13 AĞUSTOS 2021
Vizyonda bu hafta (13 Ağustos 2021)
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
How Green Was My Valley / Vadim O Kadar Yeşildi Ki
(Yönetmen: John Ford / 1941)
The Treasure of the Sierra Madre / Altın Hazineleri
(Yönetmen: John Huston / 1948)
Bad Day at Black Rock / Zafer Madalyası
(Yönetmen: John Sturges / 1955)
The Collector / Korkunç Koleksiyoncu
(Yönetmen: William Wyler / 1965)
In Cold Blood / Soğukkanlı
(Yönetmen: Richard Brooks / 1967)
Vizyonda bu hafta (13 Ağustos 2021)
Dördü yerli yapım olmak üzere toplam dokuz yeni film merhaba diyor 13 Ağustos vizyonuna! Haftanın iki yeni filmi notlarımız arasında. Shyamalan’dan yeni bir gizem yüklü gerilim öyküsü olan ‘Old / Zamanda Tutsak’ ve Leyla Yılmaz’ın yazıp yönettiği yerli dram ‘Bilmemek’.
ZAMANDA TUTSAK
-Pandemi zamanı-
Cin fikirli yaratıcı Shyamalan, on dördüncü uzun metrajıyla karşımızda! 2000’lerin ilk yarısındaki yaman hamlelerinden biri değil; orijinal adıyla ‘Old’, M. Night Shyamalan’ın; yine de ilgiye değer bir çıkış noktası saptamış kendine… Yerküreyi etkileyen pandemi, yönetmeni bir hayli üzmüş olmalı ki, daha önce 2008’de çektiği ‘The Happening / Mistik Olay’da işlediği tekinsiz doğaüstü duruma benzer bir oluş ‘yaratarak’, insanın ömrünü yiyen hastalıklar ve doğa katkılı bir zaman hikâyesi teyellemiş perdeye.
Dört kişilik çekirdek ailemiz, tropik bir tatil beldesine geldiklerinde; ilk bakışta cenneti andıran bu güzel doğa parçasının, kendi tek günlük cehennemleri olduğunu dehşetle fark edeceklerdir.
Pierre-Oscar Lévy ve Frederick Peeters’ın ‘Sandcastle’ adlı çizgi romanlarından M. Night Shyamalan’ın perdeye uyarladığı ve yönettiği gizem ve gerilim yüklü dramın başrollerinde Gael Garcia Bernal ve Vicky Krieps’i izliyoruz. Rufus Sewell, Abbey Lee, Ken Leung, Emun Elliott, Embeth Davidtz ile birlikte; Clint Eastwood’un kızı Francesca Eastwood ve kadronun ‘otel müdürü’ rolünde belki de en akılda kalıcı figürü olan İsveçli aktör Gustaf Hammarsten, tedirgin edici yapımın oyuncuları olarak yer alıyorlar künyede. Tabii her daim olduğu gibi Hitchcock’gillerden Shyamalan’ın da, ‘kadroda görünmekten fazla’ yer aldığını önemli bir not olarak ekleyelim.
Zamanın, insan hayatını bir güne indirerek son derece hızlı geçtiği ölü noktaya sıkışan bir grup insanın çaresizce kurtuluş yolu aramalarının öyküsü, Shyamalan’ın görkemli yaratıcı dünyasında kendine ‘sıradan’ bir oda açıyor sadece! Tıp ve insanlık adına ‘insanları’ harcayan bir grup bilim suçlusunun otel görünümü altında verdikleri şeytani hizmet, öykünün karanlık yanının oluştursa da; ‘bermuda şeytan üçgenini’ andıran, adlandırılamayan oluşların merkezi halini almış tropikal gizli koy, kötülüğün anası konumunda! Bir takım mantık hataları, fazla izah edilen durum, kör göze parmak ayrıntılar, hemen her şeyin cevabının sunulması ve öngürebilir oluşlar, sıradan bir sınıfa sokuyor anlatıyı. Hatta belki de ilk kez bir TV filmi ruhu yansıyor Shyamalan’ın büyük resmine!
Artılara gelince, pandemik çaresizlikten akla gelen hastalık + tedavi + insan formülü, çıkışı iyi bir fikre dönüşmüş. Görüntü yönetimi, ışık ve makyaj da tatmin edici! Oyuncu kadrosu da dengeli biçimde, yerli yerinde kullanılmış. Özellikle İsveçli aktör Gustaf Hammarsten, ‘fazla alakadar otel müdürü’ rolünde gayet iyi! Son tahlilde, pandemi vahasının kurak günlerinde kendini izleten bir Shyamalan masalı bekliyor sizi salonlarda. (2,5 / 5)
BİLMEMEK
-Toplumsal bir analiz-
Mutsuz çiftin su topu oyuncusu olan oğulları Umut’un hayatı, arkadaş çevresinde eşcinsel olduğuna dair çıkan dedikodularla kaosa sürüklenir. Umut, başta takım arkadaşları olmak üzere çevresinin sorgulayıcı infazına karşı dik durur ve kendisine yönelen yargılara karşı sessiz kalmayı tercih eder. Bu kararlı tavrı, kısa zamanda takımdan, dostlarından uzaklaşmasına neden olur ve sonunda linç dayanılmaz hale geldiğinde Umut, ortadan kaybolur.
Leyla Yılmaz’ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği ikinci uzun metrajı, 27. Adana Altın Koza Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünün yanı sıra, ‘Yılmaz Güney’ ve ‘Siyad Cüneyt Cebenoyan En İyi Film’ ödüllerini elde etmiş, 56. Antalya Film Festivali’nden izleyici ödülü ile ayrılmıştı. 31. Ankara Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ heykelciğini de kazanan dram, 39. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışmada resmi seçkide yer almıştı. Bazı yurt dışı festivallerinden de ödülle dönen film, toplumda ki linç kültürü, nobran zorbalık ve tolerans eksikliğinin altını çizerken, hastalıklı bir toplumda dik durabilmenin imkânsızlığı üzerine cesur bir paragraf açmaya gayret etmiş.
‘Durumu’ bilip bilmemenin ötesinde, toplumdaki derin hastalığa, acımasız ikiyüzlülüğe ve ahlaksız önyargılara bakmaya çalışan sarsıcı dram, elinden geleni yapıyor fakat etki anlamında çok güçlü olduğunu söylemek zor. Rusya’nın güncel sevgisiz toplumuna bakan Andrey Zvyagintsev’in 2017 tarihli dramı ‘Nelyubov / Sevgisiz’in yakın akrabası olan yerli yapım, o denli güçlü kılamıyor maalesef atmosferi ve anlatısını. Yine de topraklarımızda süren vahşi duygusal iklim, feodal ve katı nobran anlayışa yaklaşımında cesur olduğu anları da düşünürsek, sinema büyüsüyle mesafeli olsa da; kayda değer bir çaba olduğunu söylemek gerek titiz çekilmiş yapımın. Başarılı performansıyla filmin akılda kalan ismi olan genç oyuncu Emir Özden’e eşlik eden isimler Senan Kara, Yurdaer Okur ve Levent Üzümcü.
Sosyolojik anlamda önemli bir proje duruyor perdede! Bireyi sıfırlayan, onun ‘ne’ veya ‘kim’ olduğunu, kendi katı ve ilkel kurallarına göre yaftalayan arabesk toplumsal yaranın gittikçe derinleştiği zamanlarda içerden atılan önemli bir adım olduğunu yineleyelim filmin. Bilip bilmemeyi umursamadan, içine sineni kaşelemeden, karşındakini ötekileştirmeden, insani olanı kabullenip yargılamamayı öğrenmek çok zor gerçekten! Maalesef gün be gün kurbanlar artıyor… (2,5 / 5)
Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri ise; Prehistorik ailenin maceralarını öyküleyen 2013 tarihli sevimli animasyon ‘Crood’s / Crood’lar’ın devam filmi olan üç boyutlu ‘The Croods: A New Age / Crood’lar 2: Yeni Bir Çağ’, Ryan Reynolds’u başrolde izleyeceğimiz Shawn Levy imzası taşıyan bilimkurgu ve aksiyon katkılı komedi ‘Free Guy / Gerçek Kahraman’, Josh Lawson’un yazıp yönettiği, başrolleri Rafe Spall ile Zahra Newman’ın paylaştıkları romantik komedi ‘Long Story Short / Uzun Aşkın Kısası’, Tunus-Belçika-Fransa-Almanya-İsveç-Türkiye ortak yapımı; Tunus’un ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalında Oscar adayı, Venedik Film Festivali’nde iki ödül birden kazanmış, Kaouther Ben Hania’nın yazıp yönettiği çok uluslu dram ‘The Man Who Sold His Skin / Derisini Satan Adam’ ile birlikte üç yerli yapım; usta yönetmen Reis Çelik imzalı dram ‘Ölü Ekmeği’ ve iki korku örneği; Okan Ege Ergüven imzalı ‘Hanzap’ ile Onur Aldoğan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu ‘Gerçek Cinler’.
Herkese iyi seyirler! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
TARİHTE BU HAFTA
Sırasıyla 2006, 2015 ve 2016 yıllarına gidiyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz!
Vizyonda bu hafta (11 Ağustos 2006)
AYRILIK
Vince Vaughn ve Jennifer Aniston’u bir araya getiren ve iki aktrisin özel hayatlarında birlikte olmalarına vesile olan film, ‘Ayrılık’ adını taşıyor. Romantik komedi (anti-romantik komedi de diyebiliriz) bir ayrılığın anatomisi olarak da tanımlanabilir. Bir zamanlar birbirlerine deli gibi aşık, mutlu bir çift olan Gary ve Brooke aynı evi paylaşmaya başladıkları zaman, artık paylaşabilecekleri pek az şey kaldığını fark ederler. Evde başlayan huzursuzluklar ve kavgalar, ailelerinin ve aile dostlarının, arkadaşlarının araya girmeleri ve tavsiyeleriyle daha da kötü sonuçlar doğurur. Vince Vaughn’un aynı zamanda yapımcısı olduğu zaman zaman hüzünlü olabilen film, aktörün doğup büyüdüğü Chicago’da geçiyor. Şehir, filme ciddi bir fon oluşturuyor. Renee Zellweger ve Ewan McGregor’lu Rock Hudson ve Doris Day filmlerine saygu duruşunda bulunan ‘Down With Love’ adlı romantik komediyle adını duyuran Peyton Reed, filmin yönetmeni… Ülkesinde gişe başarısı da elde eden film, her ilişkinin başladığı an bittiği noktasını kaşıyarak, ayrılığın kötü bir şey değil, bazen bir mecburiyet olduğunu ve en önemlisi ‘birlikte olmak’ kadar doğal bir şey olduğunun altını çiziyor. Ve zor olanın birlikte olmak değil, birlikte kalmak olduğunu bir kez daha duyumsuyor insan… Dan Franck’ın 1994’te beyazperdeye de uyarlanan ve başrollerini Isabelle Huppert ve Daniel Auteuil’ün paylaştıkları ‘Ayrılık’ adlı lezzetli romanında altını çizdiği gibi: Sadece gerçek bir kopuş insanı olgunlaştırabilir.
YÜREĞİMDEKİ CANAVAR
Bu yıl ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ı için yarışan İtalyan filmi, 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de Altın Lale için de yarışmıştı. Ülkemizde Ferzan Özpetek filmleriyle tanınan güzel gözlü oyuncu Giovanna Mezzogiorno’nun başrolde olduğu film, çarpıcı bir aile dramı. Mezzogiorno’ya Venedik Film Festivali’nde ‘En iyi Kadın Oyuncu’ ödülü getiren Sabina rolü, geçmişinin karanlık köşelerinden kaçamaya çalışan ve bu karanlık anların ağırlığı altında ezilen genç bir kadını beyazperdeye taşımış. Filmi yazan ve yöneten Christina Comencini. Ensest bir ilişkinin, sapkın bir aile içi ilişkinin, kocaman insanlar olmuş çocukların ruhlarında açtığı derin ve kapanmaz yaraları öykülüyor film ve bir geçmişle hesaplaşma hikâyesi üzerinden birçok ikili ilişkiyi anlatıyor. Cinsel tercihler, aşk ve yalnızlık filme iyi yedirilmiş. Almodovar atmosferine bir özenti seziliyor. Fakat o ölçüde derinlik ve naiflikten yoksun bir film bu. Süresi de fazla uzun. Senaryoda ciddi fazlalıklar var. Aşırı diyalog ve fazla yan karakter var yani… Eğer 120 dakika, en azından 90 dakikaya inip, yönetmen birçok şeyi filminden atabilseymiş, konusu ve yaklaşımı itibariyle iyi bir film çıkacakmış ortaya…
THE DARK
Almanya-İngiltere ortak yapımı film, Avrupa’dan gelen bir korku filmi. Teknik olarak, ürkütücü bir doğaüstü gerilim filmi olarak niteleyebiliriz. “Sheep” adlı bir romandan beyazperdeye uyarlanmış. Güzel aktris Maria Bello ve Sean Bean gibi iki oyuncusu var filmin. ‘The Dark’, Galler inanışlarına ait, yerel mistik mitlerden yola çıkan bir öykü anlatıyor. Ada ülkesinin yerel hurafe ve karanlık öykülerinin en ünlülerinden biri izlediğimiz. Kaybetmek ve kaybın verdiği derin acı hakkında aslında film. Ailesini bir araya getirmek için çırpınan bir kadın küçük kızını alıp tuhaf bir adam olan kocasının yanına Galler’in sessiz bir köyüne geliyor ve bir gün kızları Sarah, denizde kayboluyor. Baba, en azından kızının cesedini ulaşmak için onu denizlerde ararken anne ise kızının evin içinde bir yerlerde tutsak olduğuna dair kabuslar görüyor ve öğrendiği bir efsane ile ilgili bilgiler, küçük kızının kendisi ile iletişim kurmaya çalıştığını gösteriyor ona. Böylece tehlikeli bir arayış başlıyor. Ama bazen ölmek en iyisi… Film, bu yönüyle Stephen King’in romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Pet Sematary / Hayvan Mezarlığı’nı hatırlatıyor. Görüntüleri fotoğraf kalitesinde olan film, iyi oynanmış bir yapım. Fakat gereksiz tekrarlar, iyi kurulamamış atmosfer ve anlatım itibariyle iyi bir film olmanın kıyısından dönmüş.
ÖLÜM ÇIKMAZI
Öncelikle şunu belirmek gerekli: Vejetaryenler bu filmden uzak dursunlar. Korku türünün slasher alt türü, yani ellerinde kocaman bıçaklar, baltalar, kazmalar önüne geleni doğrayan arızalı insanların, kahramanı olduğu filmlerden biri bu. Eski klasiklerden ve yüzlerce benzerinden beslenip, türe hiçbir yenilik katmayan yapım, anlamsızca kanlı ve vahşet dolu. Bir taraftan da işin gereğini yapıyor film. Genç kuşak beyazperdede daha fazla kan istiyor ve talep karşılanıyor. Islahevinden özel izinle çıkan sekiz genç, cezalarının azaltılması koşuluyla yanlarındaki iki görevliyle birlikte yıllardır kullanılmayan harap bir oteli temizlemeye gidiyorlar. Fakat otelde onları dört gözle bekleyen biri var. Yıllar öncesinin efsane katili Kane, elinde kazması yeni kurbanlarını bekliyor, sonrası malum… Kan, ter ve gözyaşı… Psikopat katil Kane rolünde izlediğimiz oyuncu ‘Büyük Kırmızı Makine’ lakaplı yenilmez Amerikan Profesyonel Güreş şampiyonu Glen Jacobs. Pankreas’a benzeyen bu sert sporun ünlü ismi
Vizyonda bu hafta (14 Ağustos 2015)
Yedi yeni filmlik haftanın sadece tek filmi notlarımız arasında: Aksiyon ve korku yoğun Kanada yapımı tür kırması ‘The Afflicted / Dünyanın Sonu’. Başrolünü Ed Helms’in üstlendiği, mizah yüklü ‘aile’ macerası ‘Vacation / Tatil Zamanı’, Aktör Joel Edgerton’un yönetmen koltuğuna oturduğu ilk uzun metrajı, gizemli bir gerilim olan ‘The Gift / Geçmişten Gelen’, üç yerli yapım, Üç Harfliler: Marid’in devam filmi olan korku türündeki ‘Üç Harfliler 2: Hablis’, aksiyon türündeki ‘61. Bölge İntikam’, Hasan Tolga Pulat imzalı komedi ‘Merdiven Baba’ ile birlikte; animasyon meraklılarına seslenen ‘Barbie Rock’n Royals / Barbie Prenses ve Rock Star’ haftanın diğer yenileri. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
DÜNYANIN SONU
Çok yakın iki dost, Clif ve Derek, en büyük düşlerini gerçeğe dönüştürmek, dünyayı gezmek üzere yola düşerler. Hayatlarının yolculuğunu kayda alacaklar ve insanlarla paylaşacaklardır. İspanya’da başlayıp, Fransa’da süren yolculuk, kuzeybatı İtalya’nın güzel şehri Vernazza’da gerçek bir kabusa dönüşür. Beyninde ortaya çıkan ve nadiren rastlanan amansız bir hastalık dolayısıyla ölüme mahkum olan Derek, Paris’te bir gece birlikte olduğu gizemli Audrey’den, insanı, kana susayan bir yaratığa dönüştüren dehşet verici bir virüs almıştır. Virüs’ün kaynağını ve çaresini araştırırlarken, yolculukları, bir ölüm kalım serüvenine dönüşür. Aynı filmdeki gibi iki yakın dost olan Clif Prowse ve Derek Lee’nin yazdıkları, yönettikleri ve başrolleri paylaştıkları ilk uzun metrajları; korku-gerilim-aksiyon ve dram içeren bir tür kırması. Birlikte yönettikleri dört kısa filmin ardından, ödüllü bir tür kırması çeken ikili, birçok referanstan faydalanıp, doğallıktan asla uzaklaşmamayı başarıyorlar. Buluntu film konsepti içinde, biraz farklı bir dalga boyuna ulaşsalar da, metnin içini layıkıyla doldurmayı başaramıyor ikili. Teknik ayrıntı ve oluşlar, senaryoya üstün çıkıyor. Ailelerine, arkadaşlarına ve meslektaşlarına oyuncu kadrosunda yer vermeyi ihmal etmeyen ikiliye, ‘La vie d'Adèle / Mavi En Sıcak Renktir’den anımsayacağınız genç aktris Baya Rehaz’da eşlik ediyor. Kanada yapımının çekimleri, İtalya, Vernazza, Paris ve Barcelona’da gerçekleştirilmiş. Görüntü yönetmeni Norm Li, filmin başarılı isimlerinden. (2,5 / 5)
Vizyonda bu hafta (12 Ağustos 2016)
Yeni hafta, biri yerli beş filmle merhaba diyor! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
İlerleyen yaşına rağmen dur durak demeden kamera diyen dev sinemacı Woody Allen’ın tamamladığı yeni filmi ‘Cafe Society’, David Ayer’in yazıp yönettiği Will Smith’li aksiyon ‘Suicide Squad / Gerçek Kötüler’ ve yerli korku örneği ‘Lanetli Anahtar’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yapımları. Herkese tekrar iyi seyirler.
VERONIQUE’NİN İKİLİ YAŞAMI
Yedinci sanatın hakiki ‘auteur’lerinden, Polonyalı usta sinemacı Krzysztof Kieslowski’nin (1941-1996) 1991 tarihli filmi ‘La double vie de Véronique / Veronique’nin İkili Yaşamı’, yapımının yirmi beşinci yılı şerefine ilk kez ülkemizde ticari sinemalarda gösterime giriyor. Kieslowski sinemasının tipik filmlerinden biri olan dram, son derece zarif ve şiirsel yapısıyla dikkat çekici. Zarafetten gün be gün uzaklaştığımız günümüz fast-food dünyasında, kendine özgü, insancıl ve iyi ki sanat var dedirten filminde iki paralel öyküyü, aynı evrende izliyoruz. Polonya ve Fransa’da yaşayan iki genç kadın; Véronique ve Weronika’nın hikayeleri. Birbirlerini tanımayan iki kadın, aralarındaki mesafeye karşın, birbirlerinin varlığından haberlidirler adeta. Aralarındaki tuhaf benzerlikler, tek bir ruhun göstergesidir sanki. Düşünce ve rüyalarımızı paylaşan diğer yarımız ve hayatın sevgiyle işleyen gücü. Irène Jacob’un başrolü üstlendiği duygusal film, Kieslowski’nin sağ kolu, dev müzisyen Zbigniew Preisner’in eşsiz notalarıyla taçlandırılmış naif bir şiirdir işin aslı. Kieslowski’nin toplu şiirlerinden biridir diğer yandan. ‘Krótki film o milosci / Aşk Üzerine Küçük Bir Film’ ve ‘Trois Couleurs’ üçlemesi arasında bir yerdedir benim adıma örneğin. Nazim Hikmet’in ‘Yaşamaya Dair’idir Kieslowski filmi bir bakıma: ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak!’ Hemen sonra Cemal Süreya’nın dizeleri: ‘Ölüm geliyor aklıma birden ölüm. Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.’ Aşkın gerçekliği, insanın hayat denen yolculuktaki yeri, bizi tanımlayan küçük şeyler ve o küçük şeylerin büyük önemleri Tesadüf denen olgular, rastlantılar ve hemen her oluşun tesadüf olmadığı gerçeği. Omuz başımızda akan yaşam ve her an yok olup gideceğimiz gerçeğiyle bir olduğumuz ömürlerimiz. ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Altın Küre adayı olmuş, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’de, ‘En İyi Kadın Oyuncu’, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazanmış özel yapım, ‘has’ sinemaseverler için bir armağan ve kaçırılmaz bir fırsat kuşkusuz! (4,5 / 5)
VAHŞET GECESİ
Eve adlı genç kız, bir seks kölesi olarak, zincire vurulmuş vaziyette bir evin bodrumunda üzün süredir esir edilmiştir. Sapığının elinden kurtulmayı başaran genç kız, evden kaçmak üzereyken başka kızların fotoğrafları ve bir dizi anahtarla karşılaşınca kararını değiştirir ve silah zoruyla, sapığı da yanına alarak, ayrı evlerde tutulan diğer genç kızları kurtarmak üzere yola düşer. Fakat gerçek, göründüğünden daha beter bir kabus anlamı taşımaktadır. José Manuel Cravioto yönetimindeki korku-gerilimin başrollerinde Tina Ivlev ve Richard Tyson var. Kaçış sadece başlangıçtır diyen öykü, kapkara gerçeğin perdesi aralandıkça, ortaya çıkan zifiri karanlığı, ters köşe bir anlatıda işlemiş. Vaatleri finale doğru artan intikam mevzulu tür denemesi, öyküsündeki vahşeti törpülemeyi başarıyor ama benzerlerinden ayrılma konusunda vasatı zorluyor sadece. Kötü değil kesinlikle ama bir ‘oysaki’ hissiyatı bırakıyor bünyede son jenerikler akarken. (2,5 / 5)
MURAT ERŞAHİN