13 MAYIS 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
La Grande Bouffe / Büyük Tıkınma
(Yönetmen: Marco Ferreri / 1973)
Merry Christmas, Mr Lawrence / Furyo
(Yönetmen: Nagisa Ôshima / 1983)
Caravaggio
(Yönetmen: Derek Jarman / 1986)
The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover / Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı
(Yönetmen: Peter Greenaway / 1989)
Delicatessen / Şarküteri
(Yönetmen: Marc Caro & Jean-Pierre Jeunet / 1991)
Vizyonda bu hafta (13 Mayıs 2022)
Beşi yerli yapım olmak üzere toplam on yeni filme ev sahipliği yapıyor 13 Mayıs haftası!
Gaspar Noé’nin yeni filmi ‘Vortex’ notlarımız arasında!
VORTEX
-… Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.-
(Ahmet Muhip Dıranas)
Yaman sinemacı Gaspar Noé’nin yeni filmi ‘Vortex’, elini korkak alıştırmayan ustanın sinematografisinde bir parça ‘farklı’ bir yer ediniyor kendine! Sahicilikten ödün vermeden, hafif kişisel ele alıyor meseleyi Gaspar! Ama ne mesele! Aslında bütün insanlığı ilgilendiren, hakikatin üşüten yüzüyle karşılaştığımız sert bir anlatı. Bu kez hayata ve ölümlülüğe yine ‘içerden’ bakıyor Gaspar. Ölümden kıl payı döndüğü bir beyin kanaması atlatıp pandemide Covid’e yakalanmasının ardından gerçekleştirdiği filminde ‘her yaşam formunun kendi tünelinde yaşadığını’ baştan sonra bölünmüş ekran tekniğiyle öykülüyor.
İki kameradan birinin ardında bizzat Noé’nin bulunduğu filmde, korku-gerilimin babalarından, Giallo türünün öncüsü, büyük üstat Dario Argento ve usta aktris Françoise Lebrun başrolleri paylaşıyorlar. Yaşlılık sorunları, hastalıklar, demans ve bunamadan mustarip çift, birlikte geçen yılların ardından yaşama tutunmaya çalışmaktadırlar. Yaşlı çiftin oğlu rolünde Alex Lutz ve torun rolünde küçük oyuncu Kylian Dheret, iki ustaya eşlik etmişler.
Filme adını veren ‘Vortex’, girdap, anafor, özellikle ‘girdabın tam ortası’ kelime anlamlarını içermekte! İnsan ömrü dediğimiz dehşetengiz süreç, son dönemeç olan yaşlılık, özünde mutsuzluğumuzun kışı üzerine acımasız, neredeyse sarsıcı ve tedirgin edici bir korku filmi adeta Vortex! Belgesel kıvamında çekilmiş üstelik! Acımasız ve hunharca bir insan ömrü belgeseli çıkarmış ortaya Gaspar Ağa bu kez! Etkileyici dramın şimdiye dek elde ettiği ödüllerin arasında 41. İstanbul Film Festivali’nde ‘Uluslararası Yarışma’da kazandığı En İyi Filme verilen Altın Lale ve FIPRESCI ödülleri de bulunuyor. Noé’nin beraber çalıştığı görüntü büyücüsü Benoît Debie’nin çoğunlukla tek mekânı derinleştirip, zenginleştiren kamerası, Denis Bedlow’un kurgusu ile artı değer kazanan yapımın soundtrack’inde yer alan ve açılışta görkemli bir biçimde duyulara eşlik eden, Françoise Hardy’nin bir ömrü ortalığa saçan enfes şarkısı ‘Mon Amie La Rose’u da unutmayalım! Dünyaya geldik, seviştik, güldük, üzüldük, yorulduk, vardık ve toz olup yok olduk diyor Gaspar, aynı şarkıdaki gibi…
‘Hayat bir rüya, değil mi?’ diye soruyor kocasına kadın, çiçekli terasta kurdukları ve şarap içtikleri mütevazı masada. ‘Evet’ diye cevap veriyor adam ve ardından bir kış cıvıltısı eşliğinde gökyüzüne bakıp devam ediyor: ‘Rüya içinde bir rüya’. Filmini, ‘yüreklerini yitirmeden önce akıllarını yitiren tüm insanlara’ adadığımı söyleyen Noé, açılışta tanıştığımız yaşlı çiftle baş başa bırakıyor bizi, ikiye böldüğü ekran tekniğiyle… Kadını ve adamı izliyoruz. Uyanıp, yataktan kalktıklarından itibaren an be an neredeyse. Kahvelerini içiyorlar, ardından adam, çalışma masasına oturuyor ve beyaz kağıtlara elle yazmaya başlıyor. Bir sinemacı adam. Senarist. Kadın, eczacı. İlaç bilgisi üst düzey. Demansın etkisiyle şuursuz biçimde ilaçlarıyla uğraşıyor. Ardından habersizce dışarı, sokağa çıkıyor ve market, bakkal, kitapçı dolaşarak aradığını soruyor. Ciğerlerinden dertli olan adamsa, kadını evde bulamayınca, pijamalarını çıkarıyor, giyiniyor, paltosunu da alıp, aramaya çıkıyor kadını… Çaresiz ve telaşlı… Seksen yaşın üzerinde bir çiftin günlük ritüelini izliyoruz. Uyuşturucu sorunu olan boşanmış bir oğulları var. Bir de yedi, sekiz yaşlarında bir torunları. Kendi problemleri ile de uğraşan oğul, anne-babasının bir bakımevine yatmaları gerektiğini söylüyor. Anne-baba, evlerini bırakmamakta kararlılar! Hiç ölmeyecek gibi yaşanıyor hangi yaşa gelirsen gel! Kadın halen ev işleriyle başa çıkabileceğini, günlük hayatı sürdürebileceğini düşünüyor. Adamsa, hayata atar damarından tutunmuş. Arada sırada arkadaşlarıyla buluşuyor, sinema ve edebiyat üzerine tartışıyorlar. Hatta adamın gizli bir sevdası, kendinden daha genç bir sevgilisi var ve onunla ilişkisini diri tutma gayretinde! Oğlansa, ilerlemiş yaşına rağmen halen babasının eline bakıyor. Arada sırada ‘borç’ adı altında maddi yardımlar alıyor ‘evden’! Entelektüel çift, evlerini, yani kalelerini terk etmeden son nefeslerini orada verme niyetindeler. Yaşam herkes için güç, acımasız ve hepsinden önemlisi umarsız!
Hayatın son düzlüğü, acımasız zaman, katı, kesin yalnızlık ve daimi bir başınalığımız üzerine ruh üşüten bir ‘kesin son’ resitali çekmiş Gaspar Noé! Belgesel gerçekliğiyle, hüzünle bezenmiş, elem dolu bir sahicilik öyküsü! Herkes kendi evinde ve son düzlükte hayat denen karmaşık, ilk zamanlar rengârenk, arkası kapkara gelen rüyanın özeti… Belgesel kıvamında son hız gelen ve karşılanan ölümle yüzleşme anları. Ölüme hazırlanma ritüeli… Torunun krematoryum mezarlıkta babasına sorduğu o hayati soru: ‘Dedemle babaannemin yeni evleri burası mı?’ Babanın cevabı: Hayır evladım. Burası bir ev değil, onlar evlerini terk ettiler. Burası bir mezarlık!
Michael Haneke’nin 2012 tarihli dramı ‘Amour / Aşk’ ve Florian Zeller’in 2020 yapımı ‘ The Father / Baba’ ile uzaktan hısım olan fakat özündeki ‘kaçınılmaz sürecin dokümanter ruhu’ bakımından ‘başkalaşan’ film, kaçırılmaz bir kabullenme merasimi! İnsanın doğumundan son nefesine kadar geçen süre bir açıdan ruh donduran kapkara bir korku filmi adeta… Hakiki bir ayna tutuyor son nefese Vortex! (4,5 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan ve ilk olarak 1984 yılında Mark L. Lester tarafından beyazperdeye uyarlanan korku, bilimkurgu, aksiyon ve dram türlerini harmanlayan ‘Firestarter / Tepki’nin aynı adlı yeni sinema versiyonu Keith Thomas imzası taşıyor. Ryan Kiera Armstrong ve Zac Efron’u başlıca rollerde izleyeceğimiz tür kırması, sıra dışı pirokinezi güçlerine sahip bir kızın, kendisini ve ailesini, onu ele geçirip kontrol etmek isteyen kötü güçlere karşı korumak için verdiği savaşı konu alıyor.
‘Gekijouban Jujutsu Kaisen 0’ adlı animasyon, fantastik bir aksiyon! Japonya yapımı, Jujutsu Kaisen isimli manga serisinden uyarlanan aynı adlı anime dizisinin sinema filmi. Oldukça kudretli Lanetli Ruh’un kontrolünü eline geçiren lise öğrencisi kahramanımız Yuta Okkotsu’nun öyküsü! Seong-Hu Park yönetmen koltuğundaki isim.
Almanya yapımı animasyon ‘Firedrake the Silver Dragon / Ejderham ve Ben’, Cornelia Funke’nin çocuklar için kaleme aldığı aynı isimli çocuk kitabından uyarlanmış. Bir gümüş ejderha ile bir çocuğun, Himalayalarda saklı bir cenneti bulmaya çalışmalarını konu alıyor. Yönetmen Tomer Eshed!
Kazakistan-Rusya ortak yapımı üç boyutlu animasyon ‘Jumper. Treasure Hunting 3D / Ağustos Böceği ve Karınca’, Arman Beisembayev tarafından yazılıp yönetilmiş. Klasik hikâyeye yeni bir dokunuş.
Barış Yöş’ün yönettiği, başlıca rollerini Gonca Vuslateri, Burak Yamantürk ve Öznur Seçeler’in üstlendikleri romantik komedi ‘Allah Yazdıysa Bozsun’, aşkı ıskalayarak otuzlu yaşlarına gelen Irmak’ın, en yakın arkadaşı Eliz’in nişanının akabinde başından geçen olayları taşıyor perdeye.
Selman Kayabaşı’nın senaryosunu yazdığı ve yönettiği tarihi savaş dramı ‘Kurtuluş Hattı’nın oyuncu kadrosunda, Hamsi Erdoğan, Gülsim Ali, Yusuf Aytekin, Emin Gürsoy ve Benian Dönmez isimlerini görüyoruz.
Yunus Şevik’in yönettiği, senaryosunu Esma Şevik’in kaleme aldığı korku öyküsü ‘Korku Takvimi’, kabus ve halüsinasyonlar arasında yaşayan Hülya adlı oyuncunun içine düştüğü ürkütücü labirentten kurtulma mücadelesini öykülüyor. Nevin Efe, Zafer Kora ve Melisa Seda, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
‘Zehirli Tohumlar: Ölüm Yolu’, bir grup insandan intikam almaya çalışan bir cinin hikâyesi! Burhan Keskin’in yönettiği korku filminde Selahattin Taşdöğen, Erhan Ufak, Aydan Çakır ve Esra İşgüzar, öne çıkan rolleri üstleniyorlar.
İlker Tunçay’ın yazıp yönettiği korku türündeki ‘Mefruh: Vahşeti Cin’de başlıca rolleri Zülfü Hamit Altın, Yavuz Gümrükçü ve Berk Güldoğan paylaşıyorlar. Kurdukları yeni medya kanallı için araştırma ve paranormal videolar çeken bir ekip, 1977 yılında yaşanan bir dizi paranormal ve vahşet olaylarının gerçekleştiği eski Rum köyü olan Yorgolar köyüne gitmeye karar verirler, ancak köye vardıklarında daha önce hiç karşılaşmadıkları sıra dışı olayların ortasında kalacaklardır!
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese.
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (13 Mayıs 2011)
Selim Güneş, ilk filmi ‘Kar Beyaz’ ile takip edilecek isimler listesine giriyor. Fransız yapımı ‘Küçük Beyaz Yalanlar’dan bahsederken, Claude Sautet’nin enfes filmi ‘Sen, Ben ve Diğerleri’ düştü zihne. Nerde o film, nerde bu? Bahar kendini hissettiriyor İstanbul’da. ‘Hayali Aşklar’ çıkışı, Maçka’dan denize doğru yürürken, üçüncü şahsın şiiri geldi aklıma birden. ‘Ne zaman Maçka’dan geçsem limanda hep gemiler olurdu… Sen kalkıp ona giderdin’. Öyle işte, filmler ve hayat yan yana yürüyorlar. (Onat Kutlar’ı analım bir de) Bahar da isyancı!
KARBEYAZ
Selim Güneş imzalı ‘Kar Beyaz’, edebiyatımızın dev isimlerinden Sabahattin Ali’nin ‘Ayran’ adlı öyküsünden uyarlanmış. Doğu Karadeniz’in bir dağ köyünde geçen içli yaşam mücadelesine, yokluk ve imkânsızlıkla sarmalanmış karakterler eşliğinde tanıklık ediyoruz. Anadolu’nun olanca yoksulluğu ve kara kışın beyazına boyanmış ücra sessizliği içinde ailesinin medarı maişetini sağlamak adına ayran satmaya çalışan küçük bir çocuğun mücadelesi, 40’lı yılların atmosferinden, çok sonralara taşınmış. Aslında zamansız, sembolik bir anlatı egemen, tabloları andıran enfes kış fotoğraflarına. Yoksunlaşmış bir coğrafyanın, bir halkın ruh haritası. Olanaksızlıkların toprağında bin bir türlü engele, doğanın ve sert kuralların eşlik etmesi. Büyümeyecek bir çocuğun yaşanan gerçeklerle mücadelesi. Ana feryadının, ‘kader’ denen şeye sitemi. Yine de büyük bir vakarla dikilip duran umut. Sinema sevgisiyle yapılmış, kendine önem yüklemeyen, bağırmayan, derli toplu, insan sıcağı, gayet iyi bir film ‘Kar Beyaz’. Yolu açık olsun. (4 / 5)
KÜÇÜK BEYAZ YALANLAR
Lafı uzatmaya, kıvırıp bükmeye lüzum yok. Beğenmedim bu filmi. 30. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim Fransız yapımı, ünlü aktör Guillaume Canet’in üçüncü yönetmenlik denemesi. Ülkesinde kapalı gişe oynayıp, hasılat rekorları kıran film, upuzun bir dram. 154 dakikada, bir grup arkadaşın dünyasına girip, yaşananlara tanıklık ediyoruz. Bir grup Parisli burjuva, yakın arkadaşlarının başına gelen feci kazaya rağmen, onu hastanede bırakıp, her yıl olduğu gibi, tatillerini geçirmeye bir arkadaşlarının deniz kıyısındaki evine giderler. Dostlukları, sırlar, güvensizlikler, itiraf edilemeyen sözcükler ve sevdalarla örselenmiştir. Yaz boyunca, sadakatleri ve dostlukları bir sınava tabii tutulacaktır. Marion Cotillard, Benoit Magimel ve François Cluzet gibi usta oyunculara sahip kadroya rağmen, sarkan anlatı, gittikçe yavanlaşarak oldukça sıradan kılıyor perdedekini. Tanıdık, hoş şarkıların geçit yaptığı soundtrack ve özellikle Fransız orta-üst gelir grubunun ruhunu okşayan öykü, izlenen melodramın suyunun çıkmasını engellemiyor. İnsanın aklına son jeneriklerde, usta sinemacı Claude Sautet’in 1974 tarihli ‘Sen, Ben ve Diğerleri / Vincent, François, Paul… et les autres’ adlı şaheseri düşüyor… ‘İşte dünyanın geldiği nokta’ diye mırıldanıyorsunuz oturduğunuz koltukta. Bütün önem ve dertlerin yer değiştirdiği, her şeyin içinin fazlasıyla boşaltıldığı günümüzde, Michel Piccoli’li, Yves Montand’lı, Gerard Depardieu’lu “Sen, Ben ve Diğerleri”nin 2010’lar muadili ne kadar da yavan diye geçiriyorsunuz içinizden. Hüzünle gülümsüyorsunuz. Kendinize her sabah söylediğiniz ‘küçük beyaz yalanlar’ bile yetmiyor yalnızlığınızı ötelemeye… (1,5 / 5)
HAYALİ AŞKLAR
19 yaşındayken yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği ilk filmi ‘J'ai tué ma mère / Annemi Öldürdüm’ büyük ses getirmiş ve Kanadalı Xavier Dolan’ı bir dahi ilan etmişti. Dolan, yine yazıp, yönettiği ve başrolü üstlendiği ikinci filmiyle yedinci sanatın taze kanlarından biri olduğunu ilan ediyor. ‘Annemi Öldürdüm’ kadar güçlü değil ikinci film. Ama kötü de değil. İyice... Yeni Dalga’ya selam duruşu devam ediyor. Truffaut’nun ‘Jules et Jim’ini andıran bir öykü söz konusu. Cinsel tercihler ve hakiki bir aşk… Üç genç insanın, Francis, Marie ve Nicolas’ın kesişen hayatları. İki yakın arkadaş olan Francis ve Marie, bir arzu nesnesi olarak gördükleri ‘güzel’ Nicolas’a aşık olurlar. Dalida’nın seslendirdiği Cher orijinli ünlü şarkı ‘Bang Bang’ eşliğinde romantik ve retro bir esinti. 60’lı yıllardan fırlayan, fena halde Jeanne Moreau kokan ve Audrey Hepburn’e selam duran genç aktris Monia Chokri akılda kalıcı. Filmin bazı anları da öyle. Aynı şemsiye altında buluşan iki dost, intihara sürüklemesi muhtemel duyarlık ve kırılganlık, bir de yine Xavier Dolan’ın elinin dokunduğu kostümler. Bu arada bir de baktık, kadroda iki tanıdık isim var. Muhsin Akgün ve Bilge Taş. İki dostun, iki oyuncuya benzerliğine dikkat! ( 3 / 5)
KUTSAL SAVAŞÇI
Vampirler ve insan ırkı arasındaki amansız savaş bitmiş, geride kalan insanlar koca duvarlarla çevrili ve kilise tarafından yönetilen şehirlerde yaşamaktadırlar. Vampirleri; özel olarak yetiştirilmiş, rahiplerden kurulu kutsal savaşçılar mağlup etmişlerdir. Fakat artık devirleri geçmiştir. Masa başı işlerinde görevlendirilen savaşçılardan, son nefese kadar itaat beklemektedir kilise. Fakat günün birinde efsaneye dönüşmüş bir savaşçının yeğeni kaçırılınca, büyük mücadele yeniden başlar. Güney Koreli Hyung Min-woo’nun çizgi serisinden uyarlanan tür kırması filmi, görsel efekt uzmanlığından yönetmen koltuğuna terfi etmiş Scott Charles Stewart yönetmiş. İlk filmi ‘Legion / Kıyamet Melekleri’nde olduğu gibi başrolü yine usta İngiliz Paul Bettany’ye vermiş yönetmen Stewart. Maggie Q ve Karl Urban, filmin diğer ünlü isimleri. Kıdemli kademeli Christopher Plummer ve her daim kendisinin harcandığını düşündüren Brad Dourif ise, yapımın konuk oyuncuları. Fantastik sinemadan aksiyona, korkudan, bilimkurguya, romantizmden drama, nihayet western’e uzanan zengin tür kırmasını, sinema yazarı bir arkadaşımla John Ford imzalı ‘The Searchers / Çöl Aslanı’na benzettik fena halde. ‘Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah’ı var’ diyen film, kiliseye ve tutucu, politikacı din adamlarına getirdiği eleştiri yanında aşkı ve sevgiyi kutsamayı ihmal etmiyor. Bu arada ikinci film için kapıyı ardına kadar açan yapım, kârlı ve sürükleyici bir seri olarak yer edebilir hafızalarda. (2,5 / 5)
Vizyonda bu hafta (13 Mayıs 2016)
Yeni vizyonun beraberinde getirdiği film sayısı yedi. Belgeselden, animasyona, korkudan, komediye uzanan dört yabancı filme, üç yerli yapım eşlik ediyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
ANA YURDU
Kısa süre önce boşanmış, iç dünyasında bir sürü sıkıntı ile boğuşan Nesrin, yaşadığı büyük şehirden kalkıp, anneannesinden kalma köy evine, kırsala gelir. İşinden istifa edip, çoktandır yapmak istediği, en büyük düşü olan yazmak eylemini gerçekleştirmenin peşindedir. Romanını bitirmek için, tek başına kalmayı düşündüğü köy evinde, beklenmedik bir misafiri olur genç kadının: Annesi… Anne Halise ile kızı Nesrin arasında, her anne-kız gibi adı net konamayan bir sevgi-öfke ilişkisi vardır. İki kadın arasındaki çatışma derinleştikçe, Nesrin’in rüyası, farklı ve karanlık bir hal alır. Düşündüğü, çizdiği hemen her şey, bastırılmış ve ötelenen korkularla sınanacaktır. Olabildiğince cesur yazılıp, çekilmiş, son derece iyi planlanmış bir ilk film duruyor karşımızda. Senem Tüzen’in yazıp yönettiği filmde, anne-kızı canlandıran Nihal Koldaş ile Esra Bezen Bilgin’in performansları akılda kalıcı, sahici anlar yaratıyor. Anne-kız, kadın, söylenen ve söylenmeyenler, zaman, inanç, kutsallar, gelenekler, adetler, kurallar, kırsalın katı gerçeği ve insan. Vedat Özdemir’in kamerası, içeriye ve dışarıya aynı ‘ağırlıkta’ ve dengede bakma açısından değer taşıyor. Son olarak, 27. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Film’, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’, ‘En İyi Kurgu’ ve SİYAD ödüllerini kazanan, 22. Adana Altın Koza Film Festivali’nden beş ödülle dönen, Varşova Film Festivali’nden FIPRESCI ve ‘En İyi Asya Filmi NETPAC’ ödüllerini kazanan, Tiflis’te ‘En İyi Film’ seçilen Senem Tüzen’in ilk uzun metrajı, ödül yolculuğunu hızla sürdürürken, içerdiği cesur ve zeka dolu genlerle, sizi karanlık ve son derece gerçek bir yolculuğa davet ediyor. Sözlerin anlamını yitirdiği ve hapsedilen sessiz bir içselliğin zenginleştirdiği değerli bir ilk film ‘Ana Yurdu’. (4 / 5)
HITCHCOCK / TRUFFAUT
Sinema sevgisi yüklü belgesel, sinefiller, yedinci sanat meraklıları ve sinema öğrencileri için bir hazine değerinde. Yeni Dalga’nın güçlü yaratıcılarından François Truffaut’nun 1966 tarihli ünlü sinema kitabı ‘Cinema According to Hitchcock / Hitchcock’a Göre Sinema’nın, günümüzün ünlü sinemacılarını nasıl etkilediğini izliyoruz bu özel belgeselde. Truffaut’nun yedinci sanatın dehalarından, usta isim Alfred Hitchcock ile sekiz gün boyunca süren röportajı, enfes bir görsel ve sözlü arşiv çalışması öte yandan. İki iyi dostun, sinema ve kendi filmleri üzerinden analizleri. Hitchcock’un, ‘suspens’in ustasının başyapıtları. Heyecan verici görüntüler. Özellikle 1958 tarihli ‘Vertigo / Ölüm Korkusu’ ve 1960 yapımı ‘Psycho / Sapık’ filmleri. Günümüzün usta sinemacıları Martin Scorsese, Wes Anderson, Olivier Assayas, Peter Bogdanovich, David Fincher, Paul Schrader, Richard Linklater, James Gray ve Arnaud Desplechin’in, efsane röportaj etrafında gezinen görüşleri. Yönetmenlere sorulan önemli soru: Bu kitap, sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi? Yetmiş dokuz dakikalık sinema aşkı belgeselini, sinema yazarı asıllı belgeselci Kent Jones yönetmiş. Fransız aktör Mathie Amalric’in anlatısıyla artı değer kazanan yapım, Hitchcock’un sinema dehasını, çağdaş meslek ustalarının hayranlığı ile dile getiriyor özünde. Sinema sevgisinin ölümsüzlüğüne adanmış, arşivlik bir çalışma. (4 / 5)
DEHŞET TRENİ
Müdürü tarafından, mesaisi bittiği halde, gecenin son tren seferi için görevlendirilen Joe’nun tek motivasyonu, güzel hostes Ellen’dır. Ormanlık alanda, ne olduğu belirsiz bir ‘şeye’ çarpan trenin makinisti, elinde fener, gecenin karanlığında kaybolunca, içerdeki bir avuç yolcu için kabus dolu anlar başlar. Özel efekt ve makyaj departmanından, yönetmen koltuğuna terfi eden Paul Hyett imzalı İngiltere yapımı korku örneğinde, başlıca rolleri; Ed Speleers, Holly Weston, Shaun Macdonald ve Elliot Cowan üstleniyorlar. Dolunay, son sefer, birbirinden farklı yolcular ve kanlı bir kabus. Benzerleriyle sık karşılaştığımız fakat öyküsündeki ince mizahın, kimi eleştirel durumlarla sarmalandığı, beklentilerinizi yüksek tutmadan rahatça izleyebileceğiniz, seyirlik bir korku filmi olmuş orijinal adıyla ‘Howl’. (2,5 / 5)
ANGRY BIRDS FİLM
Akıllı telefonlar için yaratılmış aynı adlı oyundan beyazperdeye uyarlanan animasyon, sadece çocuklara değil, yediden yetmişe, oyunun müdavimlerine sesleniyor. Finlandiya-ABD yapımı üç boyutlu animasyonu, Clay Kaytis ve Fergal Reilly ikilisi yönetmiş. Perde için yazılan senaryo ise; ‘The Simpsons Movie / Simpsonlar: Sinema Filmi’ ile ‘Alvin and the Chipmunks / Alvin ve Sincaplar’ adlı animasyonları da kaleme alan Jon Vitti imzası taşıyor. Nüfusu; çok büyük ölçüde ‘uçamayan’ kuşlardan oluşan ada ahalisi, mutlu mesut yaşarken, emperyal domuzcuklar, kötü niyetli bir ziyaret gerçekleştirirler. Ada halkını kurtarmak; öfke problemi yaşayan kahramanımız Red ve sevimli arkadaşlarına düşecektir. Orijinal seslendirmede, Jason Sudeikis, Peter Dinklage, Maya Rudolph gibi ünlü isimlere, usta aktör Sean Penn eşlik etmiş. Bir akıllı telefon uygulaması olması açısından, öykü belli sınırlar içerse de, perde için düzgünce yazılmış ve uyarlanmış animasyon, emperyalist zihniyetten, öteki olmaya dek birçok politik ve sosyolojik meseleye değiniyor. Bunu yaparken de; güldürmeyi ve ‘Shining’ dahil, sinema tarihinin önemli yapımlarına sevimli gönderiler yapmayı unutmuyor! (3 / 5)
KÖTÜ KOMŞULAR 2
Nicholas Stoller’ın yönettiği 2014 tarihli ‘Neighbors / Kötü Komşular’, 80’li yılların, sevilen gençlik filmleri ‘Porky’s’, ‘Revenge of the Nerds’, ‘The Party Animal’, vb. popüler yapımların kulağını çınlatıyordu yıllar sonrasından. Yeni doğan bebekleriyle, orta yaşa doğru yelken açan Kelly ve Mac Radner çifti, sakin bir semtte; yan eve yeni taşınacak, kendileri gibi çekirdek bir aileyle kuracakları dostluğu hayal ederlerken, bir grup erkek üniversiteliden oluşan bir öğrenci kulübünü, yeni komşuları olarak buluyorlardı karşılarında. Huzuru kaçan çift, haylaz ve yalnızca parti için yaşayan öğrenci komşularını hizaya getirmek için akla gelmeyecek yöntemler deniyorlardı. Absürd, hayli argo bir mizah içeren komedi, bir süre sonra, sınırsız bir geyik resitaline dönüşüyordu ama rahatsız etmeyen, can sıkmayan bir geyik olduğunu da önemle belirtmek gerek öte yandan! Devam filmini yine Nicholas Stoller yönetmiş. Başrolleri paylaşan Seth Rogen, Rose Byrne ve genç kızların sevgilisi Zac Efron’a, ikinci filmde; yıldızı iyiden iyiye parlayan genç aktris Chloë Grace Moretz eşlik ediyor. Radner çifti, ikinci bebeklerini beklerken, yan eve bu kez, okullarının baskıcı, erkek egemen ve cinsiyetçi sisteminden sıkılan genç kızlardan kurulu Kappa Nu kardeşleri taşınıyor ve bildik partiler yeniden başlıyor! Yetişkin ebeveynlerin, genç kızlarla olan mücadelesi, ilk filmdeki bildik kaba mizahtan bir hayli yararlansa da, öykü anlamında geçmiş parıltıyı mumla aratıyor. O da olsun, bu da olsun diyerek bir çorbaya çevrilmiş devam filmi. Oyuncu kadrosunun, orijinal filmin ve bu kez birden ortaya çıkan cinsiyetçi baskının karşısında duran gençlerin hatırına izlenebilir. (2 / 5)
İki yerli yapım, aksiyon türündeki ‘Dadaş’ ile bir devam filmi olan komedi ‘Oflu Hocanın Şifresi 2’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yapımları. Herkese tekrar iyi seyirler.
MURAT ERŞAHİN