sadelik peşinde koşan büyük sanatçıya saygı duruşunda bulunan film, ‘yeni dalga’nın ustalarına gülümsemekten de geri kalmıyor. Yaşamda yer alan iki temel değere, sevgi ve dostluğa sunulmuş bir armağan adeta Achache’nin filmi. İçindeki buruk acıyla, bu iki değere olan saygısını koruyan, böylelikle yeni bir değere bürünen içsel bir iş. Dışarıdaki bayağılık ve sıradanlığa kafa tutan bir zarafet. Bu zarafet resitalinin virtüözleri filmin oyuncuları…

Usta aktris Josiane Balasko, yüzüne hayatın hüznünü giymiş. Saklanmanın, yoksunluğun, beklemeden vermenin ve kalbi dolduran büyük sevginin. Küçük aktris Garance Le Guillermic, yıllarca yaşayıp, film için yeniden küçülmüş gibi. Anneyi canlandıran Anne Brochet’nin ‘Dünyanın Bütün Sabahları’ndan sonra yine bir sabah beklenmedik biçimde karşımıza çıkması heyecanlandırıcı. Japon aktör Togo Igawa ise incelik ve asalet kokan bir eski çağ heykeli adeta… Oruç Aruoba’nın çok değerli ‘de ki işte’ adlı kitabındaki satırlar gibi filmin anları: ‘Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar, bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar o kadar… Orman, bütün sessizliğiyle, yine yalnız, duracak orada.’


EV
Canlı yayında bir halk ayaklanması…

Menşei yurtdışında olan, 12 Eylül ağır darbesi sonrası yaratılmış ‘kalabalığı’ uyuşturan şov programlarından biri de ‘Biri Bizi Gözetliyor’ adını taşıyordu. Röntgenciliğe alıştırılmaya çalışılan ve doğrusu buna fazla direnmeyen halkın eğlencelerinden biriydi program. Birbirini hiç tanımayan insanların stüdyoda yaratılmış bir evin içinde 100 gün geçirmeleri, daha doğrusu, dış dünyadan tecrit olup adeta birbirlerini yiyerek kapalı kalmaları sonucu, aralarından birinin para ödülünü kazanması, halkımızı epey ilgilendirmişti. Yakın geçmişte reyting rekorları kıran BBG, benzer türevleriyle sürüyor hala… İki genç yönetmenin, ‘Okul’ ve ‘Sınav’ filmlerinde oyunculuk yapmış Caner ve ağabeyi Alper Özyurtlu’nun ilk yönetmenlik deneyimleri, işte bu BBG meselesini öykülüyor. Kimliği belirsiz, iyi okumuş, zeki bir gencin, elinde silahla eve girip, yarışmacıları rehin alması sonucu gelişen olaylar oldukça gerçek. Gizemli gencin dediği gibi, canlı yayında bir ‘halk devrimi’ gerçekleşiyor. Nefes alıp veren ve tamamen doğru diyaloglar, Özyurtlu kardeşlerin, kral TV gençliğinin hücre evleri olan ‘BBG’lerin iç dinamiklerini ve ruhunu tamamen kavradıklarının kanıtı. Bir gerilim olarak başlayıp, görsel medyayı ve toplumun hemen her kesimini, aslında; yaratılmış olan geçer akçe değer yargılarını topa tutarak süren ve gayet anarşist bir film olarak değerlendirebileceğimiz yapım, doğrusu beni şaşırttı.

Salona girmeden önce perdede izleyeceğim filmin, ‘My Little Eye’ türü bir çakma kopya olacağını düşünmüştüm. Düştüğüm yanılgı, beni mutlu etti doğrusu. Özyurtlu kardeşleri kutlamak gerek. Fazlalığa ve abartıya yenik düşmeden, söyleyeceklerini söylemeyi başarmışlar. BBG belgeseli gibi çektikleri yapım, gerçek ve doğru tespitler yapıyor her şeyden önce. Ortaya çıkan kapkara tablo düşündürücü. Mahvolmuş, ahlaken havlu atmış bir toplumun röntgeni, apaçık perdede. Çürümüş medya-toplum eleştirisi yapmaya soyunup, her şeyi eline yüzüne bulaştıran, üstelik eleştirdiği bayağılığın dışında kalamayan Alper Mestçi’nin yönettiği ‘Kanal-i-zasyon’u hatırlayalım.

‘Ev’, başrolünü Okan Bayülgen’in üstlendiği sığ örnekten çok ayrı bir yerde duruyor. (Bu arada belirtmemiz şart, Okan Bayülgen, ‘Ev’in konuk oyuncuları arasında ve ‘kendini canlandırmakta’ pek yetenekli değil). Bu ‘Ev’de, senaryodan, oyunculara pek çok şey iyi. Olmamış, aceleye gelmiş noktaları da var tabii filmin; örneğin, BBG evinin ‘içi’ çok iyi halledilmiş ama ‘dışarısı’ için aynı şeyi söylemek zor. ‘CSI Miami’ dizisinden ödünç alınmış polisler ve reji odası, içerdeki ‘gerçekle’ çelişiyor. Fakat bu durum, iyi kotarılmış içerisinin, yani asıl zorluğun yanında fazla göze batmıyor. Çaresizlik sonucu hemen her şeyi yapabilecek, bütün değerlerini, insanlığını terk etmeye hazır hale getirilmiş bir toplumun ağlanası halini izlemek için ‘eve’ girmelisiniz… ‘Ev kalbini bıraktığın yerdir’ der sistem. Bırakacak kalbin kalmışsa eğer…


ELVEDA
1980 Moskova Olimpiyatlarının maskotu “Micha” ve zihne kazınan o son sahne…

70’lerin sonlarında, ailemle birlikte, turistik bir gezi için Moskova’daydık. Bütün otobüs duraklarında, Kızıl meydana çıkan bulvarlarda hep 1980’de düzenlenecek olan Moskova Olimpiyatları’nın maskotu, sevimli ayı Micha vardı. Mina teyze, Müntekim amca, bizimkilerin bütün eski tüfek arkadaşlarıyla birbirimize gösterip sevimli bir oyuna çevirdiğimiz Micha, ‘Elveda’da çıktı karşıma. Bir otobüs durağında asılıydı o tanıdık afiş. Tarifsiz hüzünlendim. Yitirdiğim insanlar, anılarım, kaybedilen düşler, Aeroflat’ın gürültülü iniş sesi, meydanda nöbet değişimi yapan askerler, titreten soğuk, çocukluğum, eskiler geldi aklıma. Ta o zaman, hediyelik eşya olarak alınan, bugünse tarihsel bir belgeye, değere dönüşen küçük maskot Micha’nın yaka iğnesini saklıyorum hâlâ. Büyük bir hızla yaşlanmak bu olsa gerek. Bir yerlere bir şeyleri sıkıştırmak… Neyse, ‘Elveda’, gerçek bir öykü. 1983’te idam edilen Vladimir Vetrov’un hikâyesi, perdede oldukça ‘dik’ duruyor. KGB’nin merkez bürosunda çalışan Vetrov, Sovyetler’in teknolojik sırlarının aralarında olduğu belgeleri ve batıda çalışan KGB ajanlarının isimlerini Fransız İstihbarat Servisi DST’ye vermiş. Vetrov’un filmdeki adı Sergei Gregoriev. 80’lerin başı. ‘Soğuk Savaş’ bütün gerilimiyle sürmekte. ABD ve SSCB arasında iki bloğa ayrılmış bir dünya var. Acımasız bir dünya. KGB’de üst düzey bir subay olarak çalışan Sergei, rejime, modele karşı olan inancını yitirmiş. İdealleri ise aynı. Başta oğlu olmak üzere bütün sevdiklerini, yoldaşlarını daha güçlü bir Sovyetlere, daha düzgün işleyen bir düzene taşıyabileceğini umuyor. Ülkesinde çalışan Fransız mühendis Pierre’e elindeki bilgileri sızdırmaya başlıyor. Film de burada başlıyor aslında. İki insan arasındaki işbirliği, bir dostluğa evriliyor. İnsanın bir diğerini anlaması, onun için kaygılanması. İnsanoğlunun hasletleri, özlemleri, düşleri...

Gezegende birlikte yaşarken, diğerinden bir adım önde ve en güçlü olmak için ‘harcanan’ hayatlar, anlar… Ronald Reagan’ın ‘yıldız savaşları’ projesi, acımasız, ikiyüzlü, ‘rahata acıkmış’ bir dünya, insanı hiçe sayan planlar… ‘Ateşkes / Joyeux Noel’ ile tanıdığımız Christian Carion’un filmi, kopkoyu bir dram aslında. Gerilimi yüksek bir casus filmi olmanın ötesinde, insana yakılmış bir ağıt. (John Le Carré ruhundan farklı bir casus öyküsü tabii) ‘Gorky Park’ın muhitinde geçen filmde başrolü, usta bir yönetmen üstleniyor: Emir Kusturica. İlk dönem filmlerini yönetir gibi duruyor perdede; öyle görkemli yani. Korkmuş, hayal kırıklığına uğramış, şaşırmış, endişeli KGB çalışanı, kaygılı baba, eş, vatandaş rolünde müthiş bir kompozisyon çiziyor. Dönemi, zemini ve sistemi gayet iyi bilmesinin bunda büyük rolü var tabii. Guillaume Canet, aynı başarıyla eşlik ediyor Kusturica’ya. Yüreğe dokunan o final bir de. İnfazı beklerken, göl kenarındaki iskeleden puslu açıklara bakan Sergei’nin eliyle yaptığı ‘hadi, tamam o halde’ işareti. İnsana sıkılan kurşun. ‘Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı; sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?’ sorusu. Tepişen fillerin zarar verdiği çimenler. İnsani diyaloglarla süslü küçük mutluluk arayışları. Walkman, bir şiir kitabı, bir babanın çocuğu için diledikleri. İdeallerini yitirmiş bir bünyeyi iyileştirme çabasında olan idealist, sevgi dolu bir adamın çaresizliği, yalnızlığı son tahlilde. Güce tapan zalimlerin bildik hain oyunları. Dönemi perdeye taşıyan sanat yönetimi ve kamera şahane. Renk paleti, perdedekini içselleştiriyor.

(Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2010)


Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2011)

TUZAK
Nasıl yani?

Önce filmin adıyla başlamak gerek... ‘Wrecked’, Türkçede ‘enkaz’ demek. Vizyona ‘Tuzak’ adıyla girmesi, saçma bir ticari hamle olarak görünüyor. Film, her şeyden önce Şekip Ayhan Özışık’ın rast makamındaki şarkısını çağrıştırıyor: ‘Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem.’ Bir muallak senfonidir gidiyor ardından. Başrolünü, aynı zamanda filmin yapımcıları arasında yer alan Adrien Brody’nin üstlendiği minimal gerilim, yönetmeni Kanadalı Michael Greenspan’ın ilk uzun metrajı. - Zaten daha önce hep ‘kısa iyidir’ demiş yönetmen, bu filmi de, 15 dakikalık kısa metraj olarak çekseymiş, çok başka şeyler söyleyebilirmişiz üzerine- Gözlerini açtığında kendini ormanlık alanda, hurdaya dönmüş bir arabanın içinde sıkışmış olarak bulan karakter, varoluş kaygıları içinde, bir anlam arayış öyküsü izletiyor bize. Hayatla ölüm arasında gidip gelen ‘yalnız’ kahraman hikâyelerinin, biraz başka şeyleri eşeleyen örneği, doğal olarak az söze dayanıyor. Tek kişilik resitalinde Brody’nin rol arkadaşları, bir dağ aslanıyla bir köpek. Hayvan severleri filme çekecek olan bu iki arkadaşın yedinci sanattaki gelecekleri parlak... Açılış sahnesi itibariyle, ‘Buried / Toprak Altında’ ve ‘127 Hours / 127 Saat’ filmlerini anımsatan yapım, sonraları Asif Kapadia’nın ‘The Return / Dönüş’üne göz kırpmaya başlıyor. Genel atmosferde ise ünlü TV dizisi ‘Lost’vari bir durum var. Son tahlilde, niyeti bozuk olmayan ama dünyası küçük bir ‘Hayali Küçük Ali’ vaziyeti gerilim denemesi diyebiliriz perdedekine.

HANNA
Gösteriş uğruna

‘Aşk ve Gurur / Pride & Prejudice’, ‘Kefaret / Atonement’ gibi başarılı edebiyat uyarlamalarını beyazperdeye ‘özenle’ yansıtan rafine isim Joe Wright, bu kez; hayal kırıklığı yaratıyor fikrimizce. ‘Güneş Sirki / Cirque du Soleil’mi izliyoruz, panayırda mıyız, ne yapıyoruz, ne ediyoruz belli değil. Bir gösteriştir gidiyor. Tuhaf numaralar, ayarsız bir tempo, içi boş bir gösteriş. ‘Kof’ aksiyon, filmin orijinal müziğine de imza atan ‘The Chemical Brothers’ın yeni albümü için çekilmiş sanki. Klip mantığıyla süren görgüsüz şiddet gösterisi, anlamsız sertlik ve ahlaksız bir vahşet geçidine dönüşüyor. ‘Ahlaksızlık’, henüz reşit olmamış bir kız çocuğunun, önüne geleni öldürmesiyle vücut buluyor. Grafik şiddetin de ötesine geçmiş filmdeki gösteri. İyi, kötü, suçlu, masum, birçok insan, diğerleri tarafından katlediliyor. Öyküdeki boşluklar, gereksiz oluşlar – sinyal veren, baba kızın yerlerini bildiren telsize ne gerek var, anlaşılamıyor- mantık hataları, bu kadar da olmaz dedirtiyor. Filmin ‘kötü katilleri’, ‘Clockwork Orange 2011’ konumunda. ‘Nikita’ ve ‘Bourne’ serilerinin de kulaklarını çınlatan yapım, stilize olmaya uğraşmış – fakat başaramamış- bir aksiyon denemesi. Doğumundan itibaren, kusursuz bir katil olarak yetiştirilen genç bir kızın, yeni nesil aksiyon yıldızı olarak pazarlandığı öykünün başrolünü, geleceğin Meryl Streep’i olacağı çok önceden belli olan 1994 doğumlu Saoirse Ronan üstlenmiş. Eric Bana, Cate Blanchett gibi ustaların yer aldığı müthiş kadro, ‘sıra dışı’ olmak adına, ‘sıradanlığı’ seçmiş yapıma zenginlik katamıyor. Sadece film müziği ve Saoirse Ronan’ın ‘sıkı’ performansı kalıyor geriye.


DEHŞET EVİ
Ben almayayım…

İspanyol yapımı, tipik bir istismar sineması örneği. Sınırsız vahşet filmi, para getiren 
‘perdedeki açık şiddetin’ yeni ürünü. Hiçbir orijinalliği, yeniliği, zekâsı, pırıltısı olmayan senaryo, sadece ‘daha fazla nasıl rahatsız ederim’ düşüncesiyle kaleme alınmış. Yeni taşındıkları evde, üç maskeli adamın saldırısına uğrayan ailenin geçirdiği dehşet yüklü saatler. Gaspar Noe’nin ‘Dönüş Yok’una gönderme yapan en rahatsız kopya-sahneden tutun, ‘Otomatik Portakal’ın yıllar önce yaptığını ‘asla anlamadan’, onun açtığı tedirgin edici yoldan, vahşetin en uç sınırına yürüme çabaları… Rahatsız edici sapkın bir çılgınlığın, istismara uzanan ruh tahribatı. Bir de faşist bakış. Üst gelir grubu ailenin evine zorla giren ‘hırsız ve haydut’ göçmenler. Gözünü para ve şiddet boyamış üç Arnavut adam. Yabancı düşmanlığının perdeye yansımış hali. Bu kadarı da olmaz dedirtmek için ‘ayarlanmış’ final. ‘Ayıptır’ dedirten bu yazı. 

AŞIRICILAR
Bizi büyüten anların anısına…

Günlerin savruk koşuşturması içinde, ‘asil’ uğraşlar yerine medarı maişet mecburiyetleri ve saçma sapan ayrıntılarla uğraştığımız için, ‘Aşırıcılar’ ilaç gibi geldi. Her şeyden önce kendini önemsemeyen, bağırmayan bir film. Sinemanın yorucu patırtısı, özellikle Amerikan büyük stüdyo animasyonlarının caf caflı söz kalabalığı, mesaj kaygısı, vesairesinden uzakta asil bir ürün... Küçük çocuğun, annesinin büyüdüğü eski aile evine gelişiyle tahta çitin kapısını açıp, görüp görmediği belirsiz nesneye yaklaşırkenki zarafeti karşısında zihne takılanlar… Küçük insanlar... Tahta boşlarda yaşayan nesli hızla tükenen canlılar... Romen felsefeci E.M. Cioran’ın ‘Burukluk’ adlı denemesinde söz ettiği gibi filmin özü: ‘Bütün kinlerimiz, kendimizin altında kalmış ve ona kavuşamamış olmamızdan gelir. Bu yaptıklarından dolayı ‘ötekiler’i hiçbir zaman affetmeyiz.’ İlk aşk, masumiyet, dolu anlamıyla ‘yoksunluk-garibanlık’, babalık, çocukluk, annelik, ev sıcağı, sevgi, korku, haset, kin, böyle sakin mi anlatılır her zaman? Bilgelik, vakur ve mağrur eda. DNA kodlamalarıyla alakalı bir tevazu ve ağırbaşlılık. Neyi nasıl anlattığını çok iyi bilen has bir sinema örneği Miyazaki ustanın stüdyosundan çıkan iş. Öte yandan, sevgi-nefret-aidiyet üçgeni meselesi filmin siyasi yanı. Başkalaştırma, adlandırma, yabancılaşma. Sosyo-politik nüanslarıyla kalıcı bir yapım. Yüzyıllara direnen zarif bir biblo. Film yine Cioran’ın o çok değerli sözlerindeki gibi biter. Bir tarafı kavuşmasız bir aşkın, yaşatıcı ve var edici umuduyla sarmalanmış olsa da: ‘Yine de daima severiz ve bu ‘yine de’, içinde bir sonsuzu barındırır.’ Sonsuza açılan sıcak bir pencere bu film.

MUTLU AZINLIK
‘… Sevgim acıyor. Kimi sevsem, kim beni sevse.’ Turgut Uyar

Serbest cinselliği, sevgi ve hayata anlam katma arayışını sorgulayan, ‘mutlu olsak da, bakındığımız, aradığımız yeni oluşlar var’ diyen Fransız yapımı, romantik bir dram. Epey hüzünlü de… Yeni tanışan, çocuk sahibi iki çift, birbirleriyle zorlanmadan kaynaşırlar. Aralarında oluşan çekime karşı koymadan, kuralsız, şartsız eş değiştirmeye karar verirler. Yetişkin aşkı, cinsellik, özgürlük, kıskançlık, sınıfsal durumlar, tutkunun katmanları ve mutluluk peşinde koşan, anlam arayan insanoğlunun iflah olmaz yalnızlığı… Vivaldi’nin ‘Stabat Mater’i eşliğinde yürek ezen bir rapsodi gibi her şey. Üç yeni yetmenin cinselliği keşfini ve aşk arayışını öyküleyen 2005 tarihli ‘Soğuk Duş / Douches Froides’ adlı ilk uzun metrajından anımsayacağımız Antony Cordier’in yazıp yönettiği sarsıcı dram, yine Fransız yapımı ‘Mutluluğun Resmi / Peindre ou faire l’amour’ ve Amerikan bağımsızı ‘Aşk Artık Burada Oturmuyor / We Don’t Live Here Anymore’u düşürüyor akla. Filmin oyuncu kadrosu; Marina Foïs, Élodie Bouchez, Roschdy Zem ve Nicolas Duvauchelle, adı geçen her iki yapımdaki ustaları aratmıyorlar. Film, ‘Happy Few’ olan İngilizce orijinal adını, karakterlerin kendi aralarında konuştukları, objelerin ismini dile getirdikleri İngilizceden alıyor. Başka bir mutluluk, başka bir duyarlılık, başka bir dil, başka bir dünya, başka insanlar, başka bir oluş diyor Antony Cordier, meseleli, yürekli filminde ve ekliyor ama ‘hakiki’ olmalı. 

ÜÇ
‘… Sevda bir umut buldu sende.’ Edip Cansever

Hanna ve Simon… Yirmi yıldır birlikte olan bir çift. Modern, olgun, kültürlü insanlar. Çocukları yok. İç sesleri, Berlin’in kozmopolit sesine karışıyor. Evi terk edip, geri dönmeler, çocuk sahibi olma isteği, düşükler, geçen yıllar, varoluş kaygıları, soru işaretleri, hastalıklar, tümör, aile, ölüm ve hayat… Derken, bütün iç sesler kesiliyor. Birbirlerinden habersiz aynı erkeğe aşık oluyorlar; Adam’a. Adam’ın ‘o özel ten kokusu’ ilahi biçimde soru işaretlerini cevaplara dönüştürüyor. Her şey belirginleşiyor. Usta Alman Tom Tykwer’ın Berlin’e önemli bir rol verdiği yeni filmi, üçlü bir aşk eşliğinde, varoluşa, hiçliğe, cinselliğe, anlam arayışa ve bilimin ışığında asıl olan ‘sevgiye’ değiniyor. Stanley Kubrick’in çoğu imgenin ‘abc’si sayılan ‘2001 A Space Odyssey / Uzay Macerası’na müziğinden yola çıkarak göndermeler yapan romantik dram, planları, biçimi, atmosferi ve Sophie Rois’un başı çektiği oyunculuklarıyla cesur, özel bir yapıt olarak kazınıyor belleğe.

(Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2011)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar