16 MART 2012
Altı haftalık vizyonda, notlarımız arasında olmayan üç film var. İkisi yerli; biri ise Fransa’dan gelen üç komedi: “SüperTürk”, “Patlak Sokaklar: Gerzomat” adlı yerli yapımlar ile Julie Delpy’nin yazdığı, yönettiği ve rol aldığı “Le Skylab / Gökten Bir Uydu Düştü”… Evet, sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu olduğuna göre; ne yapmalıydık? Tabii ki, içimizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakmalıydık. Bakıyor muyuz? Bakalım. Herkese iyi seyirler!
SIĞINAK
ABD’nin kırsal boşluğunda bir kasabadayız. Alt-orta sınıftan yoksul bir aile… Erkek, işçi. Kadın, dikiş dikiyor dışarıya. Elbise kısaltıyor, perde boyu düzeltiyor... Küçük kızları duyamıyor. Onun ameliyatı için paraya ihtiyaçları var. Ama adam aniden kâbuslar, karabasanlar görmeye başlıyor. Bir felaketi haber veriyor gördükleri. Büyük bir hortum geliyor, her şeyi ve herkesi yok etmek üzere. Bunu doğa haber veriyor adama. Gökyüzünden yağan çamur, çıldırmış kuş sürüsü, anormal bulutlar gördükleri. Eldeki avuçtakini, evin önündeki tarlada bulunan sığınağı yenilemek için kullanıyor. Kredi alıyor. Sonra, gördükleri şekil değiştiriyor. Kâbuslarının sesini dinleyip, en yakın dostundan uzaklaşıyor, hatta çok sevdiği eşinden de. Annesi, onları adam çok ufakken bırakmak zorunda kalmış. Sinir hastası kadın. Bir bakımevinde kalıyor. Paranoid şizofreni teşhisi konmuş kadına. Ağabeyi ve onu, ‘geçen Nisan’da ölen’ babası büyütmüş. Annesinden miras kaldığını düşünüyor onu aniden kuşatan bu garipliklerin. Herkes öyle düşünüyor çevresindeki. Parası yetmeyeceği için kasabanın bedava olan ruh sağlığı danışma merkezine gidiyor. Oysa aile hekimi, ‘ciddi’ ama ‘pahalı’ bir tedavi öneriyor adama. Önce işinden oluyor, sonra yapayalnız kalıyor. Herkesin ona ‘deli’ gözüyle baktığı o yerde. Bir tek eşi ve kızı yanındalar. Son ana dek inanmıyorlar ona. O son ana… Devletin, sistemin, yalnız bıraktığı insan. Yok edici ekonomik ve sosyal şartların ağırlığı altında, gerçekten çıldırmış olan toplumun bireylerinden, korkunç kalabalıktan uzakta olma, saklanma isteği. Sığınaklarımıza koşalım… Eğer varsa tabii. Kendimiz için yapabildiysek. Görecek kadar şanslıysak kaçınılmaz sonu. Bitmiş, tıkanmış, sona gelip dayanmış dünyada; sistemde; yapacak tek şey, sığınağa girmek. William Faulkner, John Berger ve Thomas Bernhard metinlerini, Allen Ginsberg’in, küçük insana sunulmuş, dayatılmış sisteme ettiği küfürlerle birleştiren film, kapkara, distopik bir ağıt. Fakat söyleyeceğini, uzun uzadıya, sanki biraz da tavlamak için söylüyor. Biraz daha sade, daha kısa, daha net olsaymış daha hoş olurmuş gibi perdedekiler. Yalnızlıktan, çaresizlikten üşüyen ‘insanı’, gerçeği ve kapıda bekleyen felaketi bir tek o görüyor diye, basit ve kolay bir yafta ile dışlamak hiç insanca değil tabii. Ama o insanların suçu da değil bu. Topluma, siyasi irade tarafından dayatılan bir sistem var ortada. İnsana zulmeden katı bir yapı. Daha önce birçok kez karşımıza çıkan ‘mesele’, şık bir biçim ve başarılı atmosferle desteklenmiş; çok orijinal ve ‘başka bir şey’ söylemese de işin özünde yönetmen… Michael Shannon’da ‘tanıdık’ rollerine devam ediyor. Son tahlilde, çok ‘heyecanlandırmıyor’ ama dikkat ve ilgiyle izleniyor.
SON VURGUN
Özellikle festival izleyicilerinin çok yakından tanıdığı, İstanbul Film Festivali’nin gediklilerinden İzlandalı sinemacı Baltasar Kormákur’un filmi, heyecanlı bir aksiyon. 2000 tarihli ilk filmi “101 Reykjavik”ten sonra dikkat çeken yönetmen, “A Little Trip to Heaven”ı İngilizce olarak çekmiş, ardından İzlanda dışında çektiği ilk film olan “Inhale / Nefes Nefese”yi imzalamıştı. “Son Vurgun / Contraband” ise, yine Kormákur’un başrolü ve yapımcılığını üstlendiği “Reykjavik-Rotterdam” adlı İzlanda yapımının yeniden çevrimi. Kormákur’un, Hollywood tarzı aksiyona soyunduğu ve New Orleans sokaklarını fon alan hareketli suç öyküsü, Panama’ya dek uzanan soluk kesici sahnelere sahip. Suç dünyasını, çok sevdiği ailesi için terk eden eski bir azılı kaçakçı, kayınbiraderinin karışıp, yüzüne gözüne bulaştırdığı kirli bir iş için yeminini bozar ve tekrar tehlikeli bir dizi olayın ortasında bulur kendini. En yakın dostu ve ailesini geride bırakıp, son bir ‘vurgun’ için deniz aşırı bir yolculuğa çıkmak zorunda kalır. Başrolünü, artık iyiden iyiye türün oyuncusu olan Mark Wahlberg’in üstlendiği yapımda, Ben Foster, Kate Beckinsale ve Giovanni Ribisi diğer önemli rolleri üstlenmişler. Bazı zorlama anları ötelediğiniz zaman, hedefi tutturmuş, kara bir film çıkıyor karşınıza. Avuçlarınızın terlemesine, tırnaklarınızı yemenize sebep olabilecek heyecanlı anlar, ilk sahnesinden finale dek tempo sorunu yaşamayan macerayı keyifli bir seyirlik haline getiriyor.
AŞKIM BENİM
Fransız roman ve kısa öykü yazarı Guy De Maupassant’ın (1850-1893) 1885 yılında yayımlanan ikinci romanı ‘Bel Ami’nin aynı adlı beyazperde uyarlaması, ülkemizde vizyona “Aşkım Benim” adıyla çıkıyor. Adını, hikâyenin ana karakteri Georges Duroy’un lakabından alan öykü; 19. yüzyıl Paris’inde toplumsal-siyasi-ekonomik-etik anlamda sisteme dair ne varsa; günümüzde de bütün oluşların aynen geçeli olduğunun altını, kalın çizgilerle çiziyor. Ahlaki çöküş ve geçer akçe değerlerin, zaaf, hırs ve kötülüklerin; özünde insana ait ne varsa asla değişmediğini ve değişmeyeceğini kaleme almış Maupassant usta. Kendi döneminin politik ve sosyo-ekonomik eleştirisinin, gelecek yüzyıllar için de geçerli olacağının farkında olduğunu düşündürüyor ortadaki eser. Daha önce pek çok defa beyazperdeye uyarlanan roman; tiyatro kökenli iki tecrübeli isim tarafından hayata geçirilmiş. Altmış yaşına merdiven dayamış Declan Donnellan ve Nick Ormerod’un ilk sinema filmleri “Bel Ami”. Upuzun yıllar boyu, Royal Shakespeare Company’de pek çok oyun sahnelemiş iki uzman ismin yorumları, son derece akıcı, güçlü ve akılda kalıcı. Oyuncu kadrosu da ilginç. Christina Ricci, Uma Thurman, Kristin Scott Thomas, Colm Meaney gibi usta oyuncular, başrolü üstelenen genç aktör Robert Pattinson’a eşlik ediyorlar. Alacakaranlık serisinde Edward Cullen karakteriyle özdeşleşen ve çoğu genç kızlardan oluşan, hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazanan genç İngiliz, etrafındaki büyük oyuncuların yanında ezilmeden yerine getirmiş görevini kanımca. Hatta performansının biraz abartılı bulunması; çevresinin ışıl ışıl parlamasından kaynaklanıyor olabilir. Bu noktada; en önemli sigortanın, filmin iki tiyatro kökenli yönetmeni olduğunu söyleyebiliriz. Ondan istedikleri ‘buymuş’ fikrimce. Bir de; bizim gibi Pattinson’a kuşkuyla bakan bir kuşak sinema yazarının gözlerinin; ‘Georges Duroy’ rölünde, Rupert Everett’in veya Julian Sands’ın gençlik hallerini aradığını not düşelim. Prömiyeri, geçtiğimiz ay Berlin Film Festivali’nde yapılmış olan dram, beyazperdeye yansıyan ciddi öykü ve meseleleri; yine ciddiye alınmış bir biçim ve yorumla izlemek isteyen sinemasever için ideal.
MURAT ERŞAHİN