17 NİSAN
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek. Bu zorlu, karanlık, belirsiz süreçte, bizler evde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri ve hizmet sektöründe üretmeye devam eden emekçilere, ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.
Bu hafta siz değerli okuyucular için ‘hangi arada’ böyle olduk mevzulu, epey geçmişte kaleme aldığım ve bazı güncel değiniler eklediğim eski bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Koronavirüsle ilgili değil. Uzun zamandır dertli olduğum durumlar ve biraz içinde yaşadığımız günlerin tahlili. Değişen bir şey yok. Maalesef daha da kötüleşmiş vaziyet! Yazıda sinema da var tabii. Bu hafta böyle oldu. Evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin.
Herkese sağlıklı günler.
HANGİ ARADA
‘Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey…’
Oktay Akbal
İçi hızla boşalan günlere denk geldik… Zihnimi meşgul eden pek çok soru var halen… Elli yaşı sürerken ‘arada bir iyi hissetmek’ yetmiyor insana! ‘Hayat bu ama’ diyorsunuz kendinize, sadece kendinizin duyduğu iç sesinizle. De Sica her daim haklıydı. Bresson da öyle. Farklı adamlar, farklı bakışlar fakat ikisi de önemli! Önem demişken, başka bir şeye evrildi artık bu kavram.
Küçüktüm, sevdiklerim hayattaydı. Mutluyduk her beraber. Gelecek günlerin daha iyi olacağını söyleyen ve en önemlisi buna yürekten inanan bir grup büyüğün arasında geçti çocukluğum. Ruhi Su, bağlamasını çalardı. ‘Sanki benim mor sümbüllü bağım var, zemheri ayında canım gül ister benden’i söylerken, tarifi zor şeyler uyanırdı içimde. Ne dediğini anlamazdım şarkının. ‘Bilmem şu feleğin bende nesi var’ı algılamam epey sonra oldu. Şimdi her duyuşumda çaresiz hüzün kaplıyor içimi. Ama farklı bir hüzün. Sevgi, umut dolu… Sonra Behice (Boran) teyzenin, ders anlatırmış gibi anlatışları… Sıdıka (Su) teyzenin naifliği, anaçlığı… Mina Urgan’ın çocuksu bilgeliği… Teyzem Necla Fertan’ın ciddi şefkati, kendine has, titiz bir adam olan eniştem, Nihat Sargın, eşi Yıldız teyze, Ilgın abi, Gülçin Çaylıgil, İstanbul beyefendiliği nedir dendiğinde aklıma gelen tek örnek olan usta çevirmen Müntekim Öktem. Küçük dev Aziz Nesin, çapkın ressam Cemil (Eren) amca. Onun o ipince duyarlılığı… Şükriye Dikmen’in hazırlattığı nefis sofralar, puf böreği ve şahane tabloları… Türkçe uzmanı Profesör Fahir İz. Olimpiyatlara katılan ilk Türk kadını olan ünlü arkeolog Halet Çambel, Ağa Han mimarlık ödülünü mimarlık eğitimi almadan kazanan tek kişi olan Nazım’ın cezaevi arkadaşı büyük deha Nail Çakırhan… Adını unuttuğum ama yüzleri aklımda olan daha birçokları… Teyzem, terasta nefis sofralar kurardı. Annem ve babam daha neşeliydi o zamanlar. Yemekten sonra, büyükler aralarında bazen ciddi şeyler konuşurlardı. Ruhi amca, babamla tavla oynar, ben onları seyrederdim. Sürekli müzik çalardı evde. Klasik müzik, caz, halk müziği, Münir Nurettin Selçuk… Evimizin ve bütün tanıdıklarımızın duvarlarını, içinde binlerce kitabın olduğu kocaman kütüphaneler, güzelim tablolar, posterler süslerdi. Boş duvar nedir hiç bilmedim. Kitap, resim ve fotoğraf çok önemli olmalıydı. Çünkü hayatımızın içindeydi, tam ortasındaydı. Aynı müzik, yemek ve dostluk gibi…
Sonra büyüdüm. Behrengi okuyarak, aslında elime ne geçerse okuyarak, ansiklopedi karıştırarak, sinema ve tiyatro izleyerek, resim ve fotoğraf sergileriyle, bale, opera ve klasik müzik konserleriyle büyüdüm. Bilginin gücüne, bilime, evrime, emeğe ve paylaşmaya saygı duymam öğretildi. İnsanları sevmem ve güvenmem gerektiği. ‘Zekânın, hayatta karşımıza çıkan tesadüflere karşı hassas olabilme yeteneği’ olduğunu öğrendim. En zor zamanlarda espri yapabilmek, nazik ve anlayışlı olmak, karşılık beklemeden yardım etmek, ayakkabı bağlamayı öğrenmeden önce yuva öğretmenim Tanyeri Erkmen’in tembih ettikleriydi. Çok özel bir eğitimciydi Tanyeri öğretmen. Evde edindiklerimi yuvada çoğalttım. Uspenski’nin ‘Fedor Amca’sını, Tolstoy’un çocuklar için yazdığı o ölümsüz öyküleri, Dostoyevski’nin ‘Çocuklar Arasında’sını, Behrengi’nin ‘Küçük Kara Balık’ını, ‘Pal Sokağı Çocukları’nı, Ülkü Tamer’in ‘Pullar Savaşı’nı okumuş, Sait Faik’in insana ‘kişilik’ katan öykülerine geçmiştim.
Pazar sabahları erkenden, evimizin hemen yanındaki bakkala gider, ekmek ve gazeteden önce ‘Milliyet Çocuk’ alırdım. Ten Ten ve Asteriks, Zagor ve Tom Braks’dan daha önemliydi bir ara. Sonra, Mister No hastası oldum. Gogol, Istrati’yi, Kafka, Camus’u, Kundera, Marquez’i, Pavese, Canetti’yi kovaladı. Rilke’den Malte Lauridgs Bridge’nin Notları’ ve Canetti’nin ‘Körleşme’si ayrı bir yerde durmakta tabii. Yusuf Atılgan’ın ‘Aylak Adam’ı bir de! Oğuz Atay, Füruzan, Tezer Özlü ve Sevgi Soysal’ın bütün yazdıkları… Bir de sinema vardı tabii. Gerçek ‘ben’i bulmamı sağlayan araçlardan biri oldu büyülü beyazperde. Bresson, Forman, Fellini, Chaplin, Scorsese, Bunuel, Bergman, Tarkovski, Scola, Visconti, De Sica, Losey, Welles, Truffaut, Godard, Rohmer, Rivette, Chabrol, Bertolucci, Kieslowski, Coppola, Pasolini, Dreyer, Ozu, Antonioni, Allen, Kubrick, Taviani’ler Kaurismaki’ler, Jarmusch ve bu günlere gelen yol…
VE ŞİMDİ…
Şimdiyse bütün oluşlar farklı. Eskisi gibi değil artık yirmi dört saatler. Ne yüzler aynı, ne sesler, ne kokular, ne yaşananlar… Sığlık çağındayız. İçi boşaltılmış ve hâlâ boşaltılmaya devam edilen yok olası bir çağ bu. Pencerenin dışındaki her şey çok bayağı. 80 darbesiyle birlikte, dünyanın dörtte üçü gibi, emperyalizmin bütün isteklerine, çok uluslu kan emici dev şirketlerin ‘insanı’ yok etme politikasına teslim olduğumuz gerçeği, kanıksanmış bir yara artık. Kaşındıkça tekrar açılan… Üstelik herkesin keyfi yerinde. Daha doğrusu düşünmeyen, soru sormayan, üretmeden tüketen bir toplumuz. Apolitik bir nesil yetiştirme yolunda kazanılan başarı, eşi görülmemiş bir zafer… Tek tip insan yetiştirme projesi, artık ayyuka çıkmış durumda. Televizyonun renklenişiyle birlikte yürürlüğe giren ‘insanı’ hipnotize etme planı, altın çağını bitirip, platin çağını girmiş. Artık televizyonu açtığınızda tek kanallı ‘Baretta’, ‘Oyun Treni’, ‘Beş Dakika’, ‘Uzay Yolu’ vs. günlerinin, sabahın köründe göbek atan insanların konuk olarak katıldığı şeker-şurup dijital bin kanallı programlara bıraktıklarını görüyoruz yerlerini. İlkokulu bitirdikleri kuşkulu şarkıcılar, siyaset, ekonomi, sosyoloji ve felsefe üzerine göbek üstü az kalçalı görüşlerini ifade ediyorlar her sabah, her öğlen ve her akşam. Milletse yalvarıyor. Kutumu açalım efendim, son kararım, varım, varım, varım…
Haber kanallarında maymun doğuran kediler ve eniştesini doğrayan baldız haberleri var ağırlıkla. Görümcesini, yasak aşk yaşadığı kayınpederiyle birlikte kesip, ormanlık alana gömen kadınlar. Bir de fallar. Bilgiden, kültürden izole, öyle yaşıyoruz. Kimse herhangi bir mesele üzerine ‘ben bilmiyorum, fikrim yok’ demiyor. Herkes her şeyi biliyor maşallah! Ama memnunuz. Cebimizde kredi kartlarımız var. Olsun, varsın paramız olmasın, kartlarımız var ya… Harcarız olur biter. Kazandığımızdan fazlasını harca diye vermemişler mi onları. Hem sonra ödeyemezsek en fazlasından haciz gelir evimize, hapse gireriz. Hapiste, bir ağır abi ile tanışırız. Ardından biz de birer şarkıcı oluruz belki ve o ekran karşısından izlediğimiz ışıltılı dünyaya gireriz. Birer müteahhit oluruz, komisyoncu, bir iddia bayii açarız, bir kebapçı, ne bileyim yaparız bir şeyler… Bunu söylemiyor mu o programlar her sabah bir daha… Sonra ‘ciddi’ ve ‘bilge’ geçinen ‘Soros çocukları’…
Onlar var bir de. Haberlerde, şehrin dışındaki medya plazalarında, dergilerde, gazetelerde hep onlar var. Onlar birer kanaat önderi. ‘Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler’ var ya. İşte onlar bu. Gerim gerim gerinirler oturdukları deri koltuklarda. Ofisleri genellikle plazaların üst katında, manzara gören bir yerdedir. Aslında çoğu suçluluk psikolojisiyle yanıp tutuşurlar. Arkadaşları 1402’lik olmuşken, kendilerini Ege’nin bilmem hangi köyüne zor atıp patates yetiştirirken, dünyaya ve hemen her şeye küsmüşlerken, birçoğu canını bu topraklar ve insanlar için hiç düşünmeden vermişken, onlar öğlen yemeklerinde yeni suşi menülerini keşif gezilerine çıkarlar. Tayland mutfağı ve şarap seçimi konularında uzmanlaşmaya çalışırlar. Türkçeyi hafif aksanlı konuşurlar ve el hareketleriyle. Bilekten kırılan devinimli hareketlerle. Yoga yaparlar iş çıkışları. Feng Shui’ye inanırlar. Sağlıklı hayata, Ginsengli vitaminlere, organik domateslere. Siena, Cenova, Milano gezilerine… Hayat hoştur, gerisi boştur onlar için… Koşu bantları, cihangir pubları, kafa hapları, alemin sapları…
Küçücük çocuklar, azmış kudurmuş yeni yetmeler başımıza büyük birer otorite kesilirler. Bu, en kötü, en dayanılmaz şeklidir yeni ‘organizmaların’. Hemen her konuda fikirleri vardır. Finans, su kayağı, stagflasyon, retorik, bal kabağı, Hacivat, futbol, sinema, tiyatro, ebegümeci, kara lahana, lcd, plazma, dvd, blue-ray, home theatre, Cervantes, Cicero, deprem, ethnicity, orası, burası, erozyon, canetti, aylak adam, çığ, louis vuitton, chanel, burberry, otobiyografi, mockumentary, slasher, de sica, tarantino, gondry, antonioni, tuz, karabiber, selam, sabah, seks, misyoner, ağaç, sigara, alkol, deniz, derya, önüm, arkam, sağım, solum, sobe… Her şeyi bilirler. Dil de bilirler. Çeviri yaparlar. Okumamışları, yani entelektüel olmayanları acımasız, zalim, yani bir miktar kötücüldürler. Zulmederler, sürekli tüketirler. ‘Artı değer de neymiş ulen’ derler. Kasap aşkları yaşarlar, kayak yaparlar, göbek atarlar, tavernalarda tabak kırarlar, ekonomi kanallarında borsa üzerine yorum yaparlar, ‘boat show’a giderler, stadyumdaki localarına, Karayipler’e arada. Harcarlar, harcarlar, harcarlar. Bir iki kitap okumuş olanları, daha acımasız, daha zalim, daha kötücül olabilirler. Entelektüel faşizm uzmanı olurlar. Ezerler ve zevk alırlar. ‘… Ekmeğin fiyatını bilmezler ama ekonomi politika…’.
Aslında bunlar suçsuzdurlar. Suçları, farkında olmamaktır. Bunları bu hale getiren düzen ve sistem karşısında al gülüm ver gülüm takılırlar. Şanslarını kendileri ‘yaratmışlardır’ ya… O yüzden. Televizyonda, radyoda programlar hazırlarlar. Kendilerine gazetede köşeler verilir. Cahilleri genelde dayanılmaz olurlar. Mesele, ‘daha iyinin istenmemesidir’. Nedir ki daha iyi? Soru sormak, akıl karıştırmak, kovandaki istenmeyen eşek arısı olmak mı? Hayır. ‘Daha iyi’, averaj altı olmak demektir. Sana istediklerini ne denli çok yaptırırlarsa o kadar iyisindir. Her şey o denli sığ ve averaj altıdır ki, ‘daha iyi’ makbuldür. Hatta ‘en iyi’, en sığ olandır. En bayağı, en ‘ortalama’ en kötücül… Bir de internet mecrası vardır. Daha ‘gariban’ olanları, yani kendilerine ‘senden şunu istiyorum, hemen şimdi!’ diyecek bir ‘hami’ bulamamış olan hırslı, averaj altı genç-yaşlı egosantrik beyler ve bayanlar, yüreksiz kifayetsiz muhterisler kendi krallıklarını illegal bir biçimde ilan ederler ve atıp tutmaya başlarlar. Üff üff, hem de ne atıp tutma…
Yalnız burada önemli bir nokta var, haksızlık yapmayalım. Kendilerine nefes alacak mecra bırakılmamış olanlar da kendi krallıklarını ilan etmişler, kendi sitelerini kurmuşlardır. Orada Don Kişot vaziyeti yel değirmenleriyle dövüşmektedirler ama bu averaj altı egosantrik türler, onların Don Kişot zihniyetlerini kullanmaya başlarlar. Bir süre sonra, iyi niyetlerle ve nice emeklerle kurulmuş mecraları ele geçirip, tahrip edeceklerdir. Zaten onların ‘sistemdeki’ varlık sebebi budur. Tuhaf bir kontrol mekanizması, insandaki doymak bilmez iştah ve hırs, ‘ben’i iyi tanıdığı ve beslediği için, bu egosantrik beyler ve bayanları kontrol etmektedir aslında. Kontrolsüz bir kontrol durumu vardır ortada. Ortamın gerçek emekçisi- emekçileri ise, vakur biçimde yaklaşan sonu izlemektedirler. Yazılı olmayan şeyin uçup sonsuzluğa karıştığı yerleri hep çok tehlikeli bulmuşumdur. Ama atıp tutmak için ‘egosantrik’ varlıkların bu tip uzay boşluklarına ihtiyacı vardır. Bir tek kitap, bir tek film, bir tek resim için harcanan emeğin ne olduğunu bilmeden atıp tutarlar. Yargılarlar, kendilerine, kendileri gibi sanal bir kamuoyu oluşturma gayreti içindedirler. Çok tehlikeli ve kötüdürler. Dedikodu, iftira, laf sokma, aşağılama, dalga geçme gibi, çok sonradan yerini utanca bırakacak bir rezil olma durumu yaşarlar. Bunların patronları vardır bir de! Sineğin yağını çıkarıp paketleyip satmaya, sömürüden kâr elde etmeye çalışırlar. Sanatı kullanırlar bazen bunun için. Neyin iyi neyin kötü olduğu birbirine karışmış, haklı, haksız, güçlü, güçsüz, yer değiştirmiştir. ‘Mazlumun ahı’ yerde kalmıştır. Sığlık, bir coğrafi tanımlama olmanın ötesinde bütün sanat ve bilimlerin üstünde bir mevki edinmiştir kendine. Oyun bitmiştir…
O HALDE…
Durum kötüdür. Kültürel bir kuraklık, çölleşme hakimdir her köşeye. Yabancılaşma ve yalnızlık sizi boğmakta, yok etmektedir. Eski insanlar yok olmuşlardır. Mahalle arkadaşlıkları, ansiklopediler, peşinatsız dostluklar, sırt sıvazlamalar, masum öpücükler, tren garları, biriktirilen dergiler ve okul çıkışları… Yok edici, aldatıcı bir gerçeklik sarmıştır dört yanı. Buyurgan ve muzaffer halleriyle hafta sonu brunchlarında kendilerinin veya benzerlerinin yazıp çizdikleriyle eğlenirler. Sanal dünyanın minicik antresine bütün evreni sığdırmışçasına, ‘bak ben ne yazmışım’larla, ‘ben ne büyük adamım’larla, ‘kaç kişi bana yorum yapmış’larla, ‘nasıl laf sokmuşum ama’larla ‘kaç takipçim olmuş’larla, kim beni bloklamış’larla ilgilenirler. Ruhsal mastürbasyon sürüp gider… İçi hızla boşalan bu gezegende her şeyden öte, inadına belki de bilim, sanat, akıl ve duygudan ayrılmamak gerek ilkin. İnadına bildiğini yapmaya devam etmek. Araştırmaya, okumaya, kendini geliştirmeye. Aydınlanmadan umudu kesmeden, yoz olandan korkmadan. Varoluşun anlamı olan ‘eklenmeye’ çalışmak… Her yeni gün bir şey eklemek…
Kimsenin, geride bıraktıklarının ne olduğunu bilmesine de gerek yok. Günün birinde birinin fark edecek olduğunu bilmek yeterli. Çocuğunun, ne bileyim onun çocuğunun, komşu kadının, sokaktan geçen adamın, yaşlı amcanın, otobüsteki teyzenin, vapurdaki üzgün kadının, sinemadaki telaşlı iki sevgilinin, inşaattaki işçinin, sınıftaki önlüğü solmuş kızın… Biri fark edecektir günün birinde. Ve sen o gün o eski türküyü söylerken, o eski değerli günlerin, değerli insanların, değerli anların seninle olduğunu fark edersen. Öyle, aniden, bir anda. Hiç gitmemişlerdir, hep ordadırlar aslında. Senin savaşını seyretmektedirler. Senin nasıl savaştığını. Herkesin çağı kendine göre zordur işin gerçeği. Herkes kendi kavgasını kendi zamanında verir. Ve zafer nihayetinde emeğin, bilginin, azmin, sanatın, doğrunun ve gerçeğin yanındadır. Sanal ve geçici oyalanmalar tarihe mal olmazlar. Ancak yaşanan acılar, suçlar ve kabahatler olarak hatırlanırlar. Sen arkanı bir duvara verirsin ve kafana kaldırıp güneşe bakarsın. Martılar, mavi gökyüzü, dostların, ölmüşlerin, çoluğun, çocuğun, idealin, derdin, tasan, sevdan, hepsi birden oradadır. Senin yanındadır. Bir türkü tutturursun. A. Kadir’in sözlerini yazdığı nefis şarkıyı mesela: ‘Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, bir iner bir çıkarım bu yokuşu. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, kazanırım çocuklarıma ekmek parası!’. MURAT ERŞAHİN