Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 ARALIK 2022

15 Aralık 2022 Perşembe 18:33
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

The Life of Emile Zola 
(Yönetmen: William Dieterle / 1937)

Going My Way / Aynı Yolun Yolcusu
(Yönetmen: Leo McCarey / 1944)

The Lost Weekend / Yaratılan Adam
(Yönetmen: Billy Wilder / 1945)

Gentleman’s Agreement / Namus Sözü
(Yönetmen: Elia Kazan / 1947)

All the King’s Men / Saltanat Hırsı
(Yönetmen: Robert Rossen / 1949)


 

Vizyonda bu hafta (16 Aralık 2022)
Biri 15 Aralık Perşembe günü vizyon gören toplam beş yabancı filme ev sahipliği yapıyor yeni hafta!
James Cameron imzalı, 2009 tarihli ‘Avatar’dan on üç sene sonra çıkagelen ‘Avatar: The Way of Water / Avatar: Suyun Yolu’, notlarımız arasında!


AVATAR: SUYUN YOLU
-Havada, karada ve denizde!-

James Cameron’un 2009’da perdeye yansıyan epik bilimkurgusu çok ses getirmiş ve gişe canavarı yönetmene bambaşka bir başarı kazandırmıştı!
Filmin hikâyesi 22. yüzyılda, Pandora adlı bir uyduda geçiyordu. 2154’te insanlar Dünya gezegeninin doğal kaynaklarını tüketiyor ve bu ciddi bir enerji krizine yol açıyordu. Resources Development Administration (RDA) adlı kuruluş, Alpha Centauri yıldız sisteminde bir gaz devi olan Polyphemus gezegeni yörüngesindeki yoğun ormanlık yaşanabilir bir uydu olan Pandora'da değerli bir mineral olan unobtanium madenlerini keşfetti.  Atmosferi insanlar için zehirli olan Pandora, doğayla uyum içinde yaşayan ve Eywa adında bir ana tanrıçaya ibadet eden 3-4 metre boylarında, mavi tenli, akıllı insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl bir tür olan Na’vi halkına ev sahipliği yapmaktaydı. Pandora’nın biyosferini keşfetmek için bilim adamları, genetik olarak eşleşen insanlarca sinirsel bağlantı aracılığıyla kontrol edilebilen, ‘avatar’ adı verilen Na’vi-İnsan melezi biyolojik bedenleri kullanmaktaydılar. Belden aşağısı felçli eski bir deniz piyadesi olan Jake Sully ölen ikiz kardeşi için hazırlanan bir avatarın sürücüsü olarak Pandora’da yaşamaya gönüllü oldu ve…
En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Görsel Efekt ve En İyi Sanat Yönetimi dallarında üç Oscar heykelciği ve toplamda 89 ödül kazanmış fantastik aksiyon, izleyiciyi, Jake Sully, Neytiri, Albay Miles Quaritch, Dr. Garce Augustine, Parker Selfridge, Mo’at, Eytukan, Tsu’tey gibi karakterle tanıştırıyor, öncelikle yayılmacılık ve derin ekoloji bağlamında kendini keşfetmenin gelişim-macera yolculuğu olarak sinema tarihinde kendine bir yer ediniyordu. ‘Motion Capture / Hareket Yakalama Tekniği’ yardımıyla, bir dizi yenilikçi görsel efekt tekniğini buluşturan yapım kısaca CGI denen Bilgisayar Üretimli İmgeleme uygulamasına da çok şey borçluydu. Yeni Zelanda ve Hawaii’de çekilen filmde başlıca rolleri o dönem henüz ünlü bir yıldız olmayan lokal aktör Sam Worthington, Zoe Saldana, Stephen Lang ve usta aktris Sigourney Weaver üstleniyorlardı. 
Aynı kadro yine karşımızda küresel bir fenomen haline gelmiş öykünün ikinci filminde… Pandora gezegeninde Na’vi halkına dahil olup Neytiri ile bir aile kuran Jake Sully’nin, tanıdık bir düşmanın yeniden gezegenlerine tehdit oluşturması sonrası Na’vi halkıyla birlikte verdiği mücadeleyi izliyoruz bu kez. Dağ ve orman Na’yileri, su ve deniz Na’yileriyle omuz omuza kötücül ve inatçı düşmanla savaşacaklardır. James Cameron’a ikinci filmde öykü yazımında Rick Jaffa ve Amanda Silver, Josh Friedman ve Shane Salerno destek vermişler. Kate Winslet, Cliff Curtis, Edie Falco gibi tecrübeki yıldızların yanı sıra, Jamie Flatters, Britain Dalton, Trinity Jo-Li Bliss, Jack Champion, Bailey Bass ve Filip Geljo, hareley yakalama tekniğiyle perdeye yansıyan ikinci filmin genç isimleri olarak çıkıyorlar karşımıza!
Doğanın sorgulanamaz ve kurcalanamaz dengesi, canlılar arası dostluk, aile olmak, bir arada kalmak, barış ve dayanışma, ilk Avatar filminin sömürgecilik, düşmanlık ve ekolojik mesajlar satırlarına yeni paragraflar ekliyor. Popüler ve karlı bir seri olan yapımın sırada bekleyen üç devam filminin, 20 Aralık 2024, 18 Aralık 2026 ve 22 Aralık 2028’de perdelere yansıması bekleniyor. (3,5 / 5)


Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
‘National Theatre Live: Prima Facie’… Suzie Miller’ın ödüllü tek kişilik metni Prima Facie, Jodie Comer’ın En İyi Çıkış ödülüne layık görülen etkileyici performansı ile karşımızda! Killing Eve dizisi ile tanıdığımız Comer’ın canlandırdığı genç ve başarılı avukat Tessa, hukukun ataerkil hegemonyası, ispat yükümlülüğü ve ahlaki değerler arasındaki çizgilerle yüzleşmek zorunda kalır! 2023 yılında Broadway çıkışını yapacak olan Prima Facie, Justin Martin’in yönettiği Harold Pinter Theatre’daki temsili ile beyazperdede.
‘Stars at Noon / Öğle Güneşinde Yıldızlar’, usta yönetmen Claire Denis imzalı romantik bir dram. Denis Johnson’un romanından uyarlanan ve başlıca rolleri Margaret Qualley, Joe Alwyn ve Benny Safide’n in paylaştıkları yapım, Altın Palmiye adayı olduğu Cannes’den Festival Büyük Ödülü ile ayrılmıştı. İç Savaş sırasında  Nikaragua’da geçen tutku ve heyecan dolu, romantik öykünün çekimleri Panama’da yapılmış. Filmin müziği Claire Denis’nin çoğu filminde olduğu gibi yine Tindersticks’ten Stuart Staples’ın bestelerinden oluşuyor. Claire Denis, filmini şöyle tanımlıyor: ‘Kitaptaki gibi ben de aşka, yiyip bitiren ve kör eden bir cinsel çekime dönüşen tesadüfi bir karşılaşmayı anlatmak istedim; tıpkı kitaptaki gibi filmde de ülkeyi sarsan şiddet yalnızca uzaktan görülebiliyor’.
Will Klipstine imzası taşıyan fantastik korku dram ‘The Harbinger / Şeytanın Kızı’nda başrolü gencecik aktris Madeleine McGraw üstleniyor. Daniel ve Theresa Snyder, sorunlu kızları Rosalie ile beraber küçük bir kasabaya taşınır. Kısa bir süre sonra başlayan kasaba sakinlerinin gizemli ölümlerinden, kızlarının sorumlu olduğunu düşünmektedirler. Kötü bir ‘şeyin’ onları takip etmesinden korkan ebeveynler, kızlarını kurtarmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır. 
Almanya-Belçika ortak yapımı animasyon ‘Marnies Welt / Ajan Kedi’, Christoph Lauenstein ve Wolfgang Lauenstein imzalı. Şımarık ve masum, tombul bir ev kedisi olan Marnie, Sunshine hanesinde rahat ve sürekli pohpohlandığı bir hayat yaşar. Aile evinden dışarı hiç çıkmayan Marnie, gerçek dünyayı yalnızca en sevdiği dedektif suç TV şovlarında gördüğü kadarıyla bilmektedir. Özellikle küçük yaştaki izleyiciye sesleniyor.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

 

TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (16 Aralık 2011)

Bu hafta sekiz yeni filmle, yoğun bir programa sahip vizyon. Roman Polanski imzalı ‘Acımasız Tanrı / Carnage’, yerli komedi ‘Sümela’nın Şifresi Temel’ ve özellikle küçük yaştaki izleyicilere seslenen ‘Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası’, basın gösterimlerine katılamadığımız için notlarımız arasında yer almıyorlar. Polanski filmi ‘Acımasız Tanrı’ için telafi imkânları zorlanacaktır! Haftanın diğer filmleri ise notlarımız arasında ve hemen hepsi ilgisiz kalınmayacak yapımlar. Cannes Film Festivali’nde ‘Büyük Jüri Ödülü’nü Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sı ile paylaşan Dardenne kardeşler imzalı ‘Bisikletli Çocuk’, sezonun önemli yapımlarından biri… İçinizdeki ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakın. Daha iyi, daha doğru ve daha duyarlı olabilmek adına onun sesini dinlemeye ihtiyacımız var sanki. Herkese iyi seyirler!

 

AŞK VE DEVRİM
Özcan Alper imzalı ‘Sonbahar’ın yapımcısı olan F. Serkan Acar’ın ilk yönetmenlik denemesinin senaryosu, ‘Başka Semtin Çocukları’nı da kaleme alan Serkan Turhan tarafından yazılmış. Adı ilk bakışta oldukça iddialı gelse de, mütevazı, yalın bir film, Feza Çaldıran’ın neyi nereden görüntülediğini bilen kamerasından izlediğimiz dram. Adını da, filmdeki diyaloglardan birinden; ‘aşk olmadan, devrim olmaz’ sözünden alan yapım, 80’lerin sonunda geçiyor. Devrimci örgüt mensubu gençler, ikisinin arasındaki aşk, ülkenin can acıtan gerçekleri ve devrim umudunu asla yitirmeyen genç yüreklerin kararlı hüznü. Bir de, sistemin, adaletsiz dünyanın baskısına, yok edici gerçekliğine, yeni baştan yazılan kişisel yenilgilere rağmen; ödün vermeden yürümek inandığın yolda. Oldukça hüzünlü ve romantik tabloya yerleştirilen öykü, kimi yönleriyle sert hatlı, damakta bir eksiklik tadı bırakan, biraz ham ve hafif ‘acele’ olsa da; dürüst ve yüreğe seslenmede başarılı. Öyküye ivme kazandıran genç oyuncular Gün Koper ve Deniz Denker, iyiler. Tayfun Pirselimoğlu filmi ‘Saç’ ile tanıdığımız Ayberk Pekcan’ın güçlü performansı da akılda kalıcı.  

 

SHERLOCK HOLMES: GÖLGE OYUNLARI
Dört roman ve 56 kısa öyküden oluşan Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü eseri, polisiye edebiyata ve sinemaya sunulmuş bu değerli armağan, bu kez aksiyon tarafını epey bir parlatarak çıkıyor karşımıza. Guy Ritchie’nin 2009 tarihli modern yorumuyla perdede tekrar hatırlanan gezegenin belki de en ünlü dedektifi, ilk filmden bağımsız öyküsü ve yeni karakterlerin varlığıyla bir kez daha bizlerle. Zekâsını, doğuştan gelen yetenek ve sezgileriyle birleştirmeyi bilmiş entelektüel dedektif Sherlock Holmes ve kadim dostu gözü pek Dr. Watson yeni maceralarında, ezeli düşmanları Profesör Moriarty ile ölümcül bir mücadeleye giriyorlar. İlk filmdeki gibi, Holmes’ü Robert Downey Jr., Dr. Watson’ı ise Jude Law’ın canlandırdığı yeni filmde, iki yıldıza; Jared Harris, Noomi Rapace ve Stephen Fry eşlik ediyor. Küçücük bir performansa; yaşlı uşak’a dikkat! Bilindiği üzere, asosyal sayılabilecek çekingen bir dahi olan Sherlock Holmes, derin entelektüel birikimine dayanan tümdengelimci bir yöntemle yaklaşıyor karşısına çıkan gizemli olaylara. Kadim dostu, sırdaşı ve Holmes’ün dışa dönük yönünü temsil eden centilmen Dr. Watson ise, her daim onun sırtını kollayan bir emniyet supabı yine. Guy Ritchie’nin ilk filmdeki uyarlaması, bildik öyküye ve karakterlere bambaşka bir dinamizm, renk ve atmosfer kazandırmıştı. Bu kez özellikle Sherlock Holmes, yeni nesil aksiyon yıldızlarını aratmayacak denli aktif perdede. Hatta bir ara Bruce Lee’nin ‘Enter the Dragon’unu izliyoruz sandım. Aksiyondan ben yoruldum. Sherlock’un meşhur öngörüleri, neredeyse her kavga ve aksiyon sahnesinde mevcut. Ormanda ve trende geçen aksiyon sahnelerinin zihinlerden uzun süre çıkması güç görünüyor. O derece başarılı yani. Fakat yüksek doz, her şeyde olduğu gibi aksiyonda da yeter dedirtiyor. Filmden sonra düşündüm. Tamam, diyeceğim yok Downey Jr. ve Law’a ama beyazperdede en çok Basil Rathbone (Holmes) ve Nigel Bruce (Dr. Watson) tarafından canlandırılan (1939-1946 yılları arasında çekilen 14 filmde) ikiliyi seviyorum ben. Piposu, şapkası ve peleriniyle, daha sakin, daha mantıklı, daha ‘Sherlock’ bir Sherlock Holmes’ti sanki Rathbone… Ama devir hız devri tabii. O yüzden yeni neslin tercihleri geçerli Sir Conan Doyle’un klasiğinde de. Hareketten yorulsak da, son tahlilde ‘eyvallah’ diyelim.

 

BİSİKLETLİ ÇOCUK
Sezonun önemli yapımlarından biri. Sona sakladığımız tavsiyeye en başta yer verelim: Mutlaka izleyiniz! Her şeyden önce yüreğe seslenen film; François Truffaut’nun ‘400 Darbe / Les Quatre Cent Coups’una çağdaş bir güzelleme! Cannes’de, ‘Büyük Jüri Ödülü’nü, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’sı ile paylaşan ‘Bisikletli Çocuk’, Dardenne Kardeşler imzalı. Dardenne’lerin bildik meseleleri ve bakışları, filmin her anına sinmiş. Batı Avrupa’nın göbeğinden ‘yoksunluk’ manzaraları, çocuk-baba ilişkisi, ebeveynlik, ahlak, iyi ve doğru olanın toplumsal yeri, olanaksızlık, imkânsızlık, hoşgörü eksikliği, yokluk içinde sevgi arayışı, adaletsiz bir düzende adalete ve hukuka bakış. Tabii sınıf meselesi bir de. Emeğin önemi, sınıfsal ahlakın insan kılan ama ‘tüketen’ doğası. Bir büyüme öyküsünün fena halde kalp yaralayan gerçekçi şiiri perdedeki. Kendisini yetimhaneye bırakan babasını bulmak ve tekrar onunla olmak için on iki yaşındaki Cyril’in verdiği mücadele. Ece Ayhan’ın ‘Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler’i gibi durum. “Meçhul Öğrenci Anıtı” gibi sonra. ‘Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında. Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır’ diyesi geliyor insanın Cyril’a sarılıp. Sonra küçük çocuğa kucak açan kuaför Samantha’nun şefkati, sevgisi, insan yanı… ‘Ya Cyril, ya ben’ diyen sevgilisine; hiç düşünmeden ‘Cyril’ demesi. Can acıtan belgesel gerçekliği. Cyril’ın eve getirdiği ekmeği mutfakta hızla kesip, bir dilimini ısırıp, dışarı; oyuna çıkması. Sevgi ve emek dokümanteri perdedeki. Kırmızı eşofman üstüyle nasıl güçlü yaşıyor, nasıl hayatta, nasıl kafa tutuyor dünyaya, nasıl direniyor sisteme, nasıl inatla arıyor hakkını, nasıl biliyor ‘oluşunun’ doğasını, nerede olduğunu, nerede olacağını, nasıl güçlü durması gerektiğini, nasıl olup da var olacağını? Bilinçli hüznü ve devam etmesi gerektiğini haykıran yalnızlığıyla ‘Cyril’ karakterinde nasıl da büyüyor küçük mucize Thomas Doret… 

 

ACI TATLI TESADÜFLER
‘Herkes Kendi Kedisini Arar’, ‘İspanyol Pansiyonu’ ve ‘Paris’ filmleriyle tanınan Cédric Klapisch’in yeni filmi bir kara komedi. Mizah soslu, acı yüklü bir dramda denebilir Fransız yapımı için. Bambaşka sınıflardan iki farklı insan ve sonu hiç gelmeyecek olan kapitalist zalimlik. Emek ve sömürü arasında yitip giden küçük insanlar. Sarsıcı bir sosyal komedi olarak da niteleyebiliriz; ‘koyun et derdinde, kasap can derdinde’ başlığıyla süsleyebileceğimiz yapımı. İki başrol oyuncusu Karin Viard ve Gilles Lellouche, son derece inandırıcılar. Dunkirk’te çalıştığı fabrika kapatılınca işsiz kalan üç çocuk annesi emekçi France, para kazanmak umuduyla; Paris’e gelir. Buradaki yeni işi, Londra’dan Paris’e gönderilen acımasız Borsacı Steve’in lüks dairesini temizlemek ve onun küçük oğluna dadılık yapmaktır… Kendini uzaklarda bekleyen üç kızına yemek pişirmek yerine, evini temizlediği adamın çocuğuna bakmak zorunda kalan bir annenin, çalıştığı fabrikanın, maaş aldığı adam tarafından kapatıldığını öğrenen bir emekçinin, nihayetinde duyguları olan ve adaletsiz düzenin içinde nefes alıp veren gerçek bir insanın; bir kadının dramı duruyor perdede. Öte yanda da, bütün bu oluşlara karşılık, son derece duygusuz, kötücül ve zalim bir para babası… Sistemi besleyen ve ondan beslenen bir piyon aslında. Gerçek olmayan, sanal ‘bir şeyler’ yaşayan, mutsuz, duygusuz bir yaratık… Asa değişmeyecek olan. Yönetmen Klapisch, filminin romantik komediye göz kırpan anlarını o derece ustaca dizginlemiş ki; son derece gerçekçi finalinin, izleyiciyi şaşırtmasından hınzır bir keyif almış sanki. Çok yaman, bilinçli, cesur ve doğru bir final olmuş bence, izleyiciyi ters köşeye yatırıp, abandone durumda bırakan son kareler. Siyaseten ve gerçekten doğru… Değişmesi mümkün olmayan düzenin, bireyin, doğrunun, yanlışın, haklının, haksızın, son tahlilde ‘sanal ve gerçeğin’ çarpıştığı bir film izlediğimiz. 

 

MİKROFON
30. İstanbul Film Festivali ‘Uluslararası Yarışma’da yer alan ve Altın Lale ödülünü kazanan Mısır yapımı, Ahmed Abdalla imzalı. Annesinin cenazesi için, yıllar sonra ABD’den, memleketi İskenderiye’ye dönen bir adamın ve karşılaştığı ‘yeni şeylerin’ öyküsü. Aradan geçen zaman, eski ilişkileri değiştirmiştir. Şehri yalnız başına dolaşan adam, yepyeni bir dünya ile karşılaşır. Caz müzisyenlerinden, gece çalışan grafiti sanatçılarına, kaldırımda şarkı söyleyen hip hopçulardan, çatılarda rock konseri veren gençlere dek adeta capcanlı bir müzik örgütlenmesi vardır şehirde. Canon 7D fotoğraf makinesiyle çekilen müzikal dram, düşük bütçeli bir araçla gerçekleşse de, yarattığı etki büyük olan cesur bir deneme. İskenderiye’nin yer altı sanatçıları, toprağın kültürel zenginlikleri, fonda yatan ülke gerçekleri, son tahlilde; siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan Mısır.

 

 

Vizyonda bu hafta (16 Aralık 2016)

Yeni vizyon, 14 Aralık Çarşamba tek filmle; ‘Rouge One: Bir Star Wars Hikayesi’ ile açılıyor. 16 Aralık Cuma ise, beşi yerli, altı yeni film dahil oluyor vizyona. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmayın. Herkese iyi seyirler.

 

ROUGE ONE: BİR STAR WARS HİKAYESİ 
(14 Aralık Çarşamba)

Star Wars efsanesi, incelikli ve kapsamlı bir ara öyküyle sürüyor. ‘Yıldız Savaşları’nın dördüncü filmi de denilebilir, iki üçlemeyi birbirine bağlayan ara film için. Bir isyan umut üzerine kurulabilir diyor Gareth Edwards imzalı toplamda sekizinci George Lucas yaratısı! 1977 tarihli ‘Yıldız Savaşları’nın favori filmleri arasında söyleyen Edwards’ı, ilk uzun metrajı Monsters / İstila’ ve 20142te çektiği Godzilla ile tanıyor, ‘iyi biliyoruz’! Karanlık atmosferlerde duyguyu ihmal etmeden anlattığı gerilimli öykülerle sıkı bir sinemacı olduğunu kanıtlayan Edwards, kendi efsanelerinden George Lucas’ın yarattığı sinema tarihinin önemli epik serilerinden biri olan yapıma bir ‘ara öykü’ çekerek, müthiş bir sorumluluk almış. Başarılı atmosferiyle kişilik sahibi diyebileceğimiz yeni öykü, karanlık özü, titizlikle yaratılmış karakterleri, retro yapısı ve üçlemeler arasında önemli bir ileti kuran öyküsüyle alkışa değer. Teknik kadroyu ve ‘cast’ ekibini de ayrıca kutlamak gerek. John Knoll ve Gary Whitta’nın yazdıkları öyküyü, aynı zamanda yönetmen kimliğiyle tanıdığımız usta senarist Tony Gilroy ile senarist-yönetmen-yapımcı kimliğiyle bize yabancı olmayan bir diğer usta Chris Weits uyarlamışlar. Bir grup isyancı, imparatorluğun amiral üssü veya imha gücü olan ‘ölüm yıldızı’nın planlarını çalmak üzere harekete geçerler. Hemen her karakterin altından başarıyla kalkan İngiliz aktris Felicity Jones’a, Meksikalı yetenekli aktör Diego Luna eşlik ederken, Alan Tudyk, Donnie Yen, Wen Jiang, Riz Ahmed, Ben Mendelsohn, Forest Whitaker, Mads Mikkelsen gibi uluslararası usta isimler, zengin oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar. 1977 tarihli filmin kötü adamlarından Grand Moff Darkin’i canlandıran usta aktör Peter Cushing (1913-1994), bilgisayarda yaratılmış etten kemikten bir oyuncu olarak yine perdede. Filmin belki de en keyifli sürprizi bu. Darth Vader’i de ‘bonus’ olarak bize armağan eden yeni yapım, başarılı teknik kadrosu ve yönetmen Edwards’ın ana öyküde yatan retro ruhu koruyup kollamasıyla önem arz ediyor. Özetle, bildik öyküye umut ileten ara film, sağlam bir köprü vazifesi görmüş! (3,5 / 5)

 

TEREDDÜT
Birbirlerinden farklı iki kadının, Şehnaz ve Elmas’ın yolları kesiştiğinde, hayatlarındaki acı gerçekler ortaya çıkar. Bir sahil kasabasında, Sakarya’ya bağlı Karasu’da psikiyatr olarak görev yapan Şehnaz, hafta sonları İstanbul’da kalburüstü bir sosyal statüye sahip, fazlasıyla bencil eşi Cem’le yaşadıkları eve gitmektedir. Beraberliklerinin derininde yatan mutsuzluk, tatminsiz bir cinsellik ve anlamsız bir varoluş halidir Şehnaz için. Elmas ise bir çocuk gelin olarak, her akşam isteği dışında, bir köle olarak kocasına hizmet vermekte ve hasta kayınvalidesinin bakımını sağlamaktadır. Çocukluğunu çoktan unutmuş genç kız, fena halde sıkışıp kaldığı hayattan, fırtınalı bir gecenin sabahında dehşet dolu bir olayla sıyrılır ve iki kadın tesadüf eseri bir araya gelip, hayatlarının sorunlarıyla yüzleşirler. Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filminin öyküsü bu kısaca. Toplumun modern ve tutucu kesimlerinden farklı sosyal- ekonomik-kültürel sınıflardan iki kadının bedenleri ve ruhları üzerinden kadın olma ve özgürleşme halleri. Yeşim Ustaoğlu’nun yazıp yönettiği dramda, Funda Eryiğit, Ecem Uzun, Mehmet Kurtuluş, Okan Yalabık, Serkan Keskin ve Sema Poyraz rol alıyorlar. Türkiye-Almanya-Fransa-Polonya ortak yapımın teknik işçiliği titiz ve başarılı. Aynı başarı, meseleye yaklaşım ve işleyişte kendini gösterememiş maalesef. Öncelikle, iki kadının kesiştiği ve eşitlendiği savunulan hikayelerinin, en ufak bir benzerliği bulunmamakta. Biri, memleketin kanayan yaralarından biri olan çocuk gelin. Diğeri, bambaşka bir sosyal, ekonomik ve kültürel sınıftan. Sadece haz alamadığı sevgisiz bir ilişkisi olması sebebiyle, bedeni esir alınmış biçiminde yansımış perdeye. İki kadının durumu arasında uçurum var. Biri, ailesi tarafından adeta satılmış, henüz bir çocukken, haberi bile olmaksızın bir adamla evlendirilmiş ve adeta her akşam tecavüze uğrayan bir mağdur. Her anlamda bir köle o. Psikiyatr olarak karşısına çıkan diğeri ise, istediği zaman aradığı hazzı ve özgürlüğü ‘başka beden veya yerde bulan’ çok daha şanslı biri. Bu zorlama kadın olma durumu bakışı, bir hayli haksızlık ve ‘odaktan kaymayla’ yüklü. Bedenler ve ruhlar üzerinden, tamamen eşitsiz ve adil olmayan yaşayışlar, aynı potada yer alan ve ‘kurban’ olarak gösterilen kadınların hikâyeleriyle duruyor perdede. İnandırıcılık, memleket gerçeklerinin çok gerisinde. Cem gibi veya Elmas’ın kocası ve kayınvalidesi gibi ‘karikatür’ karakterler, haddinden fazla karikatür olarak yer almış öyküde. Yaşamı idame, yaşama derdi ile haz-beden özgürlüğü arasında uçurum var ve olmalı. Kadın bedeninin sahibi kadının ta kendisi tabii ki. Keşke farklı ve sahici bir öyküde, daha inandırıcı bir ruh hali ile yaratılsaymış film. Bu arada Yeşim Ustaoğlu, yine fırtınalar, kara kış ve karanlık gökyüzü altında anlatmayı sürdürüyor hikâyelerini. Hiç mi güneş çıkmıyor memlekette diye düşünüyor insan; güneş altında hakikilik, etkileyicilik sağlanamıyor mu yoksa? Güneş ışını, sosyal gerçekçiliğe dokunuyor mu? Bu ve buna benzer sorularla terk ederken salonu, önemli bir fırsatın kaçtığını düşünüyor insan. ‘Tereddütsüz’ söyleyebilirim ki, öykünün odağında ciddi kaymalar var. (2,5 / 5)     

 

APTALLAR ÇETESİ
‘Napoleon Dynamite’ ve ‘Nacho Libre’ adlı zıpır komedilerin ‘hınzır’ yönetmeni Jared Hess, ABD tarihindeki gerçek bir soygundan yola çıkarak, kendine özgü avantür bir komediye imza atmış yine. Bol karakterli, hafif ‘tuvalet mizahlı’ soygun öyküsü, beğenip, hoşlandığı kadınla kuracağı yeni gelecek için, görev yaptığı zırhlı para aracını soyan David’in ve etrafındakilerin ‘gırgır’ öyküsünü yansıtıyor perdeye. Lokal değinilerin de araya serpiştirildiği komedi, kaba saba espriler içerse de kaba değil her şeyden evvel! Samimi, sıcak ve durum mizahına dayanan ‘gag’larla süslü. Usta komedyen Zach Galifianakis’e, Kristen Wiig ve filmin belki de en başarılı ismi olan Kate McKinnon’un yanı sıra, Owen Wilson ile Jason Sudeikis gibi usta isimler eşlik ediyorlar. Hayallerini süsleyen macera aşkını, gerçek bir soygunda gidermeye çalışan karakterin çıkış noktası, sahicilik katıyor; absürd gibi gözüken ‘gerçek’ öyküye. Perdedeki yapıma fazla önem yüklemeden gülüyor ve çıkıyorsunuz salondan. (2,5 / 5)  

16 Aralık vizyonunda yer alan yerli yapımlardan, korku-gerilim örneği ‘Zuzula’, Aydemir Akbaş’ın başrolü üstlendiği komedi ‘Alemde 1 Gece’, Kenan Öztürk’ün yönettiği ve başrolde Yavuz Seçkin’in rol aldığı ‘Oldu Mu Şimdi?’ ile başrollerini Burçin Bildik ve Ufuk Özkan’ın paylaştıkları bir diğer komedi ‘Sen Sağ Ben Selamet’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan filmleri. Tekrar iyi seyirler herkese.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar