Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

15 MAYIS 2020

10 Mayıs 2020 Pazar 09:58
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Evde yeni bir hafta daha… Bu belirsiz süreçte, bizler evlerimizde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri, farklı sektörlerde üretmeye devam eden emekçilere, çarkları terleriyle döndürenlere ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.

Bu hafta, yani 15 Mayıs 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar belirsiz bir tarihe kadar kapalı. Madem Mayıs ayındayız; siz değerli okuyuculara, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde geçmiş Mayıs sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı sunmak istedim. Bu hafta, 2009 yılının Mayıs ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Mayıs’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…

Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

 

Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2009)

 

ANKARA ULUSLARARASI FİLM FESTİVALİ

O şimdi yirmi yaşında…

Mahmut Tali Öngören ve Aziz Nesin’in emaneti olan Ankara Film Festivali’nin yirminci yaşını kutladık. Başkentin bu ilerici ve aydın çocuğu, özel insanların elinde yetişen bir festival oldu hep. Yirmi yaşın olanca dinamikliği, gücü ve özgürlüğü yanında, bir o kadar olgun ve alçakgönüllü bir şenlik Ankara. Ülkemizde özellikle kısa filmin ve belgeselin kalesi olarak bilinen festival, ulusal yarışmalarda verdiği ve karşılığı ‘olması gerektiği gibi’ sadece kesin bir saygınlık ve gurur olan ödüllerinin yanı sıra, dünya sinemasından derlediği birçok iyi filmle de ömrünü sürdürüyor… Üzerine hüzünden yapılmış yorgun bir palto giyen ‘Sonbahar’, Ulusal Uzun Film Yarışması Jürisi ve aralarında benim de yer aldığım ‘bizim’ SİYAD jürisi tarafından, ‘en iyi film’ seçildi yeniden. Özcan Alper’in, ülkemizde yaşanmış ve yaşanan toplumsal acıları, insandan yana umudunu kesmeden şiirsel bir dil ve cesaretle perdeye yansıttığı güçlü filmi, emeği ve başarısını, yine soru işaretsiz kazandığı diğer ödüllerinin yanına koyup ayrılıyordu Ankara’dan. Kelimenin içi dolu anlamıyla ‘mütevazı’ ve ‘onca yoksulluk varken’ eğilip bükülmeyen festivalin bu yılki programı, özellikle dünya sineması seçkisiyle dikkat çekti.

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de yer alan büyüleyici İsveç filmi ‘Gir Kanıma’ seyirciyle ilk kez Ankara’da buluştu. Tekin olmayan korku-gerilimin, duyarlı bir aşk öyküsüne eşlik ettiği naif yapım, özenle kurduğu atmosferine politik bir söylemi de ekliyordu. Aykırı Fransızlar Michel Gondry ve Leos Carax ile ‘Cinayet Günlüğü’ ve ‘Yaratık’ ile akıllara kazınmış Güney Koreli Bong Joon-Ho imzalı ‘Tokyo!’, Japonya’nın başkentinde geçen üç nefis öykü izlettirdi bize. Carax’ın bölümündeki ‘Merde’ karakteri, aramızda gündelik hayata dair bir nüans halini aldı.

Sevgili dostum Murat Özer - aka ‘başkan’ - ve ben, bu özel kahramanı fazlaca benimseyip, gündelik hayatımıza taşıdık. İstiklal caddesini ‘merde’ yürüyüşü yaparak geçişimiz ve bu kişilikli kahramanın özel dilini çözüp, yeryüzünde bu tuhaf lisanı konuşan dördüncü ve beşinci kişiler oluşumuz(!) yaşamımıza değer kattı. Cannes’de FIPRESCI ödülü kazanmış Macaristan yapımı ‘Delta’, şiirsel ve saygın bir denemeydi. Usta İngiliz Mike Leigh’in bu yıl çok ses getiren filmi ‘Daima Mutlu’, tarifsiz hüzünlere sürüklüyordu insanı.

Söyleyeceğini yine enfes biçimde söylüyordu Leigh ve bir ‘ikinci yeni’ şiiriydi sanki beyazperdeye yansıyan. Polonyalı usta Krzysztof Zanussi ve günümüz Çek, hatta Avrupa sinemasının en özgün isimlerinden Jan Hrebejk, festivalin konukları arasındaydı. Mütevazılık, dost sıcaklığı ve birikim saçıyordu iki yönetmen de. Zanussi, nezaketi ve beyefendiliğiyle kazındı akıllarımıza. Bir de festivali yaratanlar tabii. Beyhan, Sami, Kıvanç, Emrah, Can, İnci, Serra, Deniz, Ezgi, Aslı, Gürkan, Ali, Miray ve gözlerinin içi parlayan onlarca festival gönüllüsü…

İyi insanlar. Sinema, samimiyet ve özveriden oluşmuş bir avuç iyi ve kaliteli insan. Birçok yeni dost ve kardeş edinerek döndük evlerimize. On iki gün süren nefis bir yolculuktu Ankara. Sinemanın gözü bozduğu gibi aklıda bozan ama karşısında durulmaz cazibesi ve belki de dünyanın en güzel şeyi oluşu gerçeğine, dostluğa, umuda, geçmişe, sevdaya, Kuğulu parkın hüzünlü yalnızlığına, dib sahneye, Kavaklıdere’ye, Tunus’a, Akay’a, Esat’a, Farabi’ye, Arjantin Caddesi’ne, Ayrancı’ya, Bahçelievler’e, ODTÜ’ye, Bilkent’e, gençliğime yaptığım bir yolculuk... Şairin dediği gibi, ‘ne var ki yolculukta, her sefer ağlatır beni’.

 

KANUN BENİM

‘…Kocaman bir sevgi miydi ne, dünyanın bütün zamanlarını dolaşan…’ Edip Cansever

‘Hayat beklenmedik şeyler çıkarır karşına. Ve o beklenmedik şeyler, senin hayatını oluşturur’… Everett Hitch, dostu, her şeyi, bir bütünü oluşturduğu parçası Virgil Cole’e böyle söyler. Batı, 1900’lere evrilirken, iki sert kovboy, oyunu kuralına göre oynamaktan asla taviz vermemiş iki eski, cesur ve dürüst adam, Appaloosa kasabasında kanunu korurlar. Allison French ise Virgil’e sığınmıştır. Korkmaktadır. Yalnız ve zayıftır. Demir attığı liman önemli değildir kadın için. Korunaklı bir liman olması gerekmektedir sığındığı yerin hepsi bu. Everett, adeta son kurşunu kendine ayırıp, dostunu, aralarında güven ve sevgiden daha öte bir ilişki olan diğer yarısını bırakıp gider. Virgil’in önündeki tek engeli de ortadan kaldırarak. Kendi hayatını sıfırlayıp belki de yeni bir başlangıca doğru – ama asla eskisi gibi olamayacak- eksik ama kararlı bir şekilde yol alarak… Dostluk, özveri, aşk ve adı konamaz hassasiyetler üzerine şiirsel bir dram çekmiş Ed Harris. İkinci yönetmenliğinde, ‘western’in klasik unsurlarından ödün vermeden anlatmış öyküsünü. Ed Harris, Viggo Mortensen, Jeremy Irons ve belki de beyazperdedeki en iyi performansıyla karşımıza çıkan Renée Zellweger, bir roman uyarlaması olan ‘Appaloosa’da şahaneler.

‘Kurtlarla Dans’ın Oscar ödüllü görüntü yönetmeni Dean Semler, Harris’in kafasındaki resmin canlanmasına omuz vermiş. Öldürdüğümüz ve bizi öldüren duygular… Tuhaf, incelikli, zarif öykünün ‘western’e bu denli oturması ilginç. Performanslar, şık sahnelerin çokluğu ve duyarlılıkla örülmüş senaryo, artı değer ekliyor filme. Bir de, kurşun, ölüm, cesaret, hüzün, ayrılık, korku, yalnızlık, sadakat, güven, aşk ve dostlukla çevrelenmiş bir öyküde, kazanmak ve kaybetmek kavramlarının önemsizliği…

 

OKUYUCU

‘… Her gece, birinin olmadığı gecedir…’ Özdemir Asaf

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya… Yenik, hüzünlü, mahcup ve ürkek. Aynı on beş yaşındaki Michael Berg gibi. Otuz altı yaşındaki tramvay biletçisi Hanna Schmitz ise sırlarla dolu, ezik. Büyük bir suçun, kapkara bir geçmişin izlerini taşıyor. O da ürkek, yenik, yalnız ve üşüyor… Bu iki insan karşılaşıyorlar. Hanna, Michael’ın ilk kadını oluyor. Delikanlıya, bir kadınla birlikte olmanın ne demek olduğunu öğretiyor.

Kendine güvenmesini, cinselliği yaşamasını, tutkuyu, sıcaklığı… Büyüyor genç adam bir anda. Artık, Hanna olmadan yapamıyor. Hanna ise, bu unutulmaz hayat dersleri karşılığında, Michael’dan kendisine kitap okumasını istiyor. Sihirli kelimeler, cümleler, paragraflar, kitaplar, bambaşka bir dünya… Hanna okuma yazma bilmiyor. Öğrenememiş. Yoksulluk, imkânsızlık, kötü geçmişi yüzünden belki de… İki sevgili bu konuyu asla konuşmuyorlar. Vakti geldiğinde Hanna gidiyor. Ardında yaralı bir yürek ve birçok soru işareti bırakarak. Sekiz yıl sonra karşılaşıyorlar yeniden. Bu kez, Michael bir hukuk öğrencisi. Hanna ise, bir Nazi savaş suçlusu. Toplama kamplarında binlerce ölümden sorumlu bir gardiyan… Yanındaki diğer sanıklar, bütün suçu Hanna’ya yıkıyorlar. O ise, üstleniyor. Dürüstçe anlatıyor yaptıklarını. Mahkemede okuma yazma bilmiyorum dese, belki de ömür boyu hapisle cezalandırılmayacak. Ama salonda Michael’ın olduğunu biliyor.

Kendisine öğretilen o tuhaf ve bir yanı sakat onurlu hâl yüzünden bir şey söylemiyor. Çünkü salondakiler ve belki de kendisine kitaplar okuyan o genç delikanlı onun suçlu olduğundan eminler. Kendi de biliyor suçunu. Bu bir kesinlik zaten. Fakat bunu oluşturan şartlar önemli. Delirmiş, faşist bir zeminde büyümüş, yaşamış biri o. Sanayi ve milliyetçilik naraları altında dünyanın en kapitalist organizasyonlarında görev almış. Örneğin Siemens’te çalışmış. Düşünün bir. Hanna ayakta ve önündeki banttan hızla akan cıvataları, bir torbaya koyup diğer banta geçirmek zorunda. Aksi takdirde işler aksayacak. Sistem zarar görecek ve örneğin bir makinenin üretimi engellenecek. İnsan nedir ki… Somunlar, cıvatalar… Sonra, insanları öldürmek, ölüme göndermek, hangilerinin ölüme gideceğini seçmek… Tarihin daha önce tanık olmadığı böylesine bir vahşetin dişlilerinden biri olmak. Bir kurban olmak… Zavallı, cahil, kimsesiz, sorgulamayan, insanlığını yitirmiş bir kurban. Kurbanlara ihtiyacı olan düzenin bir parçası…

Yaşadığı berbat, zalim dünyadan kendisine okunan kitaplar sayesinde uzaklaşabiliyor. Ancak o sihirli cümlelerde buluyor mutluluğu. (Film bir taraftan, bir naziye insani yönden bakan, antisemitist bir yapım olarak da değerlendirilebilir. Ama Siemens örneği ve özdeki insani mesele, bu bakışı öteliyor.) Hanna içerdeyken, bir ömür yani, bir yanı hep eksik yaşıyor Michael. İlk kadınını, sevgiyi, aşkı ve diğer her şeyi yaşadığı o insan bir savaş suçlusu ve artık bu iki insan arasında bütün oluşlar imkân dışı… Bernhard Schlink’in romanından uyarlanan hırpalayıcı dram, Stephen Daldry imzasıyla hüzün dolu bir şiir olmuş. İki büyük görüntü yönetmeni, Roger Deakins ve Chris Menges’in de bu şiirde epeyce payları var tabii. Kate Winslet – ki, kazandığı Oscar, gerçekten ak süt gibi- garip, yalnız, zavallı Hanna rolünde ne kadar muhteşem. Ya gencecik aktör David Kross’un unutulması güç performansı? Ralph Fiennes’in yalnız yüzü…

Michael’ın Hanna’ya okuduğu yüzlerce kitap içinde belki de beni en çok yaralayan: Anton Çehov’un nefis öyküsü ‘The Lady with the Little Dog’: ‘Sahilde yeni birisinin geldiği söylendi: Küçük köpeği olan bir hanımefendi.’… Bazen ağlarsınız… Sevmiş, sevilmişsinizdir. O yoktur yanınızda. Bütün bir ömür beklersiniz. Bütün bir ömür sizdeki burukluğu ifade edemezsiniz. En yakınınızdakilere. Başka bir yerde, tarifi güç başka bir acı yaşanmaktadır belki de. Olmuştur elbet. Bazen ağlarsınız…

 

KIZ KARDEŞİM

‘… Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım…’ Ece Ayhan

Üzerine çok şey söylenip yazılabilir. Kısa yazacağım. ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’ diye başlayan o türkü… Her dinleyişte yok eden, yürek parçalayan, alıp götüren… Mommo bir öcü. Ve filmde ben de inandım Mommo’nun varlığına. Gerçek bir Anadolu öyküsü. İki kardeş, bir anne fotoğrafı, hakiki bir yoksunluk, yoksulluk, imkânsızlık, çaresizlik, garibanlık. Ama ne sıcak, ne doğru, ne güzel anlatılmış. Küçük oyuncular Elif Bülbül ve Mehmet Bülbül şahaneler. Bütün kadro öyle. Özellikle tiyatro kökenli iki usta: Mete Dönmezer ve Mustafa Uzunyılmaz. Ne kadar övülseler az… Yok olası gerçekler, asla yitirmememiz gereken umut, sevgi… ‘Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim...’. Bu önemli filmi yazıp yöneten Atalay Taşdiken’e ise içten alkışlar. Bir dosta, kardeşe, çok sevdiğiniz birine yıllar sonra sarılır gibi kucaklayıp, ona hoş geldin deme vakti şimdi.

Sinema Dergisi / Mayıs 2009

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar