12 ARALIK 2014
Bu haftanın programından yerli tarihi savaş filmi ‘Kırımlı’, Güney Koreli usta yönetmen Kim Ki-duk’un Venedik’ten ödülle döndüğü sert dramı ‘Il-dae-il / Bire Bir’, üç boyutlu belgesel ‘African Safari / Safari Macerası’ ve yerli Muppet filmi olarak adlandırabileceğimiz ‘Rimolar ve Zimolar: Kasabada Barış’ adlı yapımlar, notlarımız arasında yer alamıyorlar. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
EXODUS: TANRILAR VE KRALLAR
Usta sinemacı Ridley Scott, Musa peygamberin hayatını ve Musevilerin Mısır’dan çıkıp, kutsal topraklara uzanan yolculuklarını, Tevrat’ın bölümlerinden esinlenerek taşımış perdeye.
Film, Musa ve birlikte yetişip, kardeş gibi büyüdüğü Ramses’le açılıyor. Babasının ölümünün ardından Firavun olan Ramses’in sağ kolu, danışmanı ve ordusunun komutanıdır artık Musa. Fakat cesur ve vicdanlı Musa, hükümdarlıkta köle olarak çalıştırılan İsrailoğulları’na yapılan eziyetleri gördükçe, farklı şeyler hissetmektedir. Kısa zamanda, kendisine başka bir gerçek açıklanır. O, bir İbranidir ve halkının yanında yer almalıdır. Firavun Ramses, Musa’nın gerçek kimliğini öğrendiğinde, bir zamanlar kardeşi gibi gördüğü insanı, çölde ölüme terk eder. Bir şekilde hayatta kalmayı başaran Musa, kendi hayatını kuracak ama kendisiyle konuşan Tanrının sesine kulak vererek, İbranileri özgürleştirmek, esaretten kurtarıp, onları kutsal topraklara götürmek için harekete geçecektir. Musa peygamberin dönüşümü, Tanrı ile olan konuşmaları, aydınlanıp, doğru olanı yapmaya başlaması, Tanrı’nın, zalim Mısır hükümdarlığına karşı kullandığı salgın hastalıklar, başkaldırı, toplu göç ve nihayet, Tanrı tarafından Musa’ya anımsatılan on emir, Tevrat’tan yola çıkarak yer almış perdede. Senaryosu, Adam Cooper, Bill Collage, Jeffrey Caine ve Steven Zaillian tarafından kaleme alınan Ridley Scott filminde Musa peygamber rolünü, hemen her rolün altından kalkmayı başaran Christian Bale üstleniyor. Çoğumuzun zihnine kazınmış Cecil B. DeMille imzalı 1956 tarihli klasik ‘The Ten Commandments / On Emir’in Hz. Musa’sı olan Charlton Heston ve 1923’ten bu yana perdede ve TV’de yer alan Musa karakterlerinden bir hayli ‘farklı’ bir peygamber olarak yer almış filmde Christian Bale. Musa’nın, kudretli bir Mısır prensiyken, sıradan bir adama, ama erdemli bir bilgeye dönüşme aşaması, ikna edici biçimde ‘gerçek’. Sanat yönetimi, üç boyutu içeren işçilik, efektler ve genel biçim, üst düzey. Bunda tabii ki, Polonyalı görüntü yönetmeni Dariusz Wolski’nin payı büyük. Ramses rolünde, Joel Edgerton’un rol aldığı tarihi macerada, Ben Kingsley, Aaron Paul, Sigourney Waever, Maria Valverde, John Turturro, Ben Mendelsohn, Dar Salim ve Hiam Abbas, zengin kadroyu oluşturan diğer isimler olarak öne çıkıyorlar. Fatih Akın imzalı ‘The Cut / Kesik’ filminde de izlediğimiz Kevork Malikyan, Musa peygamberin kayınpederi rolünde bu kez. Büyük prodüksiyon, Ridley Scott filmografisinde, üst sıralarda yer almasa da, kendine has, ‘farklı’ bir ruh taşıması, titiz genel yapım tasarımı ve ustalıklı hamleleriyle izlenir olmayı başarıyor. Filmini, hayata veda eden kardeşi, bir başka usta yönetmen Tony Scott’a adamış Ridley. Bu da, projenin derinliklerinde, Scott kardeşlerden büyüğünün, dünyadan göçüp gitmeyi seçmiş kardeşine gönderdiği içsel bir selam ve saygı duruşu barındırdığını düşündürebilir pekala bize! (3 / 5)
ÖZGÜRLÜK DANSI
İşçi sınıfının gür sesi, yetmiş sekiz yaşındaki İngiliz usta Ken Loach, iyi ki var, diye düşünüyor insan, ‘baba’ sinemacının her filminin son jeneriğinde! Cannes Film Festivali’nde ‘Altın Palmiye’ adayı olan tarihi dram, İrlandalı aktivist Jimmy Gralton’un, dönemin, günümüz dünyasının ve belki de hiç düzelmeyecek olan sistemin öyküsü… 1969 tarihli enfes filmi ‘Kes / Kerkenez’den bu yana, politik bakışıyla, öfkesinden en ufak bir parça yitirmeyen Loach; o aynı cesur, fikri ve vicdanı hür bakışıyla, anlatmayı, tespit etmeyi ve umut vermeyi sürdürüyor. 1921’de iç savaşın eşiğinde olan ülkesi İrlanda’da, şarkılar söylenen, boks dersleri verilen, dans edilen ve başta şiir olmak üzere edebiyat söyleşilerinin düzenlendiği ‘halk salonu’ açıp işleten politik aktivist Jimmy Gralton, tutucu Katolik kilisesi, feodal beyler ve bütün o fanatik kalabalık yüzünden, ülkesini terk edip Amerika’ya gitmek zorunda kalmıştır. 1932’de geri döndüğünde, artık ‘rahat duracağı’ düşünülse de, o; özellikle gençlerin baskısıyla; halk salonunu yeniden açar ve değirmenlere karşı durmaya, mücadele etmeye devam eder. Bu zorlu yolda, unutamadığı aşkı Oonagh ve dostları, ona büyük destek verirler. Donal O’Kelly’nin sahne oyunundan, Loach’un sıkı dostu ve gedikli senaristi Paul Laverty’nin kaleme aldığı öyküde başrolü, Barry Ward üstleniyor. Simone Kirby, Jim Norton ve Andrew Scoot, kadronun öne çıkan diğer isimleri. Usta kompozitör George Fenton’un müziği ve Robbie Ryan’ın kamerasıyla daha da değerlenen film, insanı ve aydınlığı görmezden gelen, vahşi sisteme inatla direnen Loach’un sinema lezzetini bir kere daha tatmak için kaçırılmayacak bir fırsat. İçli, güçlü, özgürlük aşkıyla dolu, hınzır, dürüst, hakiki mi hakiki, umut yüklü, serseri, yaman bir dost, orijinal adıyla ‘Jimmy’s Hall’ (4 / 5)
FAKAT MÜZEYYEN BU DERİN BİR TUTKU
İlk kitabını bitirme gayretindeki Arif, bir otel odasında yaşamakta, zamanının büyük kısmını hayat ve kadınlar üzerine fikirler üreterek geçirmektedir. İlişkiler konusunda net cevaplar bulamayan Arif, Müzeyyen’le tanışmasıyla birlikte, hayatındaki değişimi fark eder ve bu yeni ilişkinin, güvenli kollarına bırakır kendini. ‘Geriye Kalan’ adlı ‘gayet kişilikli ve güçlü’ ilk filmiyle sesini duyuran Çiğden Vitrinel ile sinema yazarı, sevgili meslektaşım Ceyda Aşar’ın, İlhami Algör’ün aynı adlı kısa romanından ‘esinlenerek’ uyarladıkları senaryoyu, yine Vitrinel yönetmiş. Başrolleri, Erdal Beşikçioğlu ile Sezin Akbaşoğulları’nın üstlendikleri romantik dramın oyuncu kadrosunda, usta aktris Derya Alabora ile birlikte Ege Aydan ve aynı zamanda filmin müziklerine de imza atan Harun Tekin yer alıyorlar. Öyküde, ‘erkeğin hallerini’ tiye alan bir yapı var. Bu bakışın kısmen ‘feminist’ bir duruş sergilediği düşünülse de, sağlam bir zemine oturmayan ve ayakları yere basmayan oluşlar, gerçekle olan ilişkinizin sorgulanmasına yol açıyor. Bir yayınevi editörünün asistanlığını yapan genç kızın altındaki değerli antika araba, emek kavramıyla ilgisi olmayan ve gündelik hayatın nasıl sürdüğünü tamamen hayal gücümüze bırakmış karakterler, ben levrek yiyeyim, ben şarap içeyim, kahve yeterli, gibi ‘evimiz Hollywood’da diyaloglarıyla bezenerek, yabancılaştırıyor bizi perdede duran resme. Bir de kıyısından köşesinden, ‘yaptım oldu’lu, değinilmesi bir prestij sayılacak, moda olan, popüler toplumsal değiniler durumu! Soundtrack’e iliştirilen ‘The Chapul Song’ ve sokaklarda anlık izlenen ‘gezi’ göndermeli duvar yazıları. Güçlü kadın imgesinin, egoist ve küstah bir söylemle buluşarak, son derece kendini seven, düşüncesiz bir figür halinde çakılması zihne. Aynı şekilde, ‘onur’ denen kavramla ilişkisini kesmiş, büyük harfli anlamları, küçük harfli oyunlarda arayan, sokak serserisi erkek. Tutku ve aşkın, perdede kaybolan büyüsü. Marie Claire, Vogue, Elele, Cosmopolitan, Cosmogirl dergilerindeki gibi şablon erkek, kadın ve aşk puntoları… Aşkın indirgendiği ve satıldığı pazar yeri. Gayri safi milli hasılanın ve insani ivmenin hesaplanmadığı, Los Angeles sokaklarında geçtiği varsayılan öykü ve karakterler, o derece uçucu ve ‘rahatsız ki’, son jenerikler akarken, aşk, tutku ve kadın-erkek ilişkisi üzerine bilip, kafa yorduğunuz hemen her şeyi çöpe atma tedirginliğinden ve ‘demek böyleymiş bu hikaye’ demekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Bir şekilde biz de yaşıyoruz çok şükür diyorsunuz öte yandan, başucu kitabınız ‘Aylak Adam’ı bilmem kaçıncı kez karıştırırken örneğin. Bu ‘yaşamak’ denen olgu buysa, belki de sadece nefes alıp veriyoruz biz, kim bilir? Onlar, bakışlarını; garsona çevirmeden, masalarına levrek ve şarap sipariş edip, ‘aşklarını’ yaşamaya devam ederlerken, aynı A. Kadir’in önem ve değerini asla yitirmeyecek o insancıl, hakiki ve doğru dizelerindeki gibi bizim halimiz çokça: ‘Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, bir iner bir çıkarım bu yokuşu. Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, kazanırım çocuklarıma ekmek parası...’ (1,5 / 5)
YAĞMUR: KIYAMET ÇİÇEĞİ
Birbirinden farklı karakter ve olayların, bir ortak noktada buluşup, etkileşimde bulundukları ve birbirlerini tetikleyip, müşterek bir kaderi paylaştıkları öykülerin yerli örneği olan yapım, senarist ve yönetmeni Onur Aydın’ın ilk sinema filmi. 21. Adana Altın Koza Film Festivali’nden, ‘Halk Ödülü’ ve ‘SİYAD Ödülü’ ile dönen dram, belki de çağın en trajik felaketlerinden biri olan Çernobil faciasıyla açılıyor. Korkunç kazanın ardından, kansere yakalanan eşini yitiren Ukraynalı Elena, oğlunun da kansere yakalandığını öğrendiğinde, bir umut peşinde, soluğu Trabzon’da alıyor. Oğlunu tedavi ettirmek için, her türlü zorluğa göğüs germeye kararlı kadın, Trabzonspor’da futbol oynama hayaliyle yanıp tutuşan genç futbolcu Şenol ile tanışıyor. 1995-96 yılında emin adımlarla şampiyonluğa yürüyen Trabzon şehrinde müthiş bir heyecan yaşanıyor aynı anda. Şenol’un ağabeyi Ahmet ise, hemen her şeyini, tuttuğu takıma bağlamış bir amigo. Bir yanda ise, müziği, fikirleri ve kişiliği ile herkesin sevgilisi olmuş idealist Kazım Koyuncu, yöre halkının vicdanı adeta. Bir felaketin tetiklediği oluşların, bir kentin kaderiyle kesişmesinin öyküsü, bazı anlar etkili, bazı anlar ise bir TV filmi estetiği ile buluşuyor bizimle. Kazım Koyuncu’nun, ana öyküye bir çeşni olarak eklenmesi ise popüler bir çıkış olarak tasarlanmış sanki. Engin Hepileri, Elena Viunova, Erkan Kolçak Köstendil, Sevtap Özaltun, Rıza Sönmez, Ruhi Sarı, Devrim Saltoğlu ile usta aktörler Settar Tanrıöğen ve Altan Erkekli’nin önemli rolleri üstlendikleri duygusal dram, temiz çekilmiş ama ticari bir hezeyanın etkisinde kalmış sanki. İzlenir olmayı başarıyor son tahlilde. (2 / 5)
MURAT ERŞAHİN