Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 EYLÜL 2011

15 Eylül 2011 Perşembe 21:08
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Vizyona ‘merhaba’ diyen film sayısı dörtken, adına basın gösterimi düzenlenmeyen “Karadedeler Olayı” notlarımız arasında yer almayan tek yapım. Ülkemizin, “Blair Cadısı”na cevabı! olduğu konuşulan, bütün gözlerden kaçırılarak tansiyon ve gizem artışı hedeflenen yerli yapım, bir belgesel olduğunu söylüyor. Her türlü yaşa ve zevke seslenen hafta, bir hayli ilginç seçeneklere sahip. İyi seyirler herkese!

KOVBOYLAR VE UZAYLILAR
Hollywood, uzaylıları; vahşi batıya da monte etmeyi başardı sonunda. Kovboylar ve Kızılderililer, topla, tüfekle, okla, mızrakla, batının zengin altın rezervinin peşine düşmüş kötü niyetli uzaylılarla savaşıyorlar. Beyaz adam, kısa bir süreliğine, ezeli düşmanı Kızılderililerle barışıp, kendi zenginliğini çalmak üzere topraklarına dek gelmiş kötücül uzaylılarla kapışıyor. Yürütücü yapımcıları arasında, kârlı işlerin kokusunu çok uzaklardan alan Steven Spielberg’in de bulunduğu bilimkurgu western’in yönetmen koltuğunda, “Iron Man” serilerini de imzalamış aktör-yönetmen Jon Favreau oturuyor. 1800’lerin son çeyreğine girerken, façası bozuk, iri kıyım yabancı yaratıkları taşıyan koca bir uzay gemisi, Arizona topraklarına iniyor. Amaçları, değerli maden ‘altın’ı hortumlamak. Ama karşılarında, hesaba katmadıkları bir canlı var. Canlıların en vahşisi olan insan… . Aman yanlış anlaşılmasın. Film böyle demiyor tabii. Bu bizim yorumumuz… Öyküde, kovboylar, iş sıkıya gelince; Kızılderililerle, Meksikalılarla bir araya gelip, ‘kahramanca’ savaşıyorlar kendilerinden kat be kat üstün olan uzaylılarla… Bir kahramanlık destanı duruyor bir bakıma perdede. ABD, bütün çıkarları bir yana bırakıp tehditkâr ‘yabancı’ uzaylılara karşı savaşıyor ve altını tamamen koruma altına alınca da, haydi bakalım kuralım müreffeh ülkemizi diyor. Sistem bir kere daha başarıyla test ediyor kendini ve bir kez daha ABD’nin kurucusu o kahraman kovboyları! saygıyla anıp, geçmişiyle övünüyor. Vaziyet oldukça Amerikan yani. Bu muhafazakar, fazlasıyla cumhuriyetçi resmin ardında Scott Mitchell Rosenberg diye bir adamcağız var. Kendisi, Platinum Stüdyoları’nın kurucusu. Eğlence sektörünün bu ünlü şirketi, çizgi roman karakterlerini barındıran dünyanın en geniş bağımsız kütüphanesini de kontrol ediyor. Bu karakterler; televizyona, sinemaya, yazılı ve görsel medyaya adapte edilirken bu şirketle görüşülüyor. Tehlikeli (!) bir adam yani bu Scott Mitchell Rosenberg. “Kovboylar ve Uzaylılar” bu tehlikeli adamın fikriymiş aslen. Ardından bir dolu tehlikeli adam bir araya gelip hayata geçiriyorlar projeyi. Başrolde, ‘yeni James Bond’ Daniel Craig var. Kendisi sözüm ona hep bir kovboyu canlandırmak istemiş. Başarılı olmuş mu; orası tartışma götürür işte. Yıldızın yanında bir başka usta aktör; geleceğin ABD başkan adaylarından Harrison Ford duruyor. Uzaylı filan dinlemiyor ‘baba aktör’. Kırıp geçiriyor ortalığı. Sam Rockwell, Paul Dano, Clancy Brown, Adam Beach, Keith Carradine, kadronun diğer önemli isimleri. İlk sahneler, filmin bütününe göre oldukça başarılı. Başlardaki atmosferde klasik westernin hemen bütün öğelerine rastlamak mümkün. Fakat süre ilerleyip, uzaylılar arzı endam ettikçe, yani çetrefilleştikçe öykü, perdedeki ‘iş’ birden intifa kaybetmeye başlıyor. Sarktıkça sarkıyor film. Saçmaladıkça saçmalıyor hikâye. Büyük, dinmesi mümkün görünmeyen bir gürültü, müthiş bir karambol, görüntü kirliliği içinde anlamsızca, inanılmaz biçimde uykunuz geliyor. Filmin ikna edici tek yanının, başka bir gezegenden dünyamıza gelen yaratığı canlandıran ‘fazla güzel’ aktris Olivia Wilde olduğunu söylememiz gerek. Oyuncunun, bu dünyaya ait bir güzellik olmadığı konusunda hemfikir oluyoruz ilk kez yaratıcı kadroyla. Son tahlilde, büyük üstat Yılmaz Atadeniz’i düşürüyor akla film elde değil. Şu imkânlar, para pul, teknoloji, ekipman, Yılmaz babanın elinde olsa, neler yapardı usta sinemacı diye düşünüyorsunuz koltuğunuzda; Harrison Ford ve Daniel Craig, aynı karede dünyanın en sevimsiz ikilisini oluşturmuşlarken... Yıldızlı bir veriyorsunuz filme, ‘evimden uzak, yalnız bir kovboyum’ nasılsa diyerekten.

GOETHE’NİN İLK AŞKI
Gerçek bir öyküden uyarlanmış 2008 tarihli tarihi macera-dram “Nordwand / Kuzey Yamacı”nın yönetmeni Philipp Stölzl’ün yeni filmi, ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin gençlik yıllarına götürüyor bizi. Stölzl, hikâye anlatmayı iyi bilen bir sinemacı. Bunun yanında kadraja, biçime, neyi nasıl anlattığına önem veren bir isim. ‘Weimar Klasik’ olarak adlandırılan edebiyat ekolünün, ‘Fırtına ve Coşku / Sturm und Drung’ döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olan Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) gençlik yıllarına bakıyor bu kez Philipp Stölzl. Henüz 25 yaşındayken ülkesinde ve bütün Avrupa’da üne kavuşan yazarın 1774’te yayımlanan ünlü eseri ‘Genç Werther’in Acıları’nı kaleme alma öyküsü yansımış perdeye. Yani Goethe’nin gençliği ve onu ‘Goethe’ kılan eserini yazdıran büyük aşkı Lotte Buff ile olan ilişkisi. Frankfurt’un tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelen Johann Goethe’nin hukukçu babası, her baba gibi; oğlunun ciddi ve kabul görür bir meslek sahibi olmasını istemekte ve oğlunun yazı hevesini, karalama olarak görmektedir. Hukuk eğitimini tamamlayan ve doktora tezi üzerinde çalışan Goethe, babasının teşvikiyle Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’ne staja gider. Kıdemli meslektaşı Albert Kestner’la aynı kadına, Lotte Buff’a aşık olur. Buff ailesi ise, Lotte’nin maddi zorluklar yüzünden nüfuzlu ve zengin bir adam olan Kestner’la nişanlanmasını istemektedir. Nişan gerçekleşir. Bu esnada Goethe’nin en yakın dostu olan meslektaşı Wilhelm Jerusalem’de evli bir kadını sevmektedir ve bu imkânsız aşkı yüzünden intiharı seçer. Bütün bu gelişmeler sonucu, büyük yankı uyandıran ve Avrupa’daki gençlerin aşk intiharlarına yönelmesine neden olacak denli gerçekçi bir anlatıma sahip ‘Genç Werther’in Acıları’ çıkar ortaya. Aşk, dostluk, edebiyat, gerçeğin soğuk yüzü ve kelimelerin gücü… Stölzl, elindeki malzemeden, çok ağdalı olmayan, Goethe’nin eserlerinin dayandığı derin temelleri göz ardı eden, daha hafif bir metin çıkarmış ortaya. Bilerek yapmış bunu. İki genç insanın aşkından yola çıkarak, aşk acısından doğan felaketleri ve bu felaketlerin beslediği olağanüstü anları, durumları, onların tetiklediği farklı başlangıçları, verdiği esinleri ve esinlerin sonucu olan büyük eserlerin öyküsünü anlatmış. Edebiyatın çok önemli isimlerinden Goethe’nin ‘olma’ sürecine değinirken, aslında sokaktaki herhangi bir adamın aşk için yapabileceklerini ve gideceği son noktayı merkez seçmiş kendine. Üç başrol oyuncusu, Alexander Fehling, Miriam Stein ve kadronun uluslararası isimlerinden Moritz Bleibtreu’nun performansları çok iyi. Kolja Brandt imzalı görüntü yönetimi ve Ingo Frenzel’in orijinal film müziği de çok şey katmış Stölzl’ün filmine. Kusursuza yakın sanat yönetimi ve akıllı yapım tasarımıyla, işlediği dönemin yapısı ve ruhunu da başarıyla yansıtan serbest uyarlama, sınırlarını iyi çizen ve hedefini bulmuş bir yapım. ‘Melankoli sendromu’ değil, ‘intihar’dır ölüm sebebi, imkânsız aşka düşmüş aşığın. Aşk ve ölüm birer seçimdir.

ÇILGIN ÇOCUKLAR
Tarantino’nun ‘kankası’ Robert Rodriguez’in, kendi çocukları için tasarladığı ve 2001’de hayata geçirdiği “Spy Kids” serisi dördüncü filmle sürüyor. Özellikle, 10 yaş ve altına seslenen filmin en önemli özelliği, beyazperdeyi dördüncü boyutla, yani ‘aromascope’ ile tanıştırması. Koku alma duyusuna seslenen teknoloji sayesinde, filmdeki bazı özel kokuları elinizdeki kartlara dokunarak hissedebiliyorsunuz. Bir ilk… Meseleyi kavrayınca, kalktık gittik bütün ekip. Basın gösteriminde bizim sırada Mehmet Açar, Murat Özer, ben ve Uğur Vardan yan yana oturuyoruz. Gözümüzde üç boyut gözlükleri, elimizde bir karton. Üzerinde 1’den 8’e dek numaralar var. Derken film başlıyor. Ekranda bir numara beliriyor filmin bir yerinde. Örneğin: 2. Numarayı görünce, elinizdeki kartonda 2’nin üzerine parmağınızı sürüyorsunuz ki perdedeki görüntünün kokusunu alabilesiniz. Sekiz numaraya da sürdük parmakları büyük bir itinayla (her iki elin baş parmağını dışarıda bırakmak suretiyle), sonuç şu: bütün kokular birbiriyle aynı. Mutfak pastırma kokuyor deniyor filmde. ‘1’ yanıp sönüyor; hemen ‘1’e sürülüyor parmak. Ne pastırma ne bir şey. Hani o pastırma dedikleri ‘bacon’ diyeceksiniz; e köpek gaz çıkarıyor; numara 8; o da aynı koku. Var bu işte bir yanlışlık. Bütün kokuların ortak paydası, kokulu silgi veya araba parfümü. Arada Murat Özer’e soruyorum sıkılarak; ‘aynı kokuyor değil mi’ diye? Uğur Vardan sağımda kokluyor da kokluyor parmakları. Mehmet Açar, arada gülümsüyor; vakur halinden sıyrılarak… Velhasıl kelam bitti film; zor attım kendimi lavaboya; parmakları yıkayacağım. O an düşünüyorum; yahu diyorum; ben de hep düşündüm şu filmlere eşlik edecek koku işini. Ne güzel olurdu, Bogart’ın sigarasının kokusunu, Lauren Bacall’ın parfümünü ne bileyim, “Kadın Kokusu”nda Al Pacino’nun duyumsadıklarını, Tom Tykwer’ın “Koku”sundaki bütün kokuları aynen koklayabilmek. “Kızarmış Yeşil Domatesler”i, “Çikolata”yı izlerken salona yayılan aromaların çeşitliliği. Emmanuelle’in ten kokusu örneğin… Filmden tamamen uzaklaştık bunun farkındayım ama Rodriguez’in serinin devamını sağlamak için bulduğu bu zorlama formül dışında anlatacak hemen hiçbir yanı yok perdedekinin. Kırklı yaşlarımı sürüyorken, filmin tek numarası Jessica Alba’yken, Antonio Banderas ve Carla Gugino’da Rodriguez’i terk edip gitmişken, ajan çocukları ve robot köpekleri, kokulu silgi aroması eşliğinde izlemenin bir getiresi olmayacağını fark ettim bünyeye. Sokak, sonbahar yaprağı kokuyordu dışarı çıktığımızda; belki de, bu koku meselesi ilerde çok gelişecek ve ne bileyim, ne isterse onu koklayabilecek izleyici diye düşündüm; sonra birden ayrımına vardım; hayal gücünü hızla öldürdüğümüzün. Her burnun koku almadığı gerçeği ve her oluşun size göre başka kokabileceği de düştü aklıma. Nina Ricci’ydi tercihim örneğin Jeanne Moreau ablada…
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar