14 ŞUBAT 2014
Yeni haftanın film sayısı yedi. Kapitalist kültürün ‘vazgeçilmez’ unsurlarından ‘sevgililer günü’ne denk gelen bu haftada, ağırlıklı olarak ‘aşk’ temalı filmler çıkıyor karşımıza. İyisi de var kötüsü de. Jim Jarmusch imzalı ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’ ve Spike Jonze filmi ‘Aşk’, yalnızca haftanın değil, sezonun en iyileri arasında. 2014 model ‘RoboCop’ ise, özellikle 87 tarihli kült filmin hayranları için bir mecburiyet. Başrolünde Brooke Shields’i izlediğimiz, 1981 yapımı Franco Zeffirelli filmi ‘Affedilmeyenler / Endless Love’ın yeniden çevirimi olan ‘Sonsuz Aşk / Endless Love’ ile ‘Balayı’ adlı yerli yapım ise notlarımız arasında yer alamıyorlar. Aşk ve Vampirlik ağırlıklı bu haftada da, içinizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ sıkı sıkıya sarılmayı ihmal etmeyin sakın. Herkese iyi seyirler!
SADECE AŞIKLAR HAYATTA KALIR
Jarmusch sinemasının tadı başka. Jim Jarmusch’la, 1984 tarihli, yedinci sanat harikalarından ‘Stranger Than Paradise / Cennetten de Garip’ ile başlayan, dostluk ve aşk ilişkisi; ufak küslüklerle sekteye uğrasa da, sağlıklı biçimde sürdü hep. Nerede kaldıysa oradan başlayan bir dostluk bu. Jarmusch, onbirinci uzun metrajında, yüzyıllardır birlikte olan vampir çift Adam ve Eve ile tanıştırıyor bizleri. Farklı şehirlerde yaşamakta artık, şartlar gereği, çiftimiz. Tamamen terk edilmiş, bir viraneyi andıran, ‘insansız’ Detroit’te saklanan Adam ve doğuda, Tanca’da yaşayan Eve… Varoluş sıkıntıları hat safhaya çıkınca, Eve, kalkıp, sevgilisinin, yegane dostunun yanına, Detroit’e geliyor… Geçtiğimiz sene Cannes’de Altın Palmiye için yarışan, gotik korku emareli romantik dram, yılın en iyilerinden biri kuşkusuz. İnsan kanı dökmeden, kan bankasından tedarik ettikleri kanlarla beslenen, günümüz kabalığı, sürati ve deformasyonundan uzak, yabancılaşmış, entelektüel dertleri olan, melankolik ve rafine iki canlı, Adam ve Eve. Bağımlı olmayı reddeden, ‘gusto’ sahibi bireyler. Yüzyıllar boyu, dünyanın acılarına, zalimliğine, yıkımlarına, insan zavallılığına tanıklık etmiş kahramanlarımız, ‘zombi’ler tarafından istila edilmiş, tıka basa en basit zevkler ve kıyımla dolu dünyada izole hayatlar süren vampirler. Bilim ve sanattan zevk almaktalar. En çok da edebiyat ve müzikten… Son derece ‘cool’ karakterler bunlar. Eyvallah demeyen, yeni değerlerle aralarına ciddi mesafe koymuş, her şeyi, değerince yaşayan, tüketmekten zevk almayan seçkin entelektüeller. Sıkıntı bir ruh hali olmuş onlar için. Varoluş sorunları artık son derece hayati bir hal almış ve dışarda ‘zombileşme’ bütün hızıyla sürüyor. Günümüzün yeni yetme yetişkinlerinin büyük bir ilgiyle tükettiği, onlarca tıpatıp benzer örneği bulunan yeni vampir filmlerine bir tepki aslında, Jarmusch’un filmi. Zombilerle dolu bir dünyada nefes alıp vermenin sıkıntısı… Öte yandan gezegenin kültür birikimine müthiş bir saygı duruşu film. Mark Twain’den, Samuel Beckett’e, Edgar Allan Poe’den, Baudelaire ve Oscar Wilde’a, birçok kültürel ve bilimsel figüre değiniyor Jarmusch. İki vampir olduklarından ve üstelik birbirlerine aşık olduklarından bir an bile kuşku duyulamaz biçimde oynayan karizmatik Tom Hiddleston ve şahane ötesi Tilda Swinton, ‘işte budur’ dedirtiyorlar. Yeni nesil vampir, günün dejenerasyonuna uyum sağlamış, materyalist kız kardeş ‘Ava’ rolünde Mia Wasikowska, saf kurban durumuna düşen ve bunu hak eden ‘Ian’da Anton Yelchin, usta aktör, kıdemli ve bilge vampir ‘Marlowe’ rolünde John Hurt, son derece nüanslı performanslar sergiliyorlar. Fransız görüntü yönetmeni Yorick Le Saux imzalı görüntüler birinci sınıf. Filmin karanlık, asil, yorgun, melankolik, yalnız ve üşüyen ruhunu enfes yansıtıyor perdeye. Yalın ama ‘elegance’ ve zarif yapım tasarımı yine çok hoş. Özenli ve dikkatli seçilmiş şarkılarla dolu soundtrack artı ilgi bekliyor izleyenden. ‘İhtiyarlara Yer Yok’, ‘buranın da artık tadı yok’ diyen Jarmusch, ‘zombi’ olmayın da ne yaparsanız yapın, diyor son tahlilde. Aşka inananları dönüştürüyor, yok etmiyor! ‘Vampirsin sen, vampir kal’ diye bitiriyor filmini. Yalın, ağırbaşlı, zarif, bilge, şahane… (4,5 / 5)
AŞK
Yakın gelecekte, eşinden yeni ayrılmış Theodore, başkaları için, onların ağzından, duygu yüklü mektuplar yazmaktadır. İşi budur Theodore’un. İnsansız, temassız bir dünyada yalnızdır adam. Sanal video oyunları ve tanımadığı insanlarla telefon seksi yaparak geçirir gecelerini. OS1 adında bir yapay zeka programını, piyasaya sürülür sürülmez alan ve Samantha adındaki yapay zeka, Theodore’un hayatını düzenlemeye programlanmıştır. Kısa sürede, adamın en yakın dostu ve sevgilisi olur Samantha. Video işleriyle tanınan, ‘Being John Malkovich / John Malkovich Olmak’, ‘Adaptation / Tersyüz’, gibi entelektüel filmlerle hayran kitlesi edinmiş Spike Jonze’nin En İyi Senaryo dalında Altın Küre kazanmış yeni filmi, romantik bir dram. En İyi Film dahil olmak üzere beş dalda Oscar adayı olan yapım, özellikle yakın geleceği kostümden dekora dek incelikle ve titiz yarattığı yapım tasarımı yönüyle dikkat çekiyor. Pantolonlar, ortamın mat rengiyle uyumlu renkli gömlekler, bilgisayarların zarif tahta çerçeveleri ve hemen her şey. Yakın geleceğin Los Angeles’ında, insanları hücrelerini oluşturan devasa gökdelenler, caddeleri, sokakları, metroyu dolduran herkesin, yapay zekalar sayesinde bir sıcaklık araması. Tasarım harikası bir yakın gelecek yaratmış diyebiliriz kolaylıkla Jonze’nin filmi için. Zekice planlanmış, iyi yazılmış bir film orijinal adıyla ‘Her’. Bilinçli olarak yaratılmış mesafe, filmle izleyici arasındaki sıcaklığı belli bir yerde tutuyor. Bir yapay zeka ürünü ile insan arasındaki karşılıklı aşkın imkanı, yakın gelecekte; iletişimsizliğin tavan yaptığı zaman ve yerde ilişkiler; hemen her şeyin ötesinde, son tahlilde; mutlak bir yalnızlık ve melankoli ağıdı… Joaquin Phoenix, çok iyi. Rafine bir performans. Eski eş rolündeki Rooney Mara, yakın dost Amy Adams ve aşık olunan yapay zeka ‘Samantha’ya sesiyle kan veren Scarlett Johansson, filmin güçlü aktrisleri. Ağzı bozuk avatar çocuk sesinde ise bizzat Spike Jonze var. Eski, sahici aşkın acıları, dostların ve çevrenin aşk hayatları, her yeri tıka basa dolduran mutlak yalnızlık. Bu mutlak yalnızlığı, sanal bir ilişkiyle yok etme çabası yaşam. Sahici kılmak aşkı fakat sonunda, kendi mutlak yalnızlığına sokulup, bir başına kalmak. Zeki ve yaratıcı metin, müthiş tasarımla birleşince yılın iyi filmlerinden biri çıkıyor ortaya fakat bir şey eksik. Aynı meseledeki eksiklik hissi gibi. Duygular, bir türlü geçemiyor perdeden. İnandırıcı olamıyor savunulan tez. Aynı, temassız aşkın buruk tadı gibi. Anlıyor ama hissedemiyorsunuz perdeden akanları. (3,5 / 5)
ROBOCOP
2028 yılında, Detroit’teyiz. Robot piyasasında lider bir kuruluş olan uluslararası şirket OmniCorp, askeri amaçlarla ürettiği ‘droid’ler sayesinde, servet kazanmaktadır. Şirket, robot teknolojisini iç güvenlikte ve sivil alanlarda da kullanmak istemekte ama silahlı robotların toplumda yer almamasını savunan yasaya takılmaktadır. Kendini, suç şehri Detroit’i suçlulardan temizlemeye vakfetmiş idealist polis memuru, uğradığı suikast sonucu ağır şekilde yaralanınca, OmniCorp şirketi, bu trajik durumu kendi lehlerinde kullanmak ister ve memur Alex Murphy’yi, sadece beyni, kalbi ve ciğerleri olan siborg bir polise dönüştürerek, bütün ülkede kontrolü sağlayabilecek bir polis modeli yaratırlar. 1987’de, Paul Verhoeven’ın hünerli elleriyle perdeye yansıyan Robocop, bilimkurgu sinemasının kült filmlerinden biri olmuş, Reagan döneminin özelleştirme politikalarının ince bir eleştirisi olarak görülmüştü. İnsan-makine ilişkisi, teknolojinin kullanımı, bellek, medyanın kötücül gücü, vahşi kapitalizm gibi derin meselelere değinen orijinal film, B tipi estetiği, taviz vermeyen, sert öyküsü ve içerdiği kara mizahla, ‘dört başı mamur’ bir yapım olarak sinefillerin bellek ve yüreklerinde özel bir yer işgal etmişti. Yirmi yedi yıl sonra yeniden çevirim olarak karşımızda ‘RoboCop’. Edward Neumeier ve Michael Miner’ın orijinal öykülerini, bu kez Brezilyalı yönetmen José Padilha yönetmiş. Berlin Film Festivali’nden ‘Altın Ayı’ ile dönmüş, gerçek bir hikayeden yola çıkan, 2007 tarihli ilk uzun metraj kurmaca filmi, tartışmalı ve son derece sert aksiyon-dram ‘Tropa De Elite / Özel Tim’ ile tanınan Padilha, 2010’da ‘Tropa De Elite 2 / Özel Tim 2’yi yönetmişti. Yeni ‘RoboCop’ta, yönetmenin ‘pırıltısını’ göremedim şahsen. Hollywood, birçoklarına olduğu gibi Padilha’ya da yaramamış. Yeni RoboCop, orijinalinin aksine, aksiyona son derece temkinli yaklaşmasının yanı sıra, ağıbaşlı olmak adına, tür sinemasıyla arasına bir mesafe koymuş sanki. Ne RoboCop var ortada, ne suç şehri Detroit, ne de o azılı suçlular… Bir tek, gözünü para ve güç bürümüş kötücül şirket ve yandaş medyanın, manipülasyonla yüklü, karanlık yanı vurgulanmış. Biraz da, eşi ve küçük oğlu ile olan ilişkisi, bir insanken, bir metal yığınına dönüştürülen, dürüst ve cesur kahramanımızın. RoboCop ile özdeşleşen aktör Peter Weller, yerini İsveç asıllı Joel Kinnaman üstlenmiş. Nerde Weller, nerde bu yeni arkadaş! Ana karakterin çektiği acıyı yansıtmakta zorlanıyor Kinnaman. Kahramanımızın eski ortağı rolünde Nancy Allen, akılda kalıcı bir figürken, yeni çevirimde rol, Michael K. Williams’ın olmuş. Avustralyalı güzel ve yetenekli aktris Abbie Cornish, Gary Oldman, Michael Keaton, filmin ‘has’ kötü adamı Jackie Earle Haley ve TV sunucusu rolünde Samuel L. Jackson, yeni çevrimin, önemli isimleri. Eski tat ve dokuyu bulamasak da, efektlerle zenginleşen yapım tasarımı ve beyazperdenin bu önemli figürü ile yeni tanışacak genç kuşak için ilginç bir deneyim olabilir 2014 model RoboCop. Hoş, belki de orijinal filme dönüp, yeniden dikkatlice bakma fırsatını tanır, yeni çevirim. (2,5 / 5)
Bİ KÜÇÜK EYLÜL MESELESİ
Geçirdiği bir trafik kazası sonrası, hafızasını yitiren Eylül, bir ay öncesini hatırlayamamaktadır. Arkadaşları ve ailesi, her şeyin yolunda olduğunu söylese de, eksik olan ve ters giden bir şeyler vardır genç kadının hayatında. İç sesini dinleyip, kendini en yakın arkadaşı ile birlikte Bozcaada’da bulur Eylül. Burada karşısına çıkan, Tekin adlı genç adam, daha önce tanıştıklarını ve birbirlerini sevdiklerini söyleyecektir. TV için yazdığı senaryolarla tanınan Kerem Deren’in ilk yönetmenlik deneyimi olan duygusal yapım, romantik öyküsüyle, sevgililer gününde vizyon gören aşk filmi olarak etiketleniyor her şeyden önce. Başrolleri, ‘Kelebeğin Rüyası’ filmiyle, ‘bizim’ SİYAD ödüllerinde, ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ seçilen Farah Zeynep Abdullah ile ‘Fatmagül’ün Suçu Ne? Adlı TV dizisinden tanıdığınız Engin Akyürek’in paylaştıkları duygu yoğun filmde, diğer önemli rolleri, Ceren Moray ile Onur Tuna üstleniyorlar. Film, bizi; ‘fazla konuşan’ ve ‘şımarık’ kadın karakteri Eylül’ün aşkına ikna edemiyor son anda bile. Hiçbir duygu geçmiyor perdeden, koltuğa. Bunda, senaryonun ve yetersiz diyalogların payı büyük. Kimse filme inanmamış gibi. Bir eksiklik hissi, bir duygusuzluk, öylesine, ‘geçiştirilmiş’ anlık bir hezeyana tanıklık etmişçesine ayrılıyorsunuz salondan. Bütün bu tespitler, yalnızca benim için geçerli belki de. Hollywood’un ve Fransız sinemasının son derece iyi bildiği tür formüllerinin, ayakları yere basmayan hali diyebiliriz özetle film için. Boşlukta asılı kalmış, çalışılmamış karakterleriyle, derinliğe inilmeyen tahlilleri, genel anlamda yüzeyde gezinen hisleriyle, izleyicisini, duygu dolu bir dram olduğuna inandırması güç gözüken, vasat altı bir yapım olmuş, ‘Bi Küçük Eylül Meselesi’ fikrimce. (1,5 / 5)
VAMPİR AKADEMİSİ
Richelle Mead’in çok satan popüler romanından perdeye uyarlanan fantastik aksiyon, yeniyetmelerin, son dönemde iyice artan, açıklanamaz ‘vampir merakı’ üzerinden para kazanmayı hedefleyen ticari bir proje. Özellikle genç kızlığa adım atan ve ergenliğini süren izleyici için tasarlanmış bir film bu. Rose, yarı insan yarı vampir olarak bilinen bir ‘Dhampir’. Görevi, barışçıl, ölümlü vampirleri, ‘Moroi’leri korumak. Bir Dhampir olarak, Moroi’lerle birlikte bir akademide eğitim-öğretim görüyor. Dhampir ırkının özelliği, müthiş bir koruyucu olmaları. Moroi’leri korudukları kötücül yaratıklar ise, kana susamış, ölümsüz vampir ırkı ‘Strigoi’ler. Rose, kendini bildi bileli yanından bir an olsun ayrılmadığı, yakın koruma görevi üstlendiği ve en yakın arkadaşı olan Moroi’lerin gelecekteki kraliçesi Lissa ile birlikte, kaçtıkları Akademiye’ye yeniden getirilince, karanlık tarafı seçmiş Strigoi’lerle müthiş bir mücadeleye giriyor. Ona, en büyük desteği veren ise, Strigoi avcısı olarak bilinen efsane Dhampir, yakışıklı Dimitri. Yönetmenliğini, ‘Freaky Friday / Çılgın Cuma’, ‘Mean Girls / Kötü Kızlar’, ‘Just Like Heaven / Cennet Gibi’, ‘The Spiderwick Chronicles / Spiderwick Günceleri’, Mr. Popper’s Penguins / Babamın Penguenleri’ adlı popüler ve hep vasatın üzerinde durmayı başarmış filmleri imzalayan Mark Waters’ın üstlendiği yapımın başrolünde, ‘Beautiful Creatures / Muhteşem Yaratıklar’ adlı türdeş filmden anımsayacağınız yirmi yaşındaki genç ve güzel aktris Zoey Deutch’ı izleyeceğiz. Lucy Fry, yakışıklı Rus aktör Danila Kozlovsky, Dominic Sherwood, Bond kızı olarak nam salan, Ukraynalı aktris Olga Kurylenko ile birlikte usta isimler Joely Richardson ile Gabriel Byrne kadronun diğer isimlerini oluşturuyorlar. Yönetmen Mark Waters için epey ‘ısmarlama’ bir iş olmuş sanki proje. Filmografisinin en zayıf, buna karşılık belki de en çok kar getirecek işine imza atmış Waters. ‘Vampir mitini’, iyice sulandıran yapım, beyazperde ve TV’deki birçok benzerinin gerisinde kalıyor kalite olarak. Aşırı geveze, olay örgüsü ve entrikası çok zayıf, yürümeyen, aksak yönleri çok, dümdüz bir film karşımızdaki. En büyük hedef kitlesi, ergenliğe yeni adımını atmış genç kızlar olan fantastik film, izleyici grubunun beğeni ve beklentileri için, düşünüp taşınıldıktan, ince ticari planlar, küçük tuzaklar hazırlandıktan sonra yansımış sanki perdeye. Bir de son derece ayrımcı, özgürlük karşıtı, sınıf meselesine oldukça tutucu, ‘arızalı’ bakan bir film ‘Vampir Akademisi’. Herkes görevini, sınıfını bilsin. Koruyucular, hizmet etmek, korumak için doğmuştur ve başka bir hayatları yoktur, olamaz. Kötüler kötüdür, iyiler de iyi gibi mesajlar verdikten sonra, genç kızlığa adım atmış olan fanatik hayranlarının veya hayran adaylarının hoşuna gidecek çeşitli açılımlara giriyor. Özetle, gerçek edebiyattan uzaklaşan, okumayı sevmeyen, ‘google’dan alıntılayan, tüketim toplumunun sadık birer neferi olarak yetişmekte olan çok genç ‘vampirlere’, pardon, ‘izleyiciye’ seslenen yapımın, Jim Jarmusch’un, vampirleri ‘karlı’ bir tüketim malzemesi olarak gösteren yeni dönemin ürünlerine söyleyeceği sözleri olan rafine filmi ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’la aynı hafta vizyon görmesi de, kaderin garip bir cilvesi! (1 / 5) MURAT ERŞAHİN