17 ARALIK 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
La Terre Trema
(Yönetmen: Luchino Visconti / 1948)
Händler der vier Jahreszeiten / Dört Mevsim Satıcısı
(Yönetmen: Rainer Werner Fassbinder / 1972)
La guerre est finie / Savaş Bitti
(Yönetmen: Alain Resnais / 1966)
Seconds / İki Yüzlü Adam
(Yönetmen: John Frankenheimer / 1966)
Shock Corridor
(Yöenetmen: Samuel Fuller / 1963)
Vizyonda bu hafta (17 Aralık 2021)
Biri yerli yapım olmak üzere, beş yeni filme merhaba diyor yeni hafta!
‘Spider-Man: No Way Home / Örümcek-Adam: Eve Dönüş Yok’ haftanın notlarımızda yer alan tek filmi…
ÖRÜMCEK-ADAM: EVE DÖNÜŞ YOK
-Çoklu evren macerası-
Yeni filmde farklı evrenlerden ‘Spider-Man’ / ‘Örümcek-Adam’ tarihinin üç ismi bir arada! Öncelikle biraz bilgi… Karakterin ‘asıl çocuk’ olarak kendi öz maceralarını yaşadığı sekizinci filmi duruyor perdede. Peter Parker’ın gizli kimliği olan ‘Örümcek Adam’, Marvel Comics’e bağlı Stan Lee ve Steve Ditko tarafından yaratılmış kurgusal bir kahraman. İlk defa Marvel Comics’in ‘Amazing Fantasy’ isimli çizgi romanının 15. sayısında 1962 yazında ortaya çıkmış. O günden bu yana, Superman ve Batman ile birlikte dünyanın en popüler süper kahramanları arasında yer alıyor. Örümcek Adam karakteri çizgi roman ve dizilerde, çizgi filmlerde ve 70’li yıllarda TV filmi olarak, ardından da büyük bütçeli Hollywood filmlerinde buluştu hayranlarıyla. 1977 tarihli TV dizisi ‘The Amazing Spider-Man’da sevilen karakteri Nicholas Hammond canlandırdı. Beyazperdede ise Sam Raimi üçlemesi olarak bilinen 2002, 2004 ve 2007 tarihli filmlerde Tobey Maguire, 2012 ve 2014’te Marc Webb’in yönettiği iki filmde Andrew Garfield, 2017, 2019 ve şimdi nihayet 2021’de yönetmen koltuğunda Jon Watts’ın oturduğu üç serüvende genç İngiliz aktör Tom Holland yer aldı Spider-Man rollerinde…
Gelelim yeni maceraya… Örümcek Adam’ın kimliği açığa çıkmıştır ve süper kahraman olmanın riskleri hayatı iyice zorlaştırmıştır Peter Parker için. ‘Doktor Strange’den yardım isteyen Peter, gerçek anlamda örümcek-adam kimliğinin ne olduğunu keşfetmek üzere kendi miti üzerinden müthiş bir serüven yaşar.
Jon Watts’ın yönettiği Marvel evreninin sevilen kahramanının yeni macerası, Stan Lee ve Steve Ditko’nun yarattıkları orijinal Marvel evreninin ruhuyla buluşturuyor izleyiciyi. Çok eğlenceli, sürprizli, evrenin derin takipçilerini mutlu edecek göndermelere sahip, tempolu, heyecanlı ve oldukça duygusal bir film olmuş ‘Spider-Man: No Way Home’. Fakat evrenin ve karakterin aşırı fanatiği değilseniz, hepsi bu… Elli iki yaşındaki bir sinema yazarı için –daha doğrusu şahsım adına- ötesi pek yok meselenin. Eğlendik mi eğlendik, gençlere güzel ve doğru şeyler söyledi mi film, söyledi. Heyecan var mı, var; Duygulandık mı, ziyadesiyle. Eee.. Yeter de artar bile bütün bunlar, Marvel dünyasına mesafeli bir izleyici için. Marvel’ciler içinse hakiki bir şölen duruyor perdede.
Tobey Maguire, Andrew Garfield ve nihayet Tom Holland, üç evrenin ‘Örümcek-Adam’ı olarak el ele, omuz omuza, tarihi düşmanlarıyla mücadele ediyorlar. ‘Doktor Strange’in devasa katkılarını unutmamak gerek tabii. Yeni nesil Örümcek-Adam’ımız Tom Holland, sevdiceği ‘MJ’ rolünde Zendaya, yakın arkadaşı Ned Leeds’i canlandıran Jacob Batalon ve ‘Doktor Strange’miz yaman aktör Benedict Cumberbatch, kadronun ‘asıl’ yıldızları. Kıdemli örümcek adamlar Tobey Maguire ve Andrew Garfield, müthiş nüanslar katmışlar öyküye… Ve efsane düşmanlar olarak karşımıza çıkan Max Dillon, Norman Osborn, Dr. Otto Octavius ve Sandman karakterlerine hayat veren Jamie Foxx, Willem Dafoe, Alfred Molina ve Thomas Haden Church… Fedakar anne ‘May Parker’ rolünde Marisa Tomei ve kötücül muhabir ‘Jonah Jameson’ rolünde J.K. Simmons’u atlamayalım zira!
Neredeyse kusursuza ulaşmış teknik altyapıyla Marvel evreninin efsane kahramanına özel bir saygı duruşu niteliği de taşıyan bilimkurgu aksiyon, iki buçuk saatlik süresini asla hissettirmeden yağ gibi akıp gidiyor… Son tahlilde öykünün şahsen beni etkileyen en önemli tarafı, duygusunun perdeden koltuğa kolaylıkla geçtiği gerçeğiydi! Türün aslında hemen her süper kahramanın hikâyesinde öncelikli olan fakat fazla hissettirilmeyen/görünmeyen ‘duygu’ durumu bu kez çok önde! ‘Keyifliydi’ diyerek not düşerek zihnime; çoklu evrenlerden kendi mütevazı evrenime dönüp, salon çıkışı Beşiktaş minibüsünde buldum kendimi… Kalabalık karmaşada şoföre para uzatmak, üst düzey, kıdemli bir süper kahramanın bile zorlukla kıvıracağı bir işti! (3,5 / 5)
Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak;
Sıkı bir aktris olarak bildiğimiz Maggie Gyllenhall’un ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi olan ‘The Lost Daughter / Karanlık Kız’da başrolü usta aktris Olivia Colman üstlenmiş. Dakota Johnson, Jessie Buckley, Peter Sarsgaard ve Ed Harris oyuncu kadrosunu oluşturan diğer önemli isimler. Elena Ferrante’nin aynı adlı romanından uyarlanan dram, tek başına tatil yapan Leda’nın, genç bir anneyle tanışması sonrası kendi annelik geçmişine doğru yaptığı zorlu içsel yolculuğu öykülüyor.
Michael Uppendahl’un yönettiği biyografik dram ‘Quad / Yarım Kalan Hayat’, her alanda hayatının baharını yaşamakta olan başarılı iş insanı Adam Niskar’ın geçirdiği bir kaza sonucu değişen hayatını konu ediniyor. Aaron Paul’e, Sharon Luccio, Lena Olin ve Tom Berenger eşlik etmişler.
Rusya’dan çıkagelen animasyon, özellikle küçük yaştaki izleyiciye sesleniyor. ‘Masha and the Bear: Masha’s Songs / Maşa ile Koca Ayı 4’, sevimli Maşa ile ormandaki hayvan dostlarının yeni maceralarını yansıtıyor perdeye.
Başrollerini Murat Kılıç ve Gülçin Kültür Şahin’in paylaştıkları yerli dram ‘Kumbara’ Ferit Karol imzası taşıyor. Orhan, kırklı yaşlara yakın bir aile babasıdır. Bir yandan ev kazası yüzünden komaya girmiş annesiyle ilgilenirken, bir yandan da kefil olduğu arkadaşı ortadan kaybolduğu için üzerine kalan borcu kapatmakla uğraşmaktadır. Bu süreçte ailesiyle de arası açılır ve giderek ‘baba’ rolünü yitirir.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
On bir yıl önceye, 2010 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (17 Aralık 2010)
Vizyondaki film sayısı dokuz bu hafta. Bense, Artvin’de düzenlenen 16. Gezici Festival’den henüz döndüm. Bu yüzden dokuz film arasında izleyebildiklerimin sayısı dört. Emre Yalgın’ın yönettiği, toplumsal değiniler içeren duygusal dram ‘Teslimiyet’, Fransız gerilimi ‘Karanlık Cennet’, İtalyan yapımı ‘Karanlık Deniz’, Erhan Kozan’ın yönettiği ve başrolünü İsmail Hacıoğlu’nun üstlendiği, Antalya Altın Portakal’da da yarışan ‘Çakal’ ile Hollywood komedisi ‘Başımıza Gelenler’, notlarımızda yer almayan haftanın diğer filmleri. İyi seyirler!
ATEŞLE OYNAYAN KIZ: MİLENYUM ÜÇLEMESİ 2
İsveçli yazar Stieg Larsson’un (1954-2004) çok satan Milenyum üçlemesinin ilk romanından uyarlanan ‘Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo’, Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzalıydı. İskandinav, özellikle polisiye edebiyatta oldukça sivrilen İsveç mührünün etkisini ve atmosferini, kendine has bir estetik yapıyla perdeye yansıtmaya çalışan film, polisiye tatlar anlamında çok yeni bir lezzet içermese de, toplumsal değişim ve bozulmaya yönelik değinmeleriyle izlenebilir olmayı başarıyordu. Zengin ve üstün zekâlı araştırmacı-bilgisayar kurdu, aynı zamanda bir intikam meleği olan Lisbeth Salander ve ona destek veren cesur gazeteci Mikael Blomkvist… İki kahramanımız bu kez, vahşice işlenmiş bir cinayet olayının içinde buluyorlar kendilerini. Aslında üç cinayet var ortada ve hepsinin faili kahramanımız Lisbeth… İkinci bölümün yönetmeni Daniel Alfredson. Alfredson’un, serinin üçüncü halkası olan ‘The Girl Who Kicked the Hornet’s Nest’i de yönettiğini de ekleyelim. ‘Lisbeth’i canlandıran Noomi Rapace’nin tanımı güç, tuhaf çekiciliği ve yarattığı anti kahraman modeli belki de filmin itici gücü. Fransız polisiyesinin damakta bıraktığı tadın müptelası olmuş bir sinema yazarı olarak, kuzeyden esen bu popüler örneğe gösterilen ilgiyi bir türlü anlayamasam da, izlenmemesi için olumsuz herhangi bir neden göremiyorum ortada. Sadece filmin, hızla içi boşalan bu erozyon çağında bile bana heyecan verecek en ufak bir detay içermediğini belirtmem gerek.
ÇAKALLARLA DANS
Murat Şeker, beşinci sinema filminde yine bildiği sularda yüzmeyi tercih etmiş. ‘Aşk Tutulması’ ve ‘Aşk Geliyorum Demez’ adlı filmleriyle Yeşilçam geleneğine saygı duruşunda bulunan Şeker, çok karakterli bir suç komedisiyle karşımızda. ‘İki Süper Film Birden’ ile ‘yerçekimi sıfır’ diyen ve dikkat çeken Şeker, beşinci filminde yerli bir Guy Ritchie olmaya soyunmuş sanki. Buna gerek var mıydı, tartışılır, tartışılmayacak nokta, filmin Guy Ritchie sinemasından oldukça uzak oluşunda. Gündelik dille yapılan mizah, etkileyici, düşündürücü olmanın uzağında. Toplumsal değiniler, bir oldubittinin içinde erimiş akmış. Ritchie sinemasındaki yerel-toplumsal kodlamalar ve genel çatı, bizim gündelik pratiğimizle çok uzak. Atmosfer, duygu ve plastik ise, başka bir kıtadan gelen yeni bir taklidi kabul etmiyor. Şevket Çoruh, İlker Ayrık, Timur Acar, Murat Akkoyunlu ve Tuba Ünsal başrollerde. Kendi isimleriyle iyi birer oyuncu olan aktörler, bir arada bir sinerji yaratamamışlar. Fakat son tahlilde şunu eklemek gerek: Murat Şeker iyi bir yönetmen, ‘gözü’ olan bir sinemacı ve çok iyi bir insan. Bu filmini, ticari sinemanın tuzu, şekeri tutmamış bir örneği olarak görmekte yarar var. Şahsen ben, Murat Şeker’in yakın zamanda gayet iyi bir film yapacağından eminim. ‘İki Süper Film Birden’ ile yaydığı umut, klasik Yeşilçam komedisine olan saygılı tutkusu ve çizdiği kararlı rota, bunun kanıtı bence. ‘Çakallarla Dans’ benim filmim değil özetle. İzlenmesi mümkün olmayan yerli örneklerden de ayırmak gerek öte taraftan filmi. Yukarda yer alan satırlar ışığında, popüler bir örneğe tanıklık etmek adına izlenebilir.
MURAT ERŞAHİN