13 MART 2015
Yeni vizyon haftası, sekiz yeni filmle merhaba diyor! Yüzyıllara direnen dünyaca ünlü masalın Kenneth Branagh imzalı yorumu ‘Cinderella / Sindirella’, Miyazaki ile birlikte Japon animasyon sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Isao Takahata’nın on yıllık süreçte hayata geçirdiği el emeği göz nuru animasyon ‘Kaguyahime no Monogatari / Prenses Kaguya Masalı’ ile birlikte iki yerli yapım, toplumsal gerçekçi ‘Çekmeköy Underground’ ve ‘Bana Adını Sor’ notlarımızda yer alan yeniler. İngiltere’den çıkagelen mizah soslu avantür ‘Kingsman: The Secret Service / Kingsman: Gizli Servis’, özellikle küçüklere seslenen Almanya yapımı üç boyutlu çizgi film ‘Der kleine Drache Kokosnuss / Sevimli Ejderha: Kokonat 3D’ ve iki yerli yapım, ‘Mandıra Filozofu’nun devam filmi ‘Mandıra Filozofu İstanbul’ ile ‘Selam Bahara Yolculuk’ ise haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer filmleri. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
ÇEKMEKÖY UNDERGROUND
Cinli, perili, sulu sepken, şarkılı, türkülü, ajite ve kağıt mendilli, ‘acı’ aşklı ticari yerli filmlerin, sipariş projelerin ardından sahici ve meseleli bir yapım duruyor perdede. Kentsel dönüşümün olanca hızıyla yaşandığı ‘kentte’ lüks semtlere dönüşen gecekondu mahallelerinde yaşayan gençlerin hikayesi. Tellerle, yüksek duvarlarla örülü, kamera ve güvenlik elemanlarıyla dolu, güvenlikli sitelerde, başka hayatlar yaşayan insanlar ve hemen duvarın öte tarafında aynı yerde sürüp giden gerçekler. Müslüm babanın ‘askerleri’ olan mahalleli gençler, beatbox ezgileri ve danslarıyla yıllardır hayalini kurdukları stüdyoda, yakında düzenlenecek olan ‘yetenek’ yarışmasına hazırlanmaktadırlar. Gündüz çalışıp, gece arabesk rap tarzındaki kliplerini çekme gayretindeki gençler, yakında hapisten çıkacak abileri, Cemal abiye, namı diğer ‘Küllü Harap’a armağan edeceklerdir, çalışmalarını. Küllü Harap, beş senelik mahpustan sonra eve döndüğünde, eski neşesi ve tavrından çok şeyin değiştiğini görür başta ailesi ve arkadaşları. Onun için klip hazırlayan ve aradıkları enerjiyi, desteği, ağabeylerinde bulmaya çalışan erkek kardeşi ve mahallenin diğer gençleri, son derece ilgisiz, boş vermiş, kayıtsız bir yabancı bulurlar karşılarında. Yeni düzenin zenginlerinden bir emlakçı ile evlenmiştir Küllü’nün uğruna hapse girdiği eski sevgilisi. Dansla, müzikle, hayata tutunmak, kendilerini ifade etmek, gayri safi mutluluktan pay almak isteyen gençler, acımasız ve keskin gerçeklerle yüz yüze geleceklerdir. Gariplik, mahzunluk, imkansızlık, çıkışsızlık, öte yandan başarmak; tırmalamak ve yırtmak için mücadele eden genç insanlar. Düşler ve her yeni gün tekrar tekrar çarpılan koca, yüksek duvarlar. Ötekiler ve şehrin yeni sahipleri. Bitmek bilmez acılar, gazeteye düşen hayatlar ve düş kırıklıkları. Sevgi, dostluk ve aşkın, dayanışmanın; zalim hayata yara merhemi olduğu gerçeği diğer yandan. Buruk ve elem dolu bir umut. Can Sipahi, Gözde Kocaoğlu, Aslı Menaz, Barış Gönenen gibi genç oyunculara, Kerem Can eşlik ediyor. Tülin Özen ve Selen Uçer ise konuk oyuncu olarak lezzet katmışlar, yürekli ve gerçekçi resme. Aysim Türkmen imzalı dram, ilk uzun metraj olarak özellikle başarılı ve her şeyden önemlisi kişilikli. Sadece kentsel değil, toplumsal dönüşümün ağır ve hüzünlü fotoğrafı, politik tarafını öne çıkarıyor meseleli filmin. (3 / 5)
PRENSES KAGUYA MASALI
Bir sanat yapıtı, dünyaca ünlü Japon Animasyon stüdyosu Ghibli yapımı zarif film. Stüdyo Ghibli’nin, meslektaşı ve dostu Hayao Miyazaki ve yapımcı Toshio Suzuki ile birlikte üç kurucusundan biri olan 1935 doğumlu ünlü animasyon ustası Isaho Takahata imzalı fantastik tatlar da içeren hüzünlü animasyon, her şeyden önce, el yapımı, şık ve narin bir vazo gibi. Yüreğe dokunan yanıyla da kalıcı. Takahata’nın filmi, on yıla yakın bir çalışmanın sonucu deli işi bir proje aslında. Kara kalem çizimler, bilgisayar efektlerinin ‘egemen’ dünyasına da kafa tutuyor öte yandan. Kırsalda, Japonya’nın fakir bir orman köyünde yaşayan Bambu ustası, sıradan bir gün çalışırken, bir bambunun filizlenip, çabucak büyüdüğüne tanık olur. Dahası, tomurcuklanıp açılan bambunun içinden minik bir bebek çıkar. Güzel bir kız olan bebeğin, tanrı tarafından eşi ve kendisine gönderilen bir prenses olduğuna inanır çiftçi. Önce avuç içine sığan, sonra birden bir bebeğe dönüşen kız, çok hızlı büyümektedir. Köydeli çocuklar, ‘bambucuk’ diye çağırırken, yaşlı çift, ‘prenses’ diye seslenmektedirler, bir hediye olan kızlarına. Genç kız büyütken, dünyanın her türlü acısına, hüznüne, neşesine ve güzelliğine tanık olur. İnsanlara da öyle. Yalancısı, dürüstü, kötüsü, iyisi… Prensesin nerden geldiği ve nereye gideceği gerçeği ise, yıllar içinde ortaya çıkacaktır. Takahata ustanın filmi, saygı duyulacak, ön iliklenecek ‘özel’ bir yapım. Yaşadığımız gezegenin ve onu paylaştığımız insanların haritasını çıkarıyor bir bakıma öykü. Sevginin her şeyin önünde durduğunu ve hemen her kötülük ve haksızlıkla baş edebileceğini, umudun da, sevgi oldukça süreceğini anımsatıyor. Alçak sesli, son derece zarif ve insanca yapıyor bunu üstelik. Asla bağırmadan, fazla süs, caka ve gösterişten kaçınarak. Yüreğe işleyen hüzünbaz şarkılar ve masalsı atmosferi sarmalayan, can acıtan bir gerçeklik duygusuyla çıkarıyor karanlık salondan sizi sokağa. Japonya yapımı rafine yapımın, ‘en iyi animasyon’ dalında Oscar adayı olduğunu da anımsatalım. İzlemek, yedinci sanatla yakından ilgilenenler için bir mecburiyet. (4,5 / 5)
SİNDİRELLA
Beyazperdenin çok sevdiği ve sıklıkla başvurduğu ünlü halk masalı ‘Külkedisi / Cinderella’nın 2015 tarihli uyarlaması, Kenneth Branagh imzalı. Sadece Avrupa’da beş yüz elliyi aşkın yorumla anlatılan masal, kötü kalpli üvey annesi ve üvey kardeşleri tarafından, bir hizmetçi gibi davranılan evin gerçek sahibi genç kızın, iyilik, dürüstlük ve cesaretle, bütün zorlukları aşmasını ve yakışıklı prensle mutluluğa ulaşmasını işler. Bir iyilik perisi de yardım elini uzatır tabii, cefakar külkedisine. Bilinen en eski Külkedisi öyküsü, dokuzuncu yüzyıldan kalma bir Çin masalıdır. Avrupa edebiyatında ise ‘Külkedisi’ni işleyen en tanınmış yapıtlardan biri Charles Perrault’un ‘Contes de ma mere l’oye’ adlı kitabında yer alan ‘Cendrillon’dur. Yakışıklı prensin; Külkedisi’ni, saray merdivenlerinde düşürdüğü cam ayakkabısından bulması da Perrault’nun masalından gelir. Diğer masallarda bunun yerine altın ayakkabı, gümüş ayakkabı ya da yüzük tasvir edilmiştir. Kısa bir Külkedisi anımsatmasının ardından, filme dönelim. Seksenli yılların başlarında Royal Shakespeare Company’ye katılan Kenneth Branagh, gerçek bir ‘shakespearean’ olarak tanınmıştır. Aktör, yönetmen ve senarist olarak toplam beş kez Oscar’a aday gösterilen Branagh, ilk yönetmenlik deneyimini 1989’da, başrolünü de üstlendiği yine ünlü bir Shakespeare eseri olan ‘Henry V / V. Henry’ ile yaşamıştır. Shakespeare’den, çağdaş tiyatroda bir gelenek adını almış Harold Pinter’a dek birçok ünlü yazarın eserini perdeye uyarlayan Kuzey İrlanda doğumlu sanatçı, son olarak, hemen bütün nesillerin ilgiyle karşıladığı ‘Külkedisi’ ile çıkıyor karşımıza. ‘About A Boy / Bir Erkek Hakkında’, ‘The Golden Compass / Altın Pusula’, ‘The Twilight Saga: New Moon / Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay’ adlı filmleriyle tanınan yönetmen-senarist-yapımcı Chris Weitz’ın senaryosunu yazdığı Sindirella, Branagh’ın dokunuluyla, son derece yalın, mütevazı ama etkili biçimde duruyor perdede ilkin. Yeni nesiller için enfes bir Külkedisi uyarlaması kanımca. Güçlü, titiz ama son derece sade yapım tasarımı, sanat yönetmenliği açısından da doğru bir ders niteliğinde. Külkedisi’ni genç aktris Lily James’in başarıyla canlandırdığı romantik masal-filmin oyuncu kadrosunda çok önemli isimler yer alıyor. Üvey anne Lady Tremaine rolünde, usta aktris Cate Blanchett, iyilik perisi rolünde ise Helena Bonham Carter’ı izliyoruz. Cinderella’nın babasını Ben Chaplin canlandırırken, karizmatik İsveçli Stellan Skarsgård ve ‘dev aktör’ yakıştırmasını fazlasıyla hak eden, yaşayan efsanelerden Derek Jacobi, filme ‘artı değer’ katıyorlar. Prens rolünde Richard Maden ve Prens’in güvendiği yüzbaşı rolünde Nanso Anozie, kadronun üzerinde durulması gereken diğer isimleri olarak öne çıkıyorlar. İyilik ve cesaretin, her türlü zorluğun ve adına hayat dediğimiz engebeli yolda, karşımıza çıkacak olası kötülüklerin hakkında geleceğini söyleyen ve yeni nesillere, umudunuzu yitirmeyin diye şefkatle fısıldayan masalı, Branagh’ın yalın, sevecen ve sımsıcak yorumuyla bir kez daha seveceksiniz. İyilik ve cesarete, her zaman ve her yerde, herkesin ihtiyacı olduğunu hatırlatması ayrıca önemli. (4 / 5)
BANA ADINI SOR
Şöyle başlamak en iyisi belki; filmden sonra, adımı sorsalar, söyleyemeyecektim! Senaryosunu Oben Aras’ın yazdığı, Taner Gündöner’in yönettiği romantik dram, bir aşk üçgeni yansıtıyor perdeye. Çocukluğundan beri kalbi aynı erkek için atan fedakar kadın, hayatın onun için neredeyse bütün anlamı olan zenginlik ve itibarı, aşık olduğu adam uğruna elinin tersiyle iten diğer kadın ve bu iki kadının arsasında kalan müzisyen adam. Yeşilçam kalıplı, duygusal melodram, bir süre sonra bu tarz öyküleri tiye alan bir filme dönüştüğü intibasını veriyor izleyiciye. Trajedi burada başlıyor çünkü izlediğimiz, kendini gayet ciddiye alan bir aşk öyküsü. Kötü bir genetik hastalığın pençesine düşen genç müzisyen, onu çocukluktan beri karşılıksız, büyük bir aşkla seven kadın ve müzisyenin, bütün hayatı annesi tarafından çizilmiş aşkının hikayeleri, bir süre sonra, ayakları yere basmayan, boşlukta salınan, inandırıcılıktan uzak oluşlara ve bu kadarına da pes dedirtecek ayrıntılara evriliyor. Sinema anlamında da, biçim, atmosfer ve büyü açısından, belirli bir düzeyin oldukça altında ‘Bana Adını Sor’. Karikatürize olmuş karakterlerden söz etmiyoruz bile. İnsanın içinden, gerçekten bu detayları biçimlendirmek gelmiyor bile, izlediklerinin ardından. Başrollerini, elinden geleni yapmaya çalışan Engin Hepileri ve ‘Eyvah Eyvah’ serilerinden tanıdığımız Özge Borak’ın paylaştıkları duygusal filmde diğer önemli rolleri, Başak Parlak, İpek Tenolcay ve usta aktör Cihat Tamer üstleniyorlar. ‘İzle ve hemen oracıkta unut’ tarzı filmlerin yeni örneği; anlatacak ciddi meselesi ve öyküsü olan ‘yaratıcı’ gençlerin, bunu gerçekleştirecek herhangi bir olanak bulamadığı bir ülkede biraz lüks kaçıyor. Bu tip yapımların, salonları halen işgal etmesi ve izleyiciye reva görülen ‘alışageldik’ film modeline uygun bir örnek olması da düşündürücü. İlk filmini çeken yönetmenler, her ne kadar meseleleri ve dünyayla alıp veremedikleri bir şey olmasa da, yedinci sanatla uğraştıkları için, sadece bu önemli sanat dalına ait oldukları için yani, bir miktar akımları, klasik yapımları, auteur yönetmenleri izlemeliler kanımca. Bresson, Tarkovski, Bergman, Dreyer, Bunuel değil sözünü ettiğimiz, onlar zaten bambaşka bir yerden bakıyorlar bizlere. En azından Zeffirelli melodramları izleseler, biraz daha eli ayağı düzgün işler çekerler kanısındayım. Sonuçta harcanan büyük emek ve alın teri, karşılığını tarihsel gerçeklikte bulsun. Boşlukta salınmasın. Her şey, ajite bir gişe geliri değil zira. (0,5 / 5) MURAT ERŞAHİN