16 ARALIK 2011
Bu hafta sekiz yeni filmle, yoğun bir programa sahip vizyon. Roman Polanski imzalı “Acımasız Tanrı / Carnage”, yerli komedi “Sümela’nın Şifresi Temel” ve özellikle küçük izleyicilere seslenen “Alvin ve Sincaplar: Eğlence Adası”, basın gösterimlerine katılamadığımız için notlarımız arasında yer almıyorlar. Polanski filmi “Acımasız Tanrı” için telafi imkânları zorlanacaktır! Haftanın diğer filmleri ise notlarımız arasında ve hemen hepsi ilgisiz kalınmayacak yapımlar. Cannes Film Festivali’nde ‘Büyük Jüri Ödülü’nü Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı ile paylaşan Dardenne kardeşler imzalı “Bisikletli Çocuk”, sezonun önemli yapımlarından biri… İçinizdeki ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakın. Daha iyi, daha doğru ve daha duyarlı olabilmek adına onun sesini dinlemeye ihtiyacımız var sanki. Herkese iyi seyirler!
AŞK VE DEVRİM
Özcan Alper imzalı “Sonbahar”ın yapımcısı olan F. Serkan Acar’ın ilk yönetmenlik denemesinin senaryosu, “Başka Semtin Çocukları”nı da kaleme alan Serkan Turhan tarafından yazılmış. Adı ilk bakışta oldukça iddialı gelse de, mütevazı, yalın bir film, Feza Çaldıran’ın neyi nereden görüntülediğini bilen kamerasından izlediğimiz dram. Adını da, filmdeki diyaloglardan birinden; ‘aşk olmadan, devrim olmaz’ sözünden alan yapım, 80’lerin sonunda geçiyor. Devrimci örgüt mensubu gençler, ikisinin arasındaki aşk, ülkenin can acıtan gerçekleri ve devrim umudunu asla yitirmeyen genç yüreklerin kararlı hüznü. Bir de, sistemin, adaletsiz dünyanın baskısına, yok edici gerçekliğine, yeni baştan yazılan kişisel yenilgilere rağmen; ödün vermeden yürümek inandığın yolda. Oldukça hüzünlü ve romantik tabloya yerleştirilen öykü, kimi yönleriyle sert hatlı, damakta bir eksiklik tadı bırakan, biraz ham ve hafif ‘acele’ olsa da; dürüst ve yüreğe seslenmede başarılı. Öyküye ivme kazandıran genç oyuncular Gün Koper ve Deniz Denker, iyiler. Tayfun Pirselimoğlu filmi “Saç” ile tanıdığımız Ayberk Pekcan’ın güçlü performansı da akılda kalıcı.
SHERLOCK HOLMES: GÖLGE OYUNLARI
Dört roman ve 56 kısa öyküden oluşan Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü eseri, polisiye edebiyata ve sinemaya sunulmuş bu değerli armağan, bu kez aksiyon tarafını epey bir parlatarak çıkıyor karşımıza. Guy Ritchie’nin 2009 tarihli modern yorumuyla perdede tekrar hatırlanan gezegenin belki de en ünlü dedektifi, ilk filmden bağımsız öyküsü ve yeni karakterlerin varlığıyla bir kez daha bizlerle. Zekâsını, doğuştan gelen yetenek ve sezgileriyle birleştirmeyi bilmiş entelektüel dedektif Sherlock Holmes ve kadim dostu gözü pek Dr. Watson yeni maceralarında, ezeli düşmanları Profesör Moriarty ile ölümcül bir mücadeleye giriyorlar. İlk filmdeki gibi, Holmes’ü Robert Downey Jr., Dr. Watson’ı ise Jude Law’ın canlandırdığı yeni filmde, iki yıldıza; Jared Harris, Noomi Rapace ve Stephen Fry eşlik ediyor. Küçücük bir performansa; yaşlı uşak’a dikkat! Bilindiği üzere, asosyal sayılabilecek çekingen bir dahi olan Sherlock Holmes, derin entelektüel birikimine dayanan tümdengelimci bir yöntemle yaklaşıyor karşısına çıkan gizemli olaylara. Kadim dostu, sırdaşı ve Holmes’ün dışa dönük yönünü temsil eden centilmen Dr. Watson ise, her daim onun sırtını kollayan bir emniyet supabı yine. Guy Ritchie’nin ilk filmdeki uyarlaması, bildik öyküye ve karakterlere bambaşka bir dinamizm, renk ve atmosfer kazandırmıştı. Bu kez özellikle Sherlock Holmes, yeni nesil aksiyon yıldızlarını aratmayacak denli aktif perdede. Hatta bir ara Bruce Lee’nin “Enter the Dragon”unu izliyoruz sandım. Aksiyondan ben yoruldum. Sherlock’un meşhur öngörüleri, neredeyse her kavga ve aksiyon sahnesinde mevcut. Ormanda ve trende geçen aksiyon sahnelerinin zihinlerden uzun süre çıkması güç görünüyor. O derece başarılı yani. Fakat yüksek doz, her şeyde olduğu gibi aksiyonda da yeter dedirtiyor. Filmden sonra düşündüm. Tamam, diyeceğim yok Downey Jr. ve Law’a ama, beyazperdede en çok Basil Rathbone (Holmes) ve Nigel Bruce (Dr. Watson) tarafından canlandırılan (1939-1946 yılları arasında çekilen 14 filmde) ikiliyi seviyorum ben. Piposu, şapkası ve peleriniyle, daha sakin, daha mantıklı, daha ‘Sherlock’ bir Sherlock Holmes’ti sanki Rathbone… Ama devir hız devri tabii. O yüzden yeni neslin tercihleri geçerli Sir Conan Doyle’un klasiğinde de. Hareketten yorulsak da, son tahlilde ‘eyvallah’ diyelim.
BİSİKLETLİ ÇOCUK
Sezonun önemli yapımlarından biri. Sona sakladığımız tavsiyeye en başta yer verelim: Mutlaka izleyiniz! Her şeyden önce yüreğe seslenen film; François Truffaut’nun “400 Darbe / Les Quatre Cent Coups”una çağdaş bir güzelleme! Cannes’de, ‘Büyük Jüri Ödülü’nü, Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da”sı ile paylaşan “Bisikletli Çocuk”, Dardenne Kardeşler imzalı. Dardenne’lerin bildik meseleleri ve bakışları, filmin her anına sinmiş. Batı Avrupa’nın göbeğinden ‘yoksunluk’ manzaraları, çocuk-baba ilişkisi, ebeveynlik, ahlak, iyi ve doğru olanın toplumsal yeri, olanaksızlık, imkânsızlık, hoşgörü eksikliği, yokluk içinde sevgi arayışı, adaletsiz bir düzende adalete ve hukuka bakış. Tabii sınıf meselesi bir de. Emeğin önemi, sınıfsal ahlakın insan kılan ama ‘tüketen’ doğası. Bir büyüme öyküsünün fena halde kalp yaralayan gerçekçi şiiri perdedeki. Kendisini yetimhaneye bırakan babasını bulmak ve tekrar onunla olmak için on iki yaşındaki Cyril’in verdiği mücadele. Ece Ayhan’ın ‘Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler’i gibi durum. “Meçhul Öğrenci Anıtı” gibi sonra. ‘Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında. Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır’ diyesi geliyor insanın Cyril’a sarılıp. Sonra küçük çocuğa kucak açan kuaför Samantha’nun şefkati, sevgisi, insan yanı… ‘Ya Cyril, ya ben’ diyen sevgilisine; hiç düşünmeden ‘Cyril’ demesi. Can acıtan belgesel gerçekliği. Cyril’ın eve getirdiği ekmeği mutfakta hızla kesip, bir dilimini ısırıp, dışarı; oyuna çıkması. Sevgi ve emek dokümanteri perdedeki. Kırmızı eşofman üstüyle nasıl güçlü yaşıyor, nasıl hayatta, nasıl kafa tutuyor dünyaya, nasıl direniyor sisteme, nasıl inatla arıyor hakkını, nasıl biliyor ‘oluşunun’ doğasını, nerede olduğunu, nerede olacağını, nasıl güçlü durması gerektiğini, nasıl olup da var olacağını? Bilinçli hüznü ve devam etmesi gerektiğini haykıran yalnızlığıyla ‘Cyril’ karakterinde nasıl da büyüyor küçük mucize Thomas Doret…
ACI TATLI TESADÜFLER
“Herkes Kendi Kedisini Arar”, “İspanyol Pansiyonu” ve “Paris” filmleriyle tanınan Cédric Klapisch’in yeni filmi bir kara komedi. Mizah soslu, acı yüklü bir dramda denebilir Fransız yapımı için. Bambaşka sınıflardan iki farklı insan ve sonu hiç gelmeyecek olan kapitalist zalimlik. Emek ve sömürü arasında yitip giden küçük insanlar. Sarsıcı bir sosyal komedi olarak da niteleyebiliriz; ‘koyun et derdinde, kasap can derdinde’ başlığıyla süsleyebileceğimiz yapımı. İki başrol oyuncusu Karin Viard ve Gilles Lellouche, son derece inandırıcılar. Dunkirk’te çalıştığı fabrika kapatılınca işsiz kalan üç çocuk annesi emekçi France, para kazanmak umuduyla; Paris’e gelir. Buradaki yeni işi, Londra’dan Paris’e gönderilen acımasız Borsacı Steve’in lüks dairesini temizlemek ve onun küçük oğluna dadılık yapmaktır… Kendini uzaklarda bekleyen üç kızına yemek pişirmek yerine, evini temizlediği adamın çocuğuna bakmak zorunda kalan bir annenin, çalıştığı fabrikanın, maaş aldığı adam tarafından kapatıldığını öğrenen bir emekçinin, nihayetinde duyguları olan ve adaletsiz düzenin içinde nefes alıp veren gerçek bir insanın; bir kadının dramı duruyor perdede. Öte yanda da, bütün bu oluşlara karşılık, son derece duygusuz, kötücül ve zalim bir para babası… Sistemi besleyen ve ondan beslenen bir piyon aslında. Gerçek olmayan, sanal ‘bir şeyler’ yaşayan, mutsuz, duygusuz bir yaratık… Asa değişmeyecek olan. Yönetmen Klapisch, filminin romantik komediye göz kırpan anlarını o derece ustaca dizginlemiş ki; son derece gerçekçi finalinin, izleyiciyi şaşırtmasından hınzır bir keyif almış sanki. Çok yaman, bilinçli, cesur ve doğru bir final olmuş bence, izleyiciyi ters köşeye yatırıp, abandone durumda bırakan son kareler. Siyaseten ve gerçekten doğru… Değişmesi mümkün olmayan düzenin, bireyin, doğrunun, yanlışın, haklının, haksızın, son tahlilde ‘sanal ve gerçeğin’ çarpıştığı bir film izlediğimiz.
MİKROFON
30. İstanbul Film Festivali ‘Uluslararası Yarışma’da yer alan ve Altın Lala ödülünü kazanan Mısır yapımı, Ahmed Abdalla imzalı. Annesinin cenazesi için, yıllar sonra ABD’den, memleketi İskenderiye’ye dönen bir adamın ve karşılaştığı ‘yeni şeylerin’ öyküsü. Aradan geçen zaman, eski ilişkileri değiştirmiştir. Şehri yalnız başına dolaşan adam, yepyeni bir dünya ile karşılaşır. Caz müzisyenlerinden, gece çalışan grafiti sanatçılarına, kaldırımda şarkı söyleyen hip hopçulardan, çatılarda rock konseri veren gençlere dek adeta capcanlı bir müzik örgütlenmesi vardır şehirde. Canon 7D fotoğraf makinesiyle çekilen müzikal dram, düşük bütçeli bir araçla gerçekleşse de, yarattığı etki büyük olan cesur bir deneme. İskenderiye’nin yer altı sanatçıları, toprağın kültürel zenginlikleri, fonda yatan ülke gerçekleri, son tahlilde; siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan Mısır.
MURAT ERŞAHİN