13 OCAK 2023
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz üç yıldır süren bu beladan çok yakında tamamen kurtulacağız!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, ‘o tarihe ait eski vizyonda bu hafta’ ve ‘sinemadan çıkmış insan’ köşelerini sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden beş klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler yeni yılda da devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
The Grapes of Wrath / Gazap Üzümleri
(Yönetmen: John Ford / 1940)
To Be or Not To Be / Büyük Macera
(Yönetmen: Ernst Lubitsch / 1942)
Cool Hand Luke / Parmaklıklar Arkasında
(Yönetmen: Stuart Rosenberg / 1967)
Le Locataire / Kiracı
(Yönetmen: Roman Polanski / 1976)
Network / Şebeke
(Yönetmen: Sidney Lumet / 1976)
Vizyonda bu hafta (13 Ocak 2023)
Üçü yerli yapım olmak üzere yeni yılın ikinci haftası, toplam altı yeni filmi ağırlıyor!
Jerzy Skolimowski’ninn Cannes’den ödülle dönen dramı ‘EO / Aİ’, senaryosunu popüler korku-gerilimlerin çağdaş ustalarından James Wan’ın kaleme aldığı ‘M3gan / Megan’ ve çekimlerinin büyük kısmı Antalya’da gerçekleşen, Guy Ritchie imzalı avantür ‘Operation Fortune: Ruse de guerre / Servet Operasyonu’, haftanın notlarımız arasında yer alan yenileri!
Aİ
-Dünya ahvali-
Polonyalı usta sinemacı Jerzy Skolimowski’nin Cannes’de ‘Jüri Ödülü’ kazanan yeni dramı ‘EO / Aİ’, Polonya’nın da ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar adayı. Seksen beş yaşındaki Skolimowski usta, son filminden yedi yıl sonra; dünyanın, dolayısıyla insanlığın haline bakıp son derece yerinde bir tespit ve analiz yapıyor yine!
Bir eşeğin gözünden dünya ve insanlık halleri. Robert Bresson’un 1966 tarihli ölümsüz klasiği ‘Au Hasard Balthazar / Rastgele Balthazar’a bir saygı duruşu sunmuş yönetmen. Skolimowski, ‘kendisini ağlatan yegâne film’ olduğunu söylüyor Bresson ustanın şaheserinin.
Bir sirkte dünyaya gelen Aİ adlı eşeğin hüzünlü kocaman gözlerinden etrafta olup bitenler. Hayvan hakları savunucularının hayvanların sirkte çalışmalarını engellemek için yaptıkları protesto gösterileri sonucu serbest kalan eşeğin hayatı bir anda değişiveriyor. Hem de ne değişiklik. Bakıcısıyla birlikte mutluyken Polonya’dan İtalya’ya uzanan bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor ve insan denilen canlı türünün ne denli acımasız, gaddar ve vicdansız olabildiğine tanıklık ediyor. Küçük bir kasabada oynanan futbol maçında bir takımın maskotu oluyor ancak karşı takımın vandalizminden sopalar ve tekmelerle nasibini alıyor sonra yine yollara savruluyor… Hem iyi hem kötü insanlarla çokça da acımasız dünya haliyle karşılaşıyor Aİ! Mutluluk, hüzün, elem ve felaketlerle yüklü kaderin her türlü eylemine rağmen eşeğin masumiyeti değişmiyor asla! İçinde olduğu anı sonuna dek yaşayan, zarif, iyi kalpli bir canlının içine düştüğü yangın yerinde gördükleri… Kapitalist kültür, şiddet, din, inanç, göçmenlik, öteki olmak, yıkım, tutarsızlık, şefkat, kötülük, iyilik, yalnızlık, kaybolmak, erdem, bağımlılık, suç, ölüm, çürüyüş ve masumiyet… Aİ rolü için altı farklı eşek geçmiş kameranın önüne! Usta aktris Isabelle Huppert, ‘kontes’ rolünde oyuncu kadrosuna hoş ve klas bir sürpriz olarak eklenmiş!
Tinsel, deneyüstücü ve parametrik bir tarzı var filmin. Bu da Bresson başyapıtına duyduğu saygı ve ilgiden kaynaklanıyor yönetmenin. Acı ve masumiyet… Korkunç bir dünyada yaşadığımızı, eşeğimizin yaşadıklarına tanıklık ederek daha iyi algılıyoruz. Hiçbirimiz masum değiliz. Masumiyet insana dair bir kavram değil! Bir şekilde hayattayız işte…
Michal Dymak’ın şık kamerası, Pawel Mykirtyn’in filmin atmosferine denk düşen orijinal müziği, Agnieszka Glinska imzalı titiz kurgu ve yaşı ilerlemiş Skolimowski’nin zamana kafa tutan gencecik sineması, yılın en iyi filmlerinden biri yapıyor Aİ’yi! Kesinlikle ıskalamayın! (4,5 / 5)
MEGAN
-Gelişmiş Chucky!-
Bir oyuncak şirketinin robotbilim mühendisleri tarafından tasarlanıp geliştirilen ve çocukların hem dostu hem de oyun arkadaşı olarak dizayn edilen, yapay zekâya sahip insanımsı robot Megan’ın, işlevinin ötesine geçip, kendi iradesiyle kararlar alması sonucu gelişen korkunç olaylar!
Korkunç bir trafik kazası sonrası anne ve babasını kaybeden sekiz yaşındaki Cady, robotik bilimci teyzesi Gemma’nın yanında yaşamaya başlamıştır. Gemma’nın tasarladığı yapay zekâ mucizesi olan Megan, bir yapay zekâ mucizesi, bir çocuğun en iyi dostu ve bir ebeveynin en büyük yardımcısı olmak üzere programlanmış bir oyuncak bebektir. Megan, bağlandığı çocuğun dostu, öğretmeni, oyun arkadaşı, koruyucusu olurken dinlemek, izlemek ve öğrenmek gibi yeteneklere de sahiptir. Gemma, işinin yoğun baskısı altında yarattığı prototipi, yeğeni Cady ile eşleştirmeye karar verir!
Popüler birer korku serisi halini almış ‘Saw / Testere’, ‘The Conjuring / Korku Seansı’, ‘Insidious / Ruhlar Bölgesi’ ve ‘Annabelle’ gibi filmlerin yaratıcılarından James Wan’ın yazdığı senaryoyu, 2014 tarihli korku öyküsü ‘Housebond / Ev Hapsi’ ile tanıdığımız Gerard Johnstone yönetmiş. Başlıca rollerini Allison Williams ve on bir yaşındaki başarılı aktris Violet McGraw’ın üstlendikleri bilimkurgu katkılı korku-gerilim, sınırları ve vaatleri belli olan buna karşılık elini korkak alıştırmayan, iyi yazılmış ve yönetilmiş, düzgün bir tür örneği. Don Mancini ve Tom Holland tarafından yaratılan ‘Child’s Play / Çocuk Oyunu’nun ana karakteri katil oyuncak bebek ‘Chucky’den yola çıkıp, ‘Annabelle’e ve nihayet ‘Terminator’e uzanan referanslarıyla bir tür kırması olan yapım, ilgiyle izletiyor kendini! (3 / 5)
SERVET OPERASYONU
-Antalya’ya Koş!-
Dünya düzenini tehdit eden ölümcül bir silahı ortadan kaldırmak için gözde bir Hollywood yıldızından da destek alarak, milyarder bir suç baronunun peşine düşen MI6 ajanı Orson Fortune ve ekibinin öyküsü!
Guy Ritchie imzalı mizah katkılı aksiyonun büyük bölümü ülkemizde, Antalya’da çekilmiş. Oyuncu kadrosunda yer alan kimi isimler ve teknik kadronun büyük bölümü de Türkiye’den!
Başrolünde yeni neslin aksiyon ikonları arasında sayılan Jason Statham’ın yer aldığı avantürde Aubrey Plaza, Josh Hartnett, Hugh Grant, Cary Elwes, Bugzy Malone ve Eddie Marsan öne çıkan diğer rolleri üstleniyorlar. Kaan Urgancıoğlu, Bestemsu Özdemir, Tim Seyfi ve Doğan Barış Yaşar ise oyuncu kadrosunun Türkiye ayağını oluşturan isimlerden bazıları.
Bond stili suç öyküsü, avantür kalıplarını yerli yerinde kullanmaya çalışsa da, Guy Ritchie’nin çılgın temposu, kurgusu ve alışıldık stiliyle epey mesafeli bir film çıkmış ortaya. Yüzeyde gezinen zayıf ‘öykü’, elini zayıflatmış sanki yönetmenin. Yine de Antalya’yı fon alan avantür, titiz teknik işçiliğiyle bir şekilde izletiyor kendini. Bu sebeple ülkemizde daha fazla ilgi görebilir. Guy Ritchie, Ali Kocatepe şarkısı ‘Antalya’ya Koş’ u duyarak seti buralara taşımış! Şaka bir yana umuyoruz arkası gelir ve yabancı sinemacıların ilgi alanına ‘uygun’ bir çekim platosu olur Antalya. Filmin Türkçe dublaj seçeneğiyle de gösterime gireceği ilan edilmiş durumda! (2 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
Cenk Çelik’in yazıp yönettiği, başlıca rollerini Mahsun Karaca, Şahin Sarsu, Mehmet Kahraman ve Müjde Uzman’ın üstlendikleri komedi ‘İllegal Hayatlar’, kaçak bir kumarhane işleten Mahsun’un, polis baskınlarından kurtulmak için tüm operasyonuna paravan olarak bir siyasi parti kurmasıyla gelişen olayları yansıtıyor perdeye.
‘Tamiri Mümkün’ ünlü rock grubu ‘Mor ve Ötesi’nin 35 bin kişinin katıldığı 28 Mayıs 2022 tarihli İnönü Stadı konserini beyazperdeye taşıyor. Canlı konser filminin yönetmeni Recep Yılmaz.
Yönetmenliğini Ahmet Yaşar Gümüş’ün üstlendiği korku türündeki ‘Ammar 3: Cin Kabilesi’, sevdiği insanla birlikte olabilmek adına büyüye başvuran genç Zemherin’in, yardım aldığı cinler tarafından hayatının kâbusa dönmesini öykülüyor. Naz Gedik, İzzet Çivril ve Reyhan İlhan, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2012 ve 2017 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (13 Ocak 2012)
Bu hafta vizyon gören beş yeni film de, notlarımız arasında! Lars von Trier imzalı ‘Melankoli’ oldukça önem arz ediyor. Dolu dolu bir hafta sizi bekliyor son tahlilde! Artık biliyorsunuz; kimselerin bilmediği başka bir canlı; ‘sinemadan çıkmış insan’ olarak daha uzun yaşamak sizin elinizde. Sinemadan çıkmayanlarla dolu sokaklarda yok olmamak, bir dakika daha fazla nefes alıp vermek önemli! Herkese iyi seyirler!
EJDERHA DÖVMELİ KIZ
İsveçli yazar Steig Larsson’un, uluslararası arenada çok satan Millenium üçlemesinin ilk romanı ‘Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo’ 2009 yılında Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzasıyla perdeye uyarlanmış ve oldukça ses getirmişti. (Aynı yıl içinde diğer iki kitabın beyazperde uyarlamaları, bu kez İsveçli Daniel Alfredson yönetiminde yansımıştı perdeye) Amerikalılar durur mu; gişe de de oldukça başarılı olan İskandinav işinin yeniden çevrimine el attılar tabii. Yönetmen koltuğunu da; karanlık ve sert filmleri başarıyla kotaran, yaşayan ustalardan birine; David Fincher’a emanet ettiler. Fincher adı, yeniden çevrime doğal olarak bir iddia yüklemiş oldu… Elindeki öyküyü; Amerika’ya taşımamış Fincher; yine İsveç’te, yine aynı isimli karakterlerle çekmiş. Tanıdık film, biraz daha karanlık, biraz daha netameli, şiddet ve seks dozu biraz daha artmış olarak karşımızda. İsveç endüstrisinin kudretli isimlerinden Henrig Vanger (ki filmde usta aktör Christopher Plummer tarafından canlandırılmış) yıllardır kayıp olan yeğeninin akıbetini öğrenmesi için, o sıralar asılsız bir iddia sonucu başı belada olan gazeteci Blomkvist’i görevlendirir. Sıradışı ve tamamen nevi şahsına münhasır bir ‘hacker’ olan Lisbeth Salander de kendini bu gizemli vakanın içinde bulur. İlk filmde, Noomi Rapace’nin eşsiz nüanslarla canlandırdığı Lisbeth karakterini Fincher; Rooney Mara’ya emanet etmiş. Gazeteci Blomkvist rolü ise İsveçli Michael Nyqvist’ten; Daniel Craig’e devrolmuş. Usta İsveçli Stellan Skarsgard ile Robin Wright; kadronun öne çıkan diğer isimleri. Fincher üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Hepimizin malumu; gözü, bakışı, zevki, bilgisi, stili olan çok iyi bir yönetmen. Yine oldukça ilgiyle izlenen, son derece temiz bir film çekmiş. Atmosferi başarıyla kurmuş ama… İşte bu ‘ama’, beni iki yıl önceye; orijinal filme götürüyor. ‘İskandinav, özellikle polisiye edebiyatta oldukça sivrilen İsveç mührünün etkisini ve atmosferini, kendine has bir estetik yapıyla perdeye yansıtmaya çalışan yapım, polisiye tatlar anlamında çok yeni bir lezzet içermese de, toplumsal değişim ve bozulmaya yönelik değinmeleriyle izlenebilir olmayı başarıyor’ diye yazmışım orijinal film üzerine… Gereken ağırlık ve önemi vermediğimi fark ettim yapıma. Geç kalmış bir özür bu belki de. Fincher her ne kadar, kendine özgü bir karanlık atmosfer kurmuş ve kuzey ışığını kıvırarak; karakterlerin hislerine odaklanmayı başarmış olsa da; orijinal hikâyenin yaşamsal özelliğini, orijinali gibi yansıtamamış bize. Yani karakterlerin şu ‘mesafe’ durumunu… Özellikle; bambaşka, tuhaf, duyguları alınmış bir canlıyı andıran Lisbeth Salander; bu keza başka biri olarak duruyor karşımızda. Açıkçası, Fincher karakterlerini yaratırken, biraz alaturka, oldukça romantik davranmış; hafif tribüne oynamış. İlk filmdeki tavizsiz anlatım ve öykünün karanlık, tekinsiz kalbine, ruhuna dokunan o özel atmosfer; karanlık olmasına karanlık ama daha başka bir şeye dönüşmüş. Bunu fark etmek için; yeniden çevrimi izlemek gerekiyormuş gibi geldi bana filmin ardından. Sanki bizim beğenmediğimiz, uzak bulduğumuz o soğuk anlatı ve izleyiciyle kurulan bilinçli mesafe; asıl ‘meseleymiş’. Taş yerinde ağır. Kuzeye, başka bir coğrafyaya ait anlatı; oranın gözü, rengi, duruşu, bakışı ve hissiyatıyla değer kazanıyor. Ne denli etkileyici bir uyarlama olursa olsun, eksik kalıyor bir takım şeyler. Doku nakli kolay değil son tahlilde…
MELANKOLİ
Çaresizliğin çürüttüğü, çoktan durmuş yüreklerin yedinci sanatla resmedilen haykırışı. İki kız kardeşin doğal ilişkileri eşliğinde bütün bir insanlık ve dünyanın son günleri… Melancholia gezegeni (gezegenin ismi de müthiş değil mi?) dünyaya yaklaşıp, onu yok etmek üzere. Sayılı saatler arasında sevgi, aşk, boşluk, zorlama, yapmacık ilişkiler, hesaplar ve gerçek bir kaybolmuşluk içinde pes etmiş bir beklentisizlik… Lars Von Trier’in durum tespiti, son derece sarsıcı ve karanlık bir şiir sanki. Allan Poe dizeleri gibi perdedekiler. Sizi, açılış sahnesinin muhteşemliğiyle kavrayacak ve beklenen ‘son’a dek avucundan bırakmayacak bir yapım ‘Melankoli’. Tanrının, umudun, iyiliğin, sevginin terk ettiği insanoğlu. Bir başınalığın, mutlak yalnızlığın, katlanılmaz acının yüreği çürüttüğü gerçeği. Verecek hiçbir şeyinin kalmaması. Tükenmek… Kız kardeşine ‘aşkla’ bağlı, daha dengeli gibi görünen Claire ve depresyondaki Justine. Aslında bütün o mide bulandırıcı gerçekleri, görünen ‘son’u, sistemin zalimliğini, adaletsizliğini, çıkışsızlığını bilip, kabullenen Justine… İnsanoğlunun doyumsuz yozluğu… Bir kıyametin perde arkasındaki insan zavallılığı. Belirsizlik içine sürüklenen bireylerin, kedere bir kurtarıcı olarak tutunması… Kendimize ve içimizdeki sevgiye kavuşamamış olmaktan ortaya çıkan kinlerimiz. Ümitsizliğin ve tamir edemeyişin verdiği öfke. İnsana verilen zaman sona erdiğinde hazırlıksız yakalanan ruhların teslimiyeti. Acının duru hali. Bilimin ruh üşüten gerçekliği. Gerçek olan tek şeyin ‘görünen’ olduğunu bilmek. Yokluğa varırken, ‘yine de’ birlikte olmanın ürkütücü sıcaklığı. Avrupa Sinema Ödülleri’nde ‘En İyi Film’le birlikte, tamamen hak edilmiş ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ ve ‘En İyi Yapım Tasarımı’ ödülleri. Hüzünden bir gelinlik giymiş Kirsten Dunst başta olmak üzere, dev oyuncu kadrosu. Trier’in filmi son tahlilde; bir tarafıyla Ludwig Wittgenstein’ın söz ettiği gibi: ‘Sanki hep birlikte kötüler, hep birlikte de masum…’
DEMİR LEYDİ
80’li yılların tamamına damga vuran isimlerden birini; İngiltere’nin ilk kadın başbakanı Margaret Thatcher’ı perdeye taşıyan dram; Meryl Streep’in müthiş performansıyla öne çıkıyor. ‘Mamma Mia’ ile tanıdığımız İngiliz tiyatro yönetmeni Phyllida Lloyd imzalı yapım, yirminci yüzyılın en güçlü, buna karşılık en tartışmalı figürlerinden birini, hırslı bir bakkal kızını; erkeklerin dünyasında zirveye çıkan kadın politikacıyı öykülüyor. Rusların yakıştırdığı lakapla; ‘demir leydi’ olarak anılan Margaret Thatcher’a olabildiğinde yansız yaklaşmaya çalışan film, bir süre sonra karaktere oldukça ısınıp, kadın başbakanın bütün günahlarını törpülüyor sanki. Siyaset sahnesine damga vurmuş, soğuk savaş döneminin sona ermesinde ve özellikle muhafazakâr ekonomi politiğin zirve yapıp, yeni dünya düzeninin yerleşmesinde önemli payı olan isimlerden Thatcher’ın hayat öyküsünde; biraz acele edilmiş gibi. Bir bakkal kızı olarak karşımıza çıkan Margaret’in, kendi adıyla anılan Thatcherist politikaları uygulamayı öğrendiği Oxford’a girişinin ardından; erkek egemen siyaset sahnesinde kabul görmesi, bunun; özellikle Britanya gibi, geleneklerine son derece bağlı bir yerde gerçekleşmesinin ardında yatan faktörler ve gerçekler üzerinde neredeyse hiç durulmamış. Politikadan çekileli uzun yıllar olmuş, çok sevdiği eşini yitirmiş, bunamanın eşiğinde yaşlı bir kadın olarak karşımıza çıkan Margaret Thatcher’ın geri dönüşlerle anlatılan öyküsünden geriye; tam olarak hakkı verilmemiş bir ev hayatı, eşi ve çocuğuna gerekli zamanı ve sevgiyi ayıramamış hırslı bir kadın portesi ve inandıklarından asla taviz vermeyen acımasız bir politikacı kalıyor. Thatcher’ı siyaset sahnesine getiren yol ve onu demir leydi kılan süreç; fonda dönemin politik yapısıyla harmanlanıp yansısaymış perdeye bambaşka bir iş olurmuş karşımızdaki; ya da; sadece bir eş ve anne olarak; Thatcher’ın ıskaladığı anlar öyküleştirilseymiş; sanki artacakmış gibi filmin etkileyiciliği. Son tahlilde; belki de perdedeki en müthiş performanslarından birini sergileyen Meryl Streep kalıyor geride; büyük resme bakınca. Usta İngiliz Jim Broadbent’i de unutmamalı tabii. ‘Demir leydi’nin, ölümünü kabullenemediği eşi ‘Denis’ rolünde, hiç aşağı kalmıyor Streep’ten.
ZENNE
48. Antalya Film Festivali’nden ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ (Erkan Avcı) ve SİYAD – en iyi film- ödülleriyle ayrılan ‘Zenne’, belgesel kökenli Mehmet Binay ve Caner Alper’in ilk kurmaca filmleri. Eşcinsel olduğu gerekçesiyle babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız’ın gerçek hikâyesine dayanan senaryo; genel anlamda ‘öteki’ olma meselesine bakıyor özünde. Fakat bu bakış, bazı anlar provokatif bir durumda seyrediyor ve öykünün üzerine çıkıyor. İddialı biçimse, anlatıyı desteklemekten çok bir abartı gibi duruyor perdede. Özdeki naif durum kayboldukça; uzaklaşıyorsunuz meseleden. Antalya festivali sonrası film üzerine aldığımız notlar aynen geçerli: ‘Zenne’, birçok eksisine rağmen yarışma filmlerinin, ‘Nar’ ile birlikte iyilerindendi. Başrol oyuncularından birinin, ‘yardımcı oyuncu’ olarak ödüllendirilmesi de tartışılabilir. ‘Zenne’ciler, fazla ilgi ve alkışın etkisinde kalmadan, hevesle ve mütevazılıkla sinema yapmaya devam etmeliler.’ Toplumda; ‘öteki’ olmanın dayanılmaz ağırlığına işaret eden benzer yapım, Emre Yalgın imzalı ‘Teslimiyet’, daha samimi, daha hakiki ve daha sıcaktı sanki. Aynı şarkısı gibi: ‘Yağmur öncesi gibi…’
ÇİZMELİ KEDİ
Ana karakterlerin arasından sıyrılan ve kendi filmini yaratan animasyon kahramanları kervanının yeni üyesi; ‘Shrek’ serisinin çizmeli kedisi. Ünlü masal kahramanı, ‘Shrek’ serisindeki melül melül bakışlarıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinmişti kendine. Charles Perrault tarafından 1697’de derlenen ‘Anne Kazın Hikâyeleri’nde ve 1634’te Giambattista Basile tarafından toplanan Avrupa halk öykülerinde yer almakta şövalye ruhlu Çizmeli Kedi. Yapımcılar, yönetmen koltuğuna, ‘Shrek 3’ ile tanıdığımız Chris Miller’ı oturtup yola çıkmışlar. Bu arada yapımcılar arasında; Meksikalı usta sinemacı Guillermo del Toro’nun da yer aldığını önemle belirtelim. Del Toro, bu kez birçok ünlü oyuncuyla birlikte seslendirme kadrosunda da yer almış. ‘Çizmeli Kedi’yi orijinal dilinde yine Antonio Banderas konuşuyor. (Ülkemizde, Türkçe seslendirmeli olarak izleyeceğimiz yapımda, Banderas’ın adına sadece son jeneriklerde rastlayabilirsiniz anlayacağınız.) ‘Jack ve Fasulye Sırığı’ başta olmak üzere birçok kuzey ve batı Avrupa masalından oluşturulmuş öyküyle, şipşirin kahramanlar sayesinde; ciddi bir bütünlüğe sahip, orijinal bir film çıkmış ortaya. Çizmeli Kedi, yetimhane günlerinden arkadaşı yumurta Humpty Dumpty ve güzel dişi kedi Kitty Yumuşakpati, ana kahramanlar olarak öne çıkıyor sevimli animasyonda. Altın Küre’de ve muhtemelen yakında açıklanacak olan Oscar ödüllerinde ‘En İyi Animasyon Filmi’ adayı olacak yapım, sadece küçüklere değil, hemen her yaştaki sinemasevere hitap ediyor. Özenli soundtrack filmin albenisini artırıyor.
Vizyonda bu hafta (13 Ocak 2017)
Yeni vizyona, üçü yerli sekiz film merhaba diyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
AMERICAN HONEY
-Yollarda güçlenmek ve düşmemek üzerine-
Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’de, Jüri Ödülü kazanan dram, 2009 tarihli hüzünbaz ‘Fish Tank’ ile bağrımıza bastığımız Andrea Arnold imzalı. Arnold’un yazıp yönettiği ‘yol filmi’, ‘Z kuşağı için yeni bir Easy Rider’ olarak tanımlanıyor. Günümüz gençliği, insanı sıfırlayan, yok eden kapitalist ahlak ve daha zalim, duyarsız bir hale dönüşen dünya. Aile içi şiddet, yoksulluk ve yoksunluktan oluşan hayatından koşarak uzaklaşmak isteyen genç Star, yol boyunca dergi aboneliği satan gezici bir satış grubuna eklenerek, rotasız, upuzun bir derin Amerika yolculuğuna çıkar. Romantizmle koyun koyuna yatan sert bir gerçekçilik içeren dram, sosyal ve politik vurgularının yanı sıra, farklı bir aşk filmi olarak da ele alınabilir pekala! Özgürlük ve ‘olgunlaşma’ dramıdır öte yandan, yeni nesil yol filmi. Amatör oyuncu Sasha Lane’i beyazperdeye lanse eden yapımda, Shia LaBeouf, en iyi performanslarından birini sergiliyor. Riley Keough ve McCaul Lombardi, başarılı kadronun öne çıkan diğer isimleri. Güçlü soundtrack ve İrlandalı Robbie Ryan’ın etkili kamerası, ayrı bir ivme kazandırıyor enerjik filme. Kapitalist acımasızlığın boyutları ve öykünün dinamikleri bakımından yeni bir ‘Scarecrow / Korkuluk’ olarak da okunabilir film. 1973’te Cannes’de Altın Palmiye kazanmış Jerry Schatzberg dramında başrolleri iki efsane aktör; Gene Hackman ve Al Pacino paylaşmışlardı. Günümüz dünyasına genç bir çift gözden bakması, yeni jenerasyonun umut ve umutsuzluklarına, hafif şiirsel ve özgürlük arayışını hor görmeden, sıcacık yaklaşması, önemli artısı yapımın. Çok fazla abartılmamalı fakat zaman geçtikçe değerlenecek filmlerden biri olarak bakılmalı ‘American Honey’e! (3,5 / 5)
UZAY YOLCULARI
-Uzayda aşk başkadır-
Romantik bilimkurgu, iki güzel oyuncuyu, Jennifer Lawrence ve Chris Pratt’ı uzay boşluğunda salınan bir gemide bir araya getiriyor. Bol ödüllü, cin fikirli 2011 tarihli filmi ‘Hodejegerne / Headhunters’ ile dikkat çekip, Hollywood’a terfi eden ve 2014’de en iyi uyarlama senaryo Oscar’ı dahil toplam kırk dört ödüllü ‘The Imitation Game / Enigma’yı yöneten Norveçli sinemacı Morten Tyldum’a emanet edilmiş duygusal hikaye. Senaryo yazarı ise, ‘Prometheus’ ve ‘Doctor Strange’ filmlerinin senaryo ortağı Jon Spaihts. Kimi avantür manevralar ve hafif gerilimlerle süslü öykü, dünyadan, dondurulmuş bir halde; uzaktaki bir koloni gezegenine seyahat eden yolculardan ikisinin, uykularından doksan yıl evvel uyanmaları sonucu yaşananları öykülüyor. Gizem, aşk, mecburiyetler, fedakarlık, felaket ve uzayda bile romantizm… Lawrence ve Pratt ikilisinin manyetizmasına, usta aktörler Michael Sheen ve Laurence Fishburne eşlik ediyorlar. Andy Garcia, finalde misafir oyuncu olarak ani bir bakışla konuk oluyor perdeye. Hoşluklara sahip öykü, özünde, aşka düşen iki bambaşka insanın bambaşka bir gerçeklikte, bambaşka imkanlar içinde yine aşkı seçmelerini işliyor. Titanic türü, farklı sınıf ve yaşamlardan iki insanın; büyük bir felakette yaşanan aşkları, tanıdık öyküyle flört ediyor. Yapım tasarımı titizlikle çalışılmış film, öykünün gittiği ve temas ettiği gerçeklerin, yerçekimine olan tutarsızlıklarıyla ayrıca dikkat çekiyor. Aşk aslında yerçekimine de karşıdır diyeceksiniz ama buradaki zoraki aşkın, başka başka fiziklerde yaşandığını düşünün bir de. İki heykel gibi güzel insan yerine, iki çirkin insanın aşkları, boş bir uzay gemisinin içinde hiç ilgi çekmez doğal olarak. Bu sebeple, filmin elini güçlendiren bu fiziksel mevzuyu göz ardı edemeyiz asla. Mantıklı açıklama getirilemeyen ani çözümler ve yaptım-oldular, koca gemiyi ve koca aşkı kurtarsa da, bir tatminsizlik duygusu ile ayrılıyorsunuz bu uzay yolculuğundan. Eskilerin ünlü TV dizisi ‘The Love Boat / Aşk Gemisi’ düşüyor akla. Daima yüreğe iyi gelen, kıpır kıpır taze bir aşkla terk ederdi gemiyi yolcular. Fakat o yolcular bile böyle manken gibi değillerdi. Hepimiz gibiydiler. Bizde onların aşkına inanır, ikna olurduk. Zorunlu bir aşk değildi onların ki. Mürettebatımız, kanlı-canlı insanlardan; Kaptan Stubing, barmen Ayzek, kamarot Gopher, Doktor Bricker, halka ilişkiler görevlisi Julie ve Vicki’den oluşuyordu. Eski günlerdi ve aşk güzeldi… Yine de aşk olsun da gerisi teferruat diyen izleyici için yerinde bir seçim. İki güzel yıldızın üzerine, biraz da gayet kaliteli bilimkurgu sosu ekleyince, izletiyor kendini rahatlıkla. (2,5 / 5)
İsviçre’nin bu yıl Oscar’larda ‘en iyi yabancı film’ dalında adayı olan ‘Ma vie de Courgette / Kabakçığın Hayatı’, Mira Nair imzalı biyografik yapım ‘Queen of Katwe’, bir aile macerası olan ‘Belle et Sébastien, l'aventure continue / Sebastian Sevgili Dostum’un yanı sıra üç yerli yapım; dram türündeki ‘Gölge’, komedi serisine dönüşen ‘Hep Yek 2’ ile korku-gerilim türündeki ‘Felak’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese!
MURAT ERŞAHİN