Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

12 MART 2021

11 Mart 2021 Perşembe 18:32
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Tam bir yıl geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle olacak! Yani ‘tarihte bu haftaya’ bakacağız! Bu hafta, 12 Mart 2010’a dönüyoruz ve on bir yıl önce bugün vizyona ne girmiş, tekrar anımsıyoruz…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

 

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Badlands / Kanlı Toprak

(Yönetmen: Terrence Malick / 1973)

The Swimmer / Aşıklar

(Yönetmen: Frank Perry / 1968)

The Graduate / Aşk Mevsimi

(Yönetmen: Mike Nichols / 1967)

Le Genou de Claire / Claire’nin Dizi
(Yönetmen: Eric Rohmer / 1970)

Nattvardsgästerna / Kış Işığı
(Yönetmen: Ingmar Bergman / 1963)

 

Güncel öneriler

Filmler:

Biggie: I Got a Story to Tell
(Yönetmen: Emmett Malloy)

İlk kez yayınlanan görüntüler ve derin röportajlar içeren bu belgesel, müzisyen Notorious B.I.G.’nin dümencilikten Rap müziğin kralı olmaya giden yolculuğunu ve hayatını kutluyor. Dr. Dre’den, Snoop Dog’a, Tupac Shakur’dan Jay-Z’ye Rap’ın efsanelerinin de yer aldığı müzikal biyografik belgesel kaçırılmamalı!

L’ultimo paradiso / Aşk ve İsyan
(Yönetmen: Rocco Ricciardulli)

1950’ler İtalya’sında özgür ruhlu, tutkulu bir adam aşk, adalet ve daha güzel bir yaşam hayalleri kurarken yasak bir ilişki her şeyi mahveder. Gerçek olaylardan uyarlanan İtalyan yapımı romantizm tutkunlarını memnun edebilir! Ferzan Özpetek filmlerinden aşina olduğunuz yakışıklı aktör Riccardo Scamarcio’ya, Valentina Cervi eşlik ediyor.

Akelarre / Kurtuluş Ayini
(Yönetmen: Pablo Agüero)

Bask Ülkesi, yıl 1609. Cadılıkla suçlanan bir grup kadın, engizisyon üyelerini Cadıların Şabatı’na tanıklık etme bahanesiyle kandırarak idamlarını erteletmeye çalışır. Aksiyonu yüksek dramatik macera, İspanya-Fransa-Arjantin ortak yapımı.

The Block Island Sound / Block Adası’nın Gizemi
(Yönetmen: Kevin McManus, Matthew McManus)

McManus kardeşler imzalı gizemli korku örneği, gerilim ve bilimkurgudan da besleniyor. Balıkçı Tom Lynch’in tuhaf davranışları Block Adası’nın kontrolüne girmiştir sanki! Şiddet dolu olaylar, ailesini tehlikeye atmasına da yol açacaktır. Türün hayranları için birebir!

Sentinelle / Nöbetçi
(Yönetmen: Julien Leclercq)

Fransa yapımı gerilimli aksiyonda başrolü Ukraynalı yıldız Olga Kurylenko üstleniyor. Ateş hattındaki travmatik bir görevin ardından eve gönderilen iyi eğitimli bir Fransız asker, kız kardeşine saldıran adamı yakalamak için ölümcül yeteneklerini kullanır.

 

Diziler:

Caïd / Gerçek Gangster
(Yönetmen: Ange Basterga, Nicolas Lopez)
Fransa yapımı suç öyküsü, sürükleyici aksiyon sahneleriyle yüklü! Buluntu görüntüler içeren bu sert ve gerçekçi dizide iki yönetmen, bir Rap müzisyeni için müzik klibi çekmek üzere çetelerin hâkim olduğu bir bölgeye sızar.

Bombay Begums
(Yönetmen: Alankrita Shrivastava)

Toplumun farklı kesimlerden gelen beş hırslı kadın; Mumbai'nin hayaller, arzular ve hayal kırıklıklarıyla dolu metropol yaşamında kendi yollarını bulmaya çalışacaklardır. Hint yapımı dram, ilgiyle izletiyor kendini.

A Perfect Crime / Detlev Rohwedder Suikasti
(Yönetmen: Jan Peter, Georg Tschurtschenthaler)

Almanya yapımı suç belgeseli, politikacı Detlev Rohwedder’in 1991’de, Almanya’nın çalkantılı yeniden birleşme döneminin tam ortasında öldürülmesini inceliyor. Kapkara ve çok çalışılmış sıkı bir dokümanter!

Brave New World
(Yönetmen: Grant Morrison, Brian Taylor, David Wiener)

Ünlü İngiliz yazar Aldous Huxley’in romanından uyarlanan gerilimi yüksek bilimkurgu, para, aile, tarih gibi kavramların ortadan kalktığı, barış ve istikrarın sağlandığı ütopik bir toplumda geçiyor. Dizinin başrolünü ‘Solo: A Star Wars Story’den tanıdığımız Alden Ehrenreich üstlenmiş.

Perry Mason
(Yönetmen: Timothy Van Petten, Deniz Gamze Ergüven)

Galli aktör Matthew Rhys’ın başrolü üstlendiği dizinin yönetmenlerinden biri ‘Mustang’ ve ‘Kings’ filmlerinden tanıdığımız Deniz Gamze Ergüven! 1931’de Los Angeles’ta geçen suç öyküsünde, en zorlu davaların bile başarıyla üstesinden gelen ceza avukatı Perry Mason’ın ele aldığı davalar ve yaşadığı maceralara tanık oluyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (12 Mart 2010)

Bu hafta vizyonda tam sekiz film var. Oscar galibi ‘Ölümcül Tuzak’, topladığı ödüllerin şerefine yeniden vizyona giriyor. ‘En İyi Erkek Oyuncu’ Oscar’lı ‘Çılgın Kalp’, Scorsese imzalı ‘Zindan Adası’, Jane Campion’un zarif filmi ‘Parlak Yıldız’, İki Oscar’lı ‘Precious’ haftanın yabancı filmleri. ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’, Yusuf Kurçenli’nin sekiz yıl aradan sonra ‘kamera’ dediği ‘Yüreğine Sor’ ve ‘Ay Lav Yu’ ise haftanın üç yerli yapımı. Hepinize iyi seyirler!

ÖLÜMCÜL TUZAK
‘Ölümcül Tuzak’, 2 Ekim 2009’da sessiz sedasız girmişti vizyona. Ardı sıra ödülleri toplayan ve ortalığı kasıp kavuran film, şimdi yeniden vizyonda. Orijinal adıyla ‘The Hurt Locker’, yılın en çok ses getiren işlerinden. 2008’de çekilmiş ödül avcısı film, ilkin Venedik Film Festivali’nde ‘Altın Aslan’ için yarıştı. Şu ana dek toplam 70 ödül kanan film, Oscar’lara da vurdu damgasını. Akademi üyelerinin çok sevdiği bu gerilimli savaş dramı, ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’inde aralarında olduğu toplam altı Oscar heykelciğinin sahibi olmayı başardı. Filmin yönetmeni Kathryn Bigelow’da Oscar tarihinde ‘En İyi Yönetmen’ ödülüne uzanan ilk kadın yönetmen olarak tarihe geçti. Fiziksel görünümüyle 59 yaşında olduğunu kanıtlaması için neredeyse tıp raporu isteyeceğiniz Bigelow, tam bir yönetmenlik başarısına imza atıyor ‘Ölümcül Tuzak’ta. Çekilmesi çok zor sahneleri, meseleye tamamen hâkim biçimde kotarıyor. Bu denli dominant bir kadının, eski eşi ve Oscar’lardaki rakibi James Cameron’a, ‘ev içinde zaman zaman kendini kötü hissettirdiği’ zor anlar yaşattığını tahmin etmek güç olmasa gerek. ‘Near Dark’, ‘Blue Steel’, ‘Point Break’, ‘Strange Days’ ve ‘K-19’ filmleriyle tanıdığımız Bigelow, filminde genç oyuncuların yanı sıra birçok önemli isme rol vermiş. Ama hepsine, kariyerlerine, popüler isimlerine bakmaksızın son derece mesafeli ve tavizsiz yaklaşmış belli ki… Önemli olanın elindeki öykü ve kafasındaki kurgu olduğunu bilen Bigelow, başrole taşıdığı Jeremy Renner’ın yanına Ralph Fiennes, Guy Pearce, David Morse gibi önemli aktörleri yerleştirmiş. Henüz açılış sahnesinde veya kadraja girdikten üç-beş dakika sonra hikâyeden çıkan bu ünlü isimler, filme ayrı bir hava katmayı başarıyorlar. Irak’ta, süregelen savaşın kaosunda, işin uzmanı askerlerden oluşan bir bomba imha birliğinin başından geçen gerilimli anlar filmin öyküsünü oluşturuyor. Kirli savaştan, savaşın ruhuna, insanın kötücül yanından, yaşanılan salt gerçeğe birçok önemli meseleye değinen yapımın senaryosu, sistemi yerden yere vuran ‘In the Valley of Elah / Tanrı’nın Vadisinde’yi de kaleme alan Mark Boal imzalı. Film, her şeyden öte; bir durum muhakemesi yapıyor: Orada olmak… Irak’ta, Amerikalı küçük adamın daha önce adını bile duymadığı kurak bir iklimde, bir çölde yalnız başına ölümü ve meçhul sonu bekleyişini izliyoruz. Yaşanan erkeklik durumlarına tanık oluyoruz. Bu belgesel gerçekliği, sizi çok etkiliyor gerçekten ama öte yandan bazı haklı sorular sormanıza neden oluyor. Sadece Amerikalıların öyküsü mü yaşanıyor Irak’ta? Film boyunca izlediğimiz Iraklı siviller, hep mesafeli bir çerçevenin içindeler. Artık sabah evden çıkıp, akşam yorgun eve dönen bir banka memuruna dönüşen Amerikalı askerin trajedisi yanında, Iraklının neler yaşayıp duyumsadığı oldukça ötelenmiş. ‘Orada yaşananları bir tek yaşayan anlar’ vaziyeti, dinamik, duygulu ve taviz vermeden oldukça sert anlatılmış. Burası tamam ama ‘ya orada yaşanan diğer gerçekler’. Perdede duran ‘gerçeğe’ yakışmayan bir durum bu. Her gün ölümle randevulaşan, hatta dalga geçen bomba imha uzmanı, 365 gününü geçirdiği cehennemi tabloda, aynen seyredecek bir diğer 365 güne hazırlanırken, Iraklı sivillerin yaşadığı aynı cehennem, aynı tonda hissedilmiyor perdede. Bazılarının militarist olarak nitelediği film, bu tartışmadan kaçamayacak doneler içeriyor. (Boal, bu kez öncesinde eleştirdiği sisteme göz kırpmış. Tanrı, orduyu ve Amerika’yı korusun senfonisi geliyor uzaklardan kulağa) Ama gerçek olan; perdeye yansıyan işin, son derece çalışılmış, hesaplanmış, çok çok iyi çekilmiş, etkileyici ve sarsıcı yanı olan bir öykü olduğu ve bu gerçek, kazanılan ödüller ve gelen eleştirilerle destekleniyor. Mesele, aynı yerde başka bir gerçeğin bu derece ‘gerçek’ ve ‘sarsıcı’ olarak durması…

PARLAK YILDIZ
Duyularla ilgili bir film Jane Campion’un ‘Parlak Yıldız’ı. 26 yaşındayken hayata veda eden ünlü İngiliz şair John Keats ve büyük aşkı Fanny Brawne’nin ilişkileri, şiirin ve duyguların gücü, inanılmaz bir duyarlılık ve hemen hemen bütün duyuları harekete geçiren enfes bir görsellik. Keats (1795-1821), ‘Güzellik doğruluktur, doğruluk ise güzellik hepsi bu. Yeryüzünde bildiğin ve bilmen gereken her şey’ der bir şiirinde. ‘Şiir duyularla anlaşılır’ der sonra romantik şair, sevdiği Fanny’nin, ‘şiirin nasıl bir şey olduğu’ sorusu karşısında. Verem olan kardeşine bakan Keats, Fanny Brawne’ye aşık olur ama lanet hastalığa kendi de yakalanmıştır. Kavuşmasız, temassız bir aşktır onların ki ama gerçek aşk bu değil midir zaten? Anlamaya çalışmak, bitişik odalarının duvarlarında birbirlerinin ellerini, dudaklarını aramak, birinin sevdiği kediyi daha sonra ötekinin okşaması… Aşkın tuhaf gizemi, Fanny’nin iplikleri ve Keats’in dizeleriyle karşımızdaki perdede ruhumuzu okşayan dingin bir görüntü harikası. ‘Aşk hiç biter mi?’ sorusu sonra… Greig Fraser’ın şiir görüntüleri, Ben Whishaw ve Abbie Cornish’in ‘gerçek’ performansları, Campion’un yetkinliği ve duygulara seslenen bir şiir-film. ‘Ağaçlar, bulutlar, tepelerle çevrili görünen / çok önce gördüğüm bir düş gibi soğuk, güzel, - tuhaf - kısa yaşanan solgun yaz, ama kazanılmış. / Kış sıtmasından, parlayan bir saate; ılık - mavi gökyüzü, yıldızlar ışık salmayan – her şey güzel…’

ÇILGIN KALP
Jeff Bridges’ın nihayet Oscar ile buluştuğu film, country şarkılarıyla süslü romantik bir dram. Thomas Cobb’un aynı adlı romanından uyarlanan filmi, aslen bir aktör olan Scott Cooper yönetmiş. ‘Hayat çok zor ve bu zorluğa dayanmak daha da zor’ diyen film, 60’larına gelmiş eski bir Country yıldızının öyküsü. Bencillikten sıyrılıp, başkaları için bir şeyler yapmaya uğraşan ‘yorgun bir müzisyenin’, ‘eski, güzel bir adamın’, ‘pişmanlıklar içinde savrulan yalnız bir yüreğin’ hikâyesi. Amerika’nın derin güney batısında bar bar gezip konserler veren ve şefkati viski şişelerinde arayan Bad Blake, bu durakların birinde dört yaşındaki oğluyla yaşayan, genç ve güzel gazeteci Jean ile karşılaşır. Birbirlerine aşık olurlar. Blake, artık hayatını ve geleceğini gözden geçirmek zorundadır… Hüzünlü bir film ‘Çılgın Kalp’. ‘Güç iş yaşamak’ diyen bir film. Aynı zamanda hayatın nüanslarıyla, hoşluklarıyla, gizliden gizliye görünmeyen anlamıyla ilgilenen bir film. İçten, numarasız, olduğu gibi, etkili ve alabildiğine hüzün dolu. İkinci Oscar’ını, Country üstadı T-Bone Bornett ve genç meslektaşı Ryan Bingham’ın besteledikleri ‘The Weary Kind’ adlı şarkıyla kazanan filmde, performansıyla Oscar adayı olan Maggie Gylllenhaal (ki insan bir ömür onun yanında kalabilir gibi hissediyor), büyük usta Robert Duvall ve Oscar’lı şarkıyı da bizzat seslendiren Colin Farrell, diğer önemli rolleri üstlenmişler. Biri için, sevdiklerimiz için ne olursa olsun ‘bir şey’ yapmanın, insanı iyileştirdiğine dair hoş bir masal sanki ‘Crazy Heart’. ‘Ben’den sıyrılıp, bilge bilge gülümseten bir film. Direkt kalbe seslenen şarkıları ve kurduğu inandırıcı dünyayla hep akılda kalıcı bir iş.

ZİNDAN ADASI
Bir adada kurulmuş akıl hastanesinde yaşanan gizemli olaylar. Kayıp bir hastanın başına gelenleri araştırırken kendi gerçeğiyle yüzleşen ve ‘ararken kaybolan’ bir adamın öyküsü. Kapkara gerilim, büyük usta Martin Scorsese imzası taşıyor. Yönetmenin son filmlerinin gözde başrol oyuncusu Leoanardo DiCaprio’nun başrolü üstlendiği gerilimli dram, 1950’li yıllarda, soğuk savaş döneminde geçiyor. Dennis Lehane’nin aynı adlı romanından perdeye uyarlanan gizem dolu yapımda DiCaprio’ya, Mark Ruffalo, Michelle Williams ve iki dev aktör, Ben Kingsley ille Max von Sydow eşlik ediyorlar. Bizi kovalayan geçmişimiz, faşizmin ve savaşın yok ettiği ruhlar, sevdiğimiz kayıplar karşısında başa çıkılamayan acılar, travmalara neden olan derin yaralar ve Gustav Mahler’in gecenin karanlığına ses veren notaları… İnsanlık suçlarının ruhu örselemesi gerçeği. Kabullenilmeyen trajediler. Hepsinden önemlisi; yaşadığımız zor hayat ve onun sert gerçekliğine, ruh donduran tarafına dayanmanın güçlüğü… Gizemli örgüsü itibariyle, Cronenberg’in 2002 tarihli ‘Spider’ını anımsattı bana ‘Zindan Adası’. Scorsese, ustalığını bilmem kaçıncı kez konuşturarak yine özel bir film yaratmış. Robert Richardson’un depresif görüntüleri, atmosferi destekleyen soundtrack, titiz sanat yönetimi, oya gibi işlenen bir öykü ve her dakika artan tedirgin edici bir gerilim. Yılın önemli filmlerinden biri…

YÜREĞİNE SOR
Yusuf Kurçenli’nin ‘Gönderilmemiş Mektuplar’dan sekiz yıl sonra izleyiciyle buluştuğu yeni filmi, yönetmenin doğduğu yerde, memleketinde, Rize’de geçiyor. Rize’ye bağlı Çamlıhemşin’de ve Ayder Yaylası’nda çekilen film, Kurçenli’nin çocukluğunda dinlediği hikâyelerden esinlenmiş. Gerçeküstü, masalsı oluşların, Anadolu’ya ait bir aşk öyküsüyle buluştuğu yapım, gerçekten iyi yazılmış bir öykü anlatıyor. 19. Yüzyılın sonlarında Doğu Karadeniz’de birbirini delice seven iki sevgiliyle tanışıyoruz. Esma ve Mustafa’yla… Büyük aşkın, döneme ve yöreye özgü büyük bir engeli var önünde: Mustafa bir Ortodoks, Esma ise Müslüman… Toplumsal ve tarihi koşulların engellediği büyük aşk… Gerçek aşkın, kavuşulmayan olduğunun altını çizen duygusal dram, yapım tasarımı, öyküsü ve oyuncuları ile kalburüstü bir yerli yapım. Colin Mounier’in enfes görüntüleri ve çalışılmış sanat yönetimiyle -ki kostümlere çok özen gösterilmiş- dikkat çeken “Yüreğine Sor”, sinemasını, dilini daha dinamik ve yeni kılabilseymiş, önemli bir örnek olacakmış. Yöresel müziğe gereğinden fazla yer verilmesi göze takılan bir diğer unsur. Yine de, emeği geçenleri kutlamak gerek görüşündeyim. İzlenmesi gerekli, sıcak, samimi, ‘bizden’ bir film duruyor perdede.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar