17 EYLÜL 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Il Posto / İş
(Yönetmen: Ermanno Olmi / 1961)
Salvatore Giuliano
(Yönetmen: Francesco Rosi / 1962)
Il vangelo secondo Matteo / Aziz Matyas’a Göre İncil
(Yönetmen: Pier Paolo Pasolini / 1964)
Romeo and Juliet
(Yönetmen: Franco Zeffirelli / 1968)
La Grande Bouffe / Büyük Tıkınma
(Yönetmen: Marco Ferreri / 1973)
Vizyonda bu hafta (17 Eylül 2021)
Yeni hafta beraberinde ikisi yerli yapım olmak üzere toplam dokuz yeni film getiriyor. ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dallarında iki Oscar ödüllü ‘The Father / Baba’ notlarımızda.
BABA
-Yaş almak ve acımasız zaman üzerine-
İncelikli dram, Fransız oyun yazarı Florian Zeller’in aynı adlı oyunundan bizzat Zeller imzasıyla yansımış perdeye. Son Akademi ödüllerinde, ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ (Hopkins) dallarında iki Oscar heykelciği kazanan İngiltere-Fransa ortak yapımının senaristlerinden biri de, 1988’de ‘Dangerous Liaisons / Telikeli İlişkiler’ ile ilk Oscar’ını kazanmış usta kalem Christopher Hampton. Filmin şu ana dek toplam 135 adaylık aldığını ve 26 ödül elde ettiğini belirtelim.
Başrolde Anthony Hopkins’in alışık olduğumuz üzere ‘döktürdüğü’ filmde dev aktöre, Olivia Colman, Olivia Williams, Rufus Sewell, Imogen Poots ve Mark Gatiss eşlik ediyorlar. Gençliğini ve orta yaşı geride bırakıp ‘yaşlanmış’ olan Anthony, kızı Anne’nin ısrarlı tutumuna rağmen tek başına yaşamaya ve geçmişte olduğu gibi herkese karşı tek başına durmaya kararlıdır. Hayat ve gerçekler buna izin vermeyecektir tabii!
Kendi sahne oyununu sinemaya başarıyla yedirmiş olan Zeller, sinemanın diline de hâkim olduğunu -bir miktar da; Hampton ve Hopkins’in yardımıyla- kanıtlamış görünüyor. Son derece zarif bir film ‘Baba’! Hiç kimseyi takmayan ‘zaman’ın elinde oyuncak olmuş insan. Bellek ve zihinsel yeteneklerin bozukluğu olarak adlandırabileceğimiz demans problemiyle karşılaşan kişinin çaresiz mücadelesi. Yaşlanmış adamın, gerçek, düş ve kâbuslarla örülü iç dünyasının gerçekçi resmi duruyor perdede. Aklın oynadığı oyunlar, geçmiş, hesaplar ve bugün! Hopkins’in alabildiğine nüanslı oyunu, her türlü övgü çabasının ötesinde. Olivia Colman’da çok çok iyi, yaşlı babasının üzgün ve çaresiz kızı rolünde. Gerçeğin, zamanın tavizsiz refleksinin ve yalnızlığın acıtan resmi ‘Baba’. Öte yandan vicdanlı bir o kadar da. Gerçekçi. Üşütüyor… Ajitasyondan tamamen uzakta seyreden bir insan hali belgeseli adeta! (4 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakalım…
Kendilerini ölümcül bir labirentin içerisinde hapsedilmiş bulan altı kişinin hayatta kalma mücadelesini izleyeceğimiz ‘Escape Room: Tournament of Champions / Ölümcül Labirent: Şampiyonlar Turnuvası’, korku türüne aksiyon ekliyor. Adam Robitel’in yönettiği yapımda başlıca rolleri Taylor Russell ve Logan Miller üstleniyorlar.
Dreamworks imzalı animasyon ‘The Boss Baby: Family Business / Patron Bebek 2: Aile Şirketi’ Tom McGrath imzalı. İlk filmin merkezinde yer alan Tim ve Ted Templaton kardeşlerin birer yetişkin oldukları dönemi anlatan film, yetişkin yaşamı sırasında birbirinden uzaklaşan iki kardeşi yeniden bir araya getiren olayları öykülüyor.
‘Copshop / Belalı Karakol’, Joe Carnahan imzası taşıyan gerilimli bir aksiyon. Küçük bir kasabadaki polis merkezinde; profesyonel bir katil, çaylak bir polis, ikiyüzlü bir dolandırıcı ve psikopat bir tetikçi arasında yaşananlara tanık oluyoruz.
‘Kimetsu Orchestra Concert / Kimetsu Orkestra Konseri’, ‘Demon Slayer: Kimetsu no Yaiba’ hikâyesini yeniden yaşayabileceğiniz bu özel orkestra konserinde ünlü animeden görüntüleri Tokyo Filarmoni Orkestrası’ndan canlı müzik eşliğinde izleyeceğiz.
Christos Nikou imzalı bilimkurgu katkılı kara komedi ‘Mila / Elmalar’, Yunanistan-Polonya-Slovenya ortak yapımı. Venedik Film Festivali dahil olmak üzere gösterildiği festivallerde 22 adaylığı, 14 ödülü olan yaman bir yapım!
Arjantin-Yeni Zelanda ortak yapımı korku öyküsü ‘Dark Web: Descent Into Hell / Karanlıktaki Çığlık’ genç bir Youtuber’ın ‘Dark Web’in derinliklerine erişmesi sonrası yaşadıklarını öykülüyor.
Haftanın iki yeni yerli yapımı ise; Ali Tanrıverdi’nin yönettiği komedi türündeki ‘Amacı Olmayan Grup’, hayatta bir gayesi olmadan yaşayan iki arkadaşın, sosyal medya üzerinden açtıkları bir sayfayla değişen yaşamlarını konu ediniyor. Fatih Gülaydın’n yönettiği ‘Azubel’ ise bir korku-gerilim örneği. Paranormal olayların gerçekleştiği belirtilen bir eve hapsolan iki arkadaşın yalnız olmadıkları bu evden çıkma çabaları.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
Sırasıyla 2010 ve 2011 yıllarına gidiyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz!
Vizyonda bu hafta (17 Eylül 2010)
Bu hafta oldukça kalabalık. Tam yedi filme ev sahipliği yapıyor. Romanyalı yönetmen Radu Mihaileanu imzalı müzik yüklü dram ‘Paris’te Son Konser / The Concert’ ile Kevin Smith’in yönettiği ve başrolde Seth Rogen’i izleyeceğimiz komedi ‘Garip Bir Aşk Öyküsü / Zack and Miri Make a Porn’ izleme şansı bulamadığım iki film. Haftanın diğer beş filmiyse notlarımız arasında. İyi seyirler!
CAMINO
İspanyol ‘Takva’sı olarak da nitelenebilecek ama dağıttığı mavi boncuklarla rengini pek belli etmeyen, iç karartan bir dram Camino… Javier Fesser’in yazıp yönettiği 2008 tarihli yapım, İspanyol Oscar’ları olarak bilinen Goya Ödülleri’nde aralarında ‘en iyi film’ ve ‘en iyi yönetmen’ olmak üzere toplam altı ödülün sahibi olmuştu. Ailesini tamamen koyu dini inançlarına göre yönlendiren bir annenin iki kızı… Camino, 11 yaşında. Sevgi ve umut dolu. Etrafındaki hemen her şeye pozitif yaklaşıyor. İlk kez aşkla tanışıyor. Jesus’a aşık. ‘Karanlık gerçekçilik’ olarak tanımlanan üslubuyla İspanyol edebiyatının Cervantes’ten sonra en büyük ismi olarak anılan Camilo José Cela’nın (1916-2002) adını taşıyan –nedense- tiyatroda amatör bir oyunda oynamak bütün isteği. Sinderella olmak. Ama tam o sırada, ender görülen çok kötü huylu bir kansere yakalanıyor. Bir hastane odasında ölümü beklerken, etrafındaki oluşlar, aşk, hayat, ölüm ve inanç arasında büyük fırtınalar geçiriyor. Koyu Katolik inanç sistemi, kaderin Tanrı’nın sevgisinin bir işareti olduğunu söylese ve genç kız kesin olarak gelecek ölümü huşuyla beklese de, bir din klanında yaşayan evin büyük kızının duyduğu kuşkular ve ‘inanmayan’ babanın vicdan azabı, Camino’nun öyküsüne farklı nüanslar katıyorlar. Gizemli ölüm meleği, sürekli soru işaretleriyle vurgulanan bilinmezlik ve kuşku, adeta yürek kanırtan dramın akılda kalan yanları oluyorlar son tahlilde. Omurilik kanseri sonucu hayata veda eden 14 taşındaki bir kızın yaşamından esinlenen öykü, Katolik Kilisesi’ne bağlı Opus Dei adlı dini teşkilata da açık göndermeler yapıyor. İstismar kokusu yayan 143 dakikalık kopkoyu dramın en başarılı noktası ise, adı İspanyolca da ‘yol’ anlamına da gelen Camino’yu canlandıran 96 doğumlu genç başrol oyuncusu Nerea Camacho. Yüreğim şişkin, sıkkın, ama gözlerinin içi gülen genç aktrisin adını sıkça duyacağımdan emin ayrılıyorum salondan.
TINKER BELL VE PERİ KURTARAN
İskoçyalı roman ve oyun yazarı James Matthew Barrie’nin (1860-1937) yarattığı ünlü karakter Peter Pan, büyümeyi reddeden haylaz bir çocuktur. Peter Pan’ın yan karakterlerinden en ünlüsü de kuşkusuz Tinker Bell’dir. Sevimli ve iyi kalpli peri, 2008’den bu yana kendi hikâyeleriyle beyazperdede. Aslında DVD için üretilen animasyonlardan olan Tinker Bell’li peri filmlerinin üçüncüsü, içinde oldukça insancıl mesajlar barındıran hoş bir yapım. Özellikle okul öncesi ve ilkokul çağındaki küçüklerin oldukça beğenecekleri animasyon, baba-kız ilişkisinden, masallara inanmanın yürek rahatlatan ve ‘iyi’ kılan etkisine, barışçıl ve uyum dolu yaşam özleminden, doğanın bütün dinamiklerinin korunmasının önemine dek birçok hususa itinayla değiniyor. İçinde hiçbir kötülüğe yer vermeyen ve naifliğin tedavi ediciliğiyle sarmalanmış film, çocuklarını elinden tutup salonlara yollanmış ebeveynlere de ücretsiz bir terapi seansı etkisi verebilir.
EJDERHA DÖVMELİ KIZ
İsveçli yazar Stieg Larsson’un (1954-2004) çok satan Millenium üçlemesinin ilk romanından uyarlanan ‘Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo’, Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzalı. İskandinav, özellikle polisiye edebiyatta oldukça sivrilen İsveç mührünün etkisini ve atmosferini, kendine has bir estetik yapıyla perdeye yansıtmaya çalışan film, polisiye tatlar anlamında çok yeni bir lezzet içermese de, toplumsal değişim ve bozulmaya yönelik değinmeleriyle izlenebilir olmayı başarıyor. Kayıp bir kadının akıbetini araştıran gazeteci ve ona yardım eden araştırmacı-bilgisayar kurdu bir genç kız. Fransız polisiyesinin damakta bıraktığı tadın müptelası olmuş bir sinema yazarı olarak, kuzeyden esen bu popüler örneğe gösterilen ilgiyi bir türlü anlayamasam da, izlenmemesi için olumsuz herhangi bir neden göremiyorum. Sadece filmin, hızla içi boşalan bu erozyon çağında bile heyecan verecek en ufak bir detay içermediğini belirtmem gerek.
BÜYÜK OYUN
‘Zincirbozan’ ve ‘Kolpaçino’ filmlerinden tanıdığımız Atıl İnaç’ın yönettiği ve senaryosuna katkı sağladığı filmin senaryo ortağı, aynı zamanda yapımcılar arasında yer alan gazeteci Avni Özgürel. Çekimlerinin bir bölümü Irak’ta, Erbil ve Musul’da gerçekleştirilen dram, ülkenin karanlık gerçekleri etrafında gezinen bir öykü anlatıyor. Başına gelen türlü felaketlerden sonra kendini intihar bombacısı olarak bulan Türkmen kızı Cennet’in öyküsü, yaşadığımız ve hemen yanı başımızdaki coğrafyanın ve toplumun acı dolu, ürpertici gerçek tablosunu fon almış. ABD askerleri tarafından köyü basılan Iraklı Türkmen kız, Kerkük’te çalışan ağabeyini bulmak için yollara düşer. Ağabeyinin bir patlamada yaralandığı ve Türkiye’ye götürüldüğü haberini alınca, kendi öz saygısını ve benliğini yitirecek denli meşakkatli bir yolculuğun ardından Türkiye’de, İslamcı bir örgütün piyonu olarak bulur kendini. Dönüşü olmayan yol, çıkışsızdır da… Birçok önemli meseleye değineyim derken, büyüsünü, etkileyiciliğini yitiren yapım, ciddi bir tempo sorununa sahip. 2005 tarihli Filistinli intihar bombacılarının öyküsü ‘Paradise Now / Vaat Edilen Cennet’i andıran ama adı geçen filmin sarsıcı tonundan tamamen uzak olması, ‘eksikliği’ olarak göze çarpan yapım, resme geniş açıdan bakarak belki de hata yapıyor. Büyük resmin sadece ufak bir parçasını ele alsaymış, daha etkileyici ve sarsıcı olurmuş gibi geliyor insana. Oyuncu kadrosu ise görevini yapmış. Ana karakter ‘Cennet’i oynayan Suzan Genç ile filmin ödüllü oyuncusu Selen Uçer oldukça iyiler. Yılların oyuncusu Ankara Sanat Tiyatrosu ekibinden Rana Cabbar, fazla iddialı tiratlarıyla şov yapıyor. Ama usta aktör filmden çalmıyor, aksine öyküye ruh katıyor ve hafızada yer açıyor.
ŞEYTAN
Son filmleriyle, eski parlak günlerini özleten M. Night Shyamalan’ın fikir babası olduğu gerilimi İspanyol korku filmi ‘Rec’in Hollywood versiyonu ‘Quarantine’i kotarmış iki kardeş, John Erick ve Drew Dowdle biraderler yönetmişler. Öyküde imzası olan Shyamalan, aynı zamanda yapımcı koltuğunda oturuyor. Şehrin merkezinde bir gökdelenin asansöründe mahsur kalan beş kişi. Üçü erkek, ikisi kadın beş yabancıdan biri şeytanın ta kendisi… Cezalandırmaya, hesapları kesmeye gelmiş şeytan, asansör kabininde terör estirirken, varlık nedeni, sadece asansördekileri değil, durumu kontrol altına almaya çalışan polis müfettişini de ilgilendirmekte… Klostrofobik atmosferde, dar mekânda gerilim yaratmayı başarmış, ama bunu genele yayamamış bir film var perdede. Yapım olanaklarından değil ama tahminen yönetmen koltuğundan kaynaklanan bir etkileyicilik sorunu var filmin. Bilinçli bir TV filmi havası yaratılmış sanki. Kaçan bir fırsat olarak değerlendirilebilir yapım son tahlilde. Shyamalan’ın ‘Alacakaranlık Kuşağı’ benzeri bir seriyle TV’ye ısınma ihtimali de geliyor akla. Oysa buluş ve eldeki malzeme bir pilot filmin çok ötesinde.
Vizyonda bu hafta (16 Eylül 2011)
Vizyona ‘merhaba’ diyen film sayısı dörtken, adına basın gösterimi düzenlenmeyen ‘Karadedeler Olayı’ notlarımız arasında yer almayan tek yapım. Ülkemizin, ‘Blair Cadısı’na cevabı! olduğu konuşulan, bütün gözlerden kaçırılarak tansiyon ve gizem artışı hedeflenen yerli yapım, bir belgesel olduğunu söylüyor. Her türlü yaşa ve zevke seslenen hafta, bir hayli ilginç seçeneklere sahip. İyi seyirler herkese!
KOVBOYLAR VE UZAYLILAR
Hollywood, uzaylıları; vahşi batıya da monte etmeyi başardı sonunda. Kovboylar ve Kızılderililer, topla, tüfekle, okla, mızrakla, batının zengin altın rezervinin peşine düşmüş kötü niyetli uzaylılarla savaşıyorlar. Beyaz adam, kısa bir süreliğine, ezeli düşmanı Kızılderililerle barışıp, kendi zenginliğini çalmak üzere topraklarına dek gelmiş kötücül uzaylılarla kapışıyor. Yürütücü yapımcıları arasında, kârlı işlerin kokusunu çok uzaklardan alan Steven Spielberg’in de bulunduğu bilimkurgu western’in yönetmen koltuğunda, ‘Iron Man’ serilerini de imzalamış aktör-yönetmen Jon Favreau oturuyor. 1800’lerin son çeyreğine girerken, façası bozuk, iri kıyım yabancı yaratıkları taşıyan koca bir uzay gemisi, Arizona topraklarına iniyor. Amaçları, değerli maden ‘altın’ı hortumlamak. Ama karşılarında, hesaba katmadıkları bir canlı var. Canlıların en vahşisi olan insan… . Aman yanlış anlaşılmasın. Film böyle demiyor tabii. Bu bizim yorumumuz… Öyküde, kovboylar, iş sıkıya gelince; Kızılderililerle, Meksikalılarla bir araya gelip, ‘kahramanca’ savaşıyorlar kendilerinden kat be kat üstün olan uzaylılarla… Bir kahramanlık destanı duruyor bir bakıma perdede. ABD, bütün çıkarları bir yana bırakıp tehditkâr ‘yabancı’ uzaylılara karşı savaşıyor ve altını tamamen koruma altına alınca da, haydi bakalım kuralım müreffeh ülkemizi diyor. Sistem bir kere daha başarıyla test ediyor kendini ve bir kez daha ABD’nin kurucusu o kahraman kovboyları! saygıyla anıp, geçmişiyle övünüyor. Vaziyet oldukça Amerikan yani. Bu muhafazakar, fazlasıyla cumhuriyetçi resmin ardında Scott Mitchell Rosenberg diye bir adamcağız var. Kendisi, Platinum Stüdyoları’nın kurucusu. Eğlence sektörünün bu ünlü şirketi, çizgi roman karakterlerini barındıran dünyanın en geniş bağımsız kütüphanesini de kontrol ediyor. Bu karakterler; televizyona, sinemaya, yazılı ve görsel medyaya adapte edilirken bu şirketle görüşülüyor. Tehlikeli (!) bir adam yani bu Scott Mitchell Rosenberg. ‘Kovboylar ve Uzaylılar’ bu tehlikeli adamın fikriymiş aslen. Ardından bir dolu tehlikeli adam bir araya gelip hayata geçiriyorlar projeyi. Başrolde, ‘yeni James Bond’ Daniel Craig var. Kendisi sözüm ona hep bir kovboyu canlandırmak istemiş. Başarılı olmuş mu; orası tartışma götürür işte. Yıldızın yanında bir başka usta aktör; geleceğin ABD başkan adaylarından Harrison Ford duruyor. Uzaylı filan dinlemiyor ‘baba aktör’. Kırıp geçiriyor ortalığı. Sam Rockwell, Paul Dano, Clancy Brown, Adam Beach, Keith Carradine, kadronun diğer önemli isimleri. İlk sahneler, filmin bütününe göre oldukça başarılı. Başlardaki atmosferde klasik westernin hemen bütün öğelerine rastlamak mümkün. Fakat süre ilerleyip, uzaylılar arzı endam ettikçe, yani çetrefilleştikçe öykü, perdedeki ‘iş’ birden intifa kaybetmeye başlıyor. Sarktıkça sarkıyor film. Saçmaladıkça saçmalıyor hikâye. Büyük, dinmesi mümkün görünmeyen bir gürültü, müthiş bir karambol, görüntü kirliliği içinde anlamsızca, inanılmaz biçimde uykunuz geliyor. Filmin ikna edici tek yanının, başka bir gezegenden dünyamıza gelen yaratığı canlandıran ‘fazla güzel’ aktris Olivia Wilde olduğunu söylememiz gerek. Oyuncunun, bu dünyaya ait bir güzellik olmadığı konusunda hemfikir oluyoruz ilk kez yaratıcı kadroyla. Son tahlilde, büyük üstat Yılmaz Atadeniz’i düşürüyor akla film elde değil. Şu imkânlar, para pul, teknoloji, ekipman, Yılmaz babanın elinde olsa, neler yapardı usta sinemacı diye düşünüyorsunuz koltuğunuzda; Harrison Ford ve Daniel Craig, aynı karede dünyanın en sevimsiz ikilisini oluşturmuşlarken... Yıldızlı bir veriyorsunuz filme, ‘evimden uzak, yalnız bir kovboyum’ nasılsa diyerekten.
GOETHE’NİN İLK AŞKI
Gerçek bir öyküden uyarlanmış 2008 tarihli tarihi macera-dram ‘Nordwand / Kuzey Yamacı’nın yönetmeni Philipp Stölzl’ün yeni filmi, ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin gençlik yıllarına götürüyor bizi. Stölzl, hikâye anlatmayı iyi bilen bir sinemacı. Bunun yanında kadraja, biçime, neyi nasıl anlattığına önem veren bir isim. ‘Weimar Klasik’ olarak adlandırılan edebiyat ekolünün, ‘Fırtına ve Coşku / Sturm und Drung’ döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olan Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) gençlik yıllarına bakıyor bu kez Philipp Stölzl. Henüz 25 yaşındayken ülkesinde ve bütün Avrupa’da üne kavuşan yazarın 1774’te yayımlanan ünlü eseri ‘Genç Werther’in Acıları’nı kaleme alma öyküsü yansımış perdeye. Yani Goethe’nin gençliği ve onu ‘Goethe’ kılan eserini yazdıran büyük aşkı Lotte Buff ile olan ilişkisi. Frankfurt’un tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelen Johann Goethe’nin hukukçu babası, her baba gibi; oğlunun ciddi ve kabul görür bir meslek sahibi olmasını istemekte ve oğlunun yazı hevesini, karalama olarak görmektedir. Hukuk eğitimini tamamlayan ve doktora tezi üzerinde çalışan Goethe, babasının teşvikiyle Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’ne staja gider. Kıdemli meslektaşı Albert Kestner’la aynı kadına, Lotte Buff’a aşık olur. Buff ailesi ise, Lotte’nin maddi zorluklar yüzünden nüfuzlu ve zengin bir adam olan Kestner’la nişanlanmasını istemektedir. Nişan gerçekleşir. Bu esnada Goethe’nin en yakın dostu olan meslektaşı Wilhelm Jerusalem’de evli bir kadını sevmektedir ve bu imkânsız aşkı yüzünden intiharı seçer. Bütün bu gelişmeler sonucu, büyük yankı uyandıran ve Avrupa’daki gençlerin aşk intiharlarına yönelmesine neden olacak denli gerçekçi bir anlatıma sahip ‘Genç Werther’in Acıları’ çıkar ortaya. Aşk, dostluk, edebiyat, gerçeğin soğuk yüzü ve kelimelerin gücü… Stölzl, elindeki malzemeden, çok ağdalı olmayan, Goethe’nin eserlerinin dayandığı derin temelleri göz ardı eden, daha hafif bir metin çıkarmış ortaya. Bilerek yapmış bunu. İki genç insanın aşkından yola çıkarak, aşk acısından doğan felaketleri ve bu felaketlerin beslediği olağanüstü anları, durumları, onların tetiklediği farklı başlangıçları, verdiği esinleri ve esinlerin sonucu olan büyük eserlerin öyküsünü anlatmış. Edebiyatın çok önemli isimlerinden Goethe’nin ‘olma’ sürecine değinirken, aslında sokaktaki herhangi bir adamın aşk için yapabileceklerini ve gideceği son noktayı merkez seçmiş kendine. Üç başrol oyuncusu, Alexander Fehling, Miriam Stein ve kadronun uluslararası isimlerinden Moritz Bleibtreu’nun performansları çok iyi. Kolja Brandt imzalı görüntü yönetimi ve Ingo Frenzel’in orijinal film müziği de çok şey katmış Stölzl’ün filmine. Kusursuza yakın sanat yönetimi ve akıllı yapım tasarımıyla, işlediği dönemin yapısı ve ruhunu da başarıyla yansıtan serbest uyarlama, sınırlarını iyi çizen ve hedefini bulmuş bir yapım. ‘Melankoli sendromu’ değil, ‘intihar’dır ölüm sebebi, imkânsız aşka düşmüş aşığın. Aşk ve ölüm birer seçimdir.
ÇILGIN ÇOCUKLAR
Tarantino’nun ‘kankası’ Robert Rodriguez’in, kendi çocukları için tasarladığı ve 2001’de hayata geçirdiği ‘Spy Kids’ serisi dördüncü filmle sürüyor. Özellikle, 10 yaş ve altına seslenen filmin en önemli özelliği, beyazperdeyi dördüncü boyutla, yani ‘aromascope’ ile tanıştırması. Koku alma duyusuna seslenen teknoloji sayesinde, filmdeki bazı özel kokuları elinizdeki kartlara dokunarak hissedebiliyorsunuz. Bir ilk… Meseleyi kavrayınca, kalktık gittik bütün ekip. Basın gösteriminde bizim sırada Mehmet Açar, Murat Özer, ben ve Uğur Vardan yan yana oturuyoruz. Gözümüzde üç boyut gözlükleri, elimizde bir karton. Üzerinde 1’den 8’e dek numaralar var. Derken film başlıyor. Ekranda bir numara beliriyor filmin bir yerinde. Örneğin: 2. Numarayı görünce, elinizdeki kartonda 2’nin üzerine parmağınızı sürüyorsunuz ki perdedeki görüntünün kokusunu alabilesiniz. Sekiz numaraya da sürdük parmakları büyük bir itinayla (her iki elin baş parmağını dışarıda bırakmak suretiyle), sonuç şu: bütün kokular birbiriyle aynı. Mutfak pastırma kokuyor deniyor filmde. ‘1’ yanıp sönüyor; hemen ‘1’e sürülüyor parmak. Ne pastırma ne bir şey. Hani o pastırma dedikleri ‘bacon’ diyeceksiniz; e köpek gaz çıkarıyor; numara 8; o da aynı koku. Var bu işte bir yanlışlık. Bütün kokuların ortak paydası, kokulu silgi veya araba parfümü. Arada Murat Özer’e soruyorum sıkılarak; ‘aynı kokuyor değil mi’ diye? Uğur Vardan sağımda kokluyor da kokluyor parmakları. Mehmet Açar, arada gülümsüyor; vakur halinden sıyrılarak… Velhasıl kelam bitti film; zor attım kendimi lavaboya; parmakları yıkayacağım. O an düşünüyorum; yahu diyorum; ben de hep düşündüm şu filmlere eşlik edecek koku işini. Ne güzel olurdu, Bogart’ın sigarasının kokusunu, Lauren Bacall’ın parfümünü ne bileyim, ‘Kadın Kokusu’nda Al Pacino’nun duyumsadıklarını, Tom Tykwer’ın ‘Koku’sundaki bütün kokuları aynen koklayabilmek. ‘Kızarmış Yeşil Domatesler’i, ‘Çikolata’yı izlerken salona yayılan aromaların çeşitliliği. Emmanuelle’in ten kokusu örneğin… Filmden tamamen uzaklaştık bunun farkındayım ama Rodriguez’in serinin devamını sağlamak için bulduğu bu zorlama formül dışında anlatacak hemen hiçbir yanı yok perdedekinin. Kırklı yaşlarımı sürüyorken, filmin tek numarası Jessica Alba’yken, Antonio Banderas ve Carla Gugino’da Rodriguez’i terk edip gitmişken, ajan çocukları ve robot köpekleri, kokulu silgi aroması eşliğinde izlemenin bir getiresi olmayacağını fark ettim bünyeye. Sokak, sonbahar yaprağı kokuyordu dışarı çıktığımızda; belki de, bu koku meselesi ilerde çok gelişecek ve ne bileyim, ne isterse onu koklayabilecek izleyici diye düşündüm; sonra birden ayrımına vardım; hayal gücünü hızla öldürdüğümüzün. Her burnun koku almadığı gerçeği ve her oluşun size göre başka kokabileceği de düştü aklıma. Nina Ricci’ydi tercihim örneğin Jeanne Moreau ablada…
MURAT ERŞAHİN