12 AĞUSTOS 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Stagecoach / Cehennem Dönüşü
(Yönetmen: John Ford / 1939)
Bureau of Missing Persons
(Yönetmen: Roy Del Ruth / 1933
True Grit / İz peşinde
(Yönetmen: Henry Hathaway / 1969)
The Wild Bunch / Vahşi Belde
(Yönetmen: Sam Peckinpah / 1969)
Fitzcarraldo
(Yönetmen: Werner Herzog / 1982)
Vizyonda bu hafta (12 Ağustos 2022)
İkisi yerli yapım olmak üzere, toplam altı yeni film merhaba diyor bu hafta izleyiciye!
İstanbul dışında bulunduğumdan dolayı yeni haftanın filmlerine sadece yapım notlarıyla değineceğim!
Hindistan’ın ‘Forrest Gump’ı olarak nitelenecek duygusal komedi dram ‘Laal Singh Chaddha’yı Advait Chandan yönetmiş. Laal ve bekâr annesi arasındaki eşsiz bağ üzerine kurulmuş ve güçlü değerlerle sertleşmiş bir çocukluğu içeren hikâye, hayatın birçok zorluğunun üstesinden gelen Laal’in sevgisini, masumiyetini ve kaderini konu alıyor. Yol boyunca karşılaştığı insanların kalplerini kazanırken bize de herkesin, en olasılık dışı olan insanların bile bir hikâyesi olduğunu hatırlatıyor. Başrolleri Aamir Khan ve Kareena Kapoor üstleniyorlar.
Martin Schreier’ın yönettiği ‘Traumfabrik / Aşk ve Savaş’, romantik tatlar içeren bir melodram. İşsiz ve beş parasız şekilde ordudan dönen Emil, arkadaşının çalıştığı sette figüranlık yapmaya başlar. Sette Fransız dansçı Milou’yla karşılaşır ve ilk görüşte aşık olur. Milou da kendisine karşı boş değildir ve romantik bir randevu için sözleşirler. Berlin’in batısında bir otelde kalan Milou, randevu saatinde yola çıktığında bir grup askerin sınırı kapattığını görür. 1961 Berlin krizinin, aşklarının arasına duvar öreceğinden haberi olmayan Milou çaresizce Fransa’ya döner. Olan bitenden çok geç haberi olan Emil, Milou’yu tekrar görebilmek için sahte bir kimlikle yönetmenlik yapmaya karar verir. Hayatının aşkını tekrar Berlin’e getirebilmenin tek yolu, bir film çekmektir. Dennis Mojen ve Emilia Schüle, oyuncu kadrosunun öne çıkan isimleri.
Bilimkurgu esintileriyle renklendirilmiş romantik ve müzikal öykü ‘Press Play / Sıradaki Şarkı’, Güney Kore ve ABD ortak yapımı. Greg Björkman’ın ilk uzun metraj kurmaca yönetmenlik denemesinde başlıca rollerde Lewis Pullman, Christina Chang ve usta aktör Danny Glover’ı izleyeceğiz. Müzik, zamanda yolculuk ve aşk…
‘Behind You / Korku Evi’, Andrew Mecham ve Matthew Whedon’un birlikte yazıp yönettikleri bir korku denemesi! Geçmişte ailesini rahatsız eden kötülüklerin serbest kalmasına neden olan iki kız kardeşin hikâyesinde Addy Miller, Elizabeth Birkner ve Jan Broberg rol alıyorlar.
Hazal Özbal, Ezgi İrem Mutlu, Doğukan Oltulu ve Levent Kahraman; Uğur Kaplan imzası taşıyan yerli korku öyküsü ‘Ma-Şer’in oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar. Üniversite öğrencisi Hande, sosyal antropolojinin tartışma konularından biri olan, ‘büyü’ meselesi üzerine bir tez yazacaktır. Bu tezi farklı kılan nokta ise, işi uygulamaya koyacak olmasıdır. Hande bunun için, sahaftan çaldığı antika bir büyü kitabını kullanır ve kendisine büyü yaptırmak için üç arkadaşını ikna eder. Ancak işler tahmin ettiği gibi gitmez.
Neşe ve arkadaşları, büyük bir partinin hazırlığındadır. Onlar evi ışıl ışıl süslerken, davetsiz bir misafir kapılarını çalar. Ancak gelen çocuğu kimse tanımamaktadır. Kapıdaki yabancı, bir hata sonucu hafızası silinen, masal diyarından gelen bir prenstir. Burak Kuka’nın yönettiği fantastik öykü ‘Masal Şatosu: Gizemli Misafir’ adını taşıyor. Ecrin Su Çoban, Gülse Göçer, Ozan Varol ve Dolunay Soysert, çocuklar başta olmak üzere hemen her yaşa seslenen yapımın oyuncuları.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On altı ve altı yıl önceye; 2006 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (11 Ağustos 2006)
AYRILIK
Vince Vaughn ve Jennifer Aniston’u bir araya getiren ve iki aktrisin özel hayatlarında birlikte olmalarına vesile olan film, ‘Ayrılık’ adını taşıyor. Romantik komedi (anti-romantik komedi de diyebiliriz) bir ayrılığın anatomisi olarak da tanımlanabilir. Bir zamanlar birbirlerine deli gibi aşık, mutlu bir çift olan Gary ve Brooke aynı evi paylaşmaya başladıkları zaman, artık paylaşabilecekleri pek az şey kaldığını fark ederler. Evde başlayan huzursuzluklar ve kavgalar, ailelerinin ve aile dostlarının, arkadaşlarının araya girmeleri ve tavsiyeleriyle daha da kötü sonuçlar doğurur. Vince Vaughn’un aynı zamanda yapımcısı olduğu zaman zaman hüzünlü olabilen film, aktörün doğup büyüdüğü Chicago’da geçiyor. Şehir, filme ciddi bir fon oluşturuyor. Renee Zellweger ve Ewan McGregor’lu Rock Hudson ve Doris Day filmlerine saygu duruşunda bulunan ‘Down With Love’ adlı romantik komediyle adını duyuran Peyton Reed, filmin yönetmeni… Ülkesinde gişe başarısı da elde eden film, her ilişkinin başladığı an bittiği noktasını kaşıyarak, ayrılığın kötü bir şey değil, bazen bir mecburiyet olduğunu ve en önemlisi ‘birlikte olmak’ kadar doğal bir şey olduğunun altını çiziyor. Ve zor olanın birlikte olmak değil, birlikte kalmak olduğunu bir kez daha duyumsuyor insan… Dan Franck’ın 1994’te beyazperdeye de uyarlanan ve başrollerini Isabelle Huppert ve Daniel Auteuil’ün paylaştıkları ‘Ayrılık’ adlı lezzetli romanında altını çizdiği gibi: Sadece gerçek bir kopuş insanı olgunlaştırabilir.
YÜREĞİMDEKİ CANAVAR
Bu yıl ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ı için yarışan İtalyan filmi, 25. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de Altın Lale için de yarışmıştı. Ülkemizde Ferzan Özpetek filmleriyle tanınan güzel gözlü oyuncu Giovanna Mezzogiorno’nun başrolde olduğu film, çarpıcı bir aile dramı. Mezzogiorno’ya Venedik Film Festivali’nde ‘En iyi Kadın Oyuncu’ ödülü getiren Sabina rolü, geçmişinin karanlık köşelerinden kaçamaya çalışan ve bu karanlık anların ağırlığı altında ezilen genç bir kadını beyazperdeye taşımış. Filmi yazan ve yöneten Christina Comencini. Ensest bir ilişkinin, sapkın bir aile içi ilişkinin, kocaman insanlar olmuş çocukların ruhlarında açtığı derin ve kapanmaz yaraları öykülüyor film ve bir geçmişle hesaplaşma hikâyesi üzerinden birçok ikili ilişkiyi anlatıyor. Cinsel tercihler, aşk ve yalnızlık filme iyi yedirilmiş. Almodovar atmosferine bir özenti seziliyor. Fakat o ölçüde derinlik ve naiflikten yoksun bir film bu. Süresi de fazla uzun. Senaryoda ciddi fazlalıklar var. Aşırı diyalog ve fazla yan karakter var yani… Eğer 120 dakika, en azından 90 dakikaya inip, yönetmen birçok şeyi filminden atabilseymiş, konusu ve yaklaşımı itibariyle iyi bir film çıkacakmış ortaya…
THE DARK
Almanya-İngiltere ortak yapımı film, Avrupa’dan gelen bir korku filmi. Teknik olarak, ürkütücü bir doğaüstü gerilim filmi olarak niteleyebiliriz. ‘Sheep’ adlı bir romandan beyazperdeye uyarlanmış. Güzel aktris Maria Bello ve Sean Bean gibi iki oyuncusu var filmin. ‘The Dark’, Galler inanışlarına ait, yerel mistik mitlerden yola çıkan bir öykü anlatıyor. Ada ülkesinin yerel hurafe ve karanlık öykülerinin en ünlülerinden biri izlediğimiz. Kaybetmek ve kaybın verdiği derin acı hakkında aslında film. Ailesini bir araya getirmek için çırpınan bir kadın küçük kızını alıp tuhaf bir adam olan kocasının yanına Galler’in sessiz bir köyüne geliyor ve bir gün kızları Sarah, denizde kayboluyor. Baba, en azından kızının cesedini ulaşmak için onu denizlerde ararken anne ise kızının evin içinde bir yerlerde tutsak olduğuna dair kâbuslar görüyor ve öğrendiği bir efsane ile ilgili bilgiler, küçük kızının kendisi ile iletişim kurmaya çalıştığını gösteriyor ona. Böylece tehlikeli bir arayış başlıyor. Ama bazen ölmek en iyisi… Film, bu yönüyle Stephen King’in romanından beyazperdeye uyarlanan ‘Pet Sematary / Hayvan Mezarlığı’nı hatırlatıyor. Görüntüleri fotoğraf kalitesinde olan film, iyi oynanmış bir yapım. Fakat gereksiz tekrarlar, iyi kurulamamış atmosfer ve anlatım itibariyle iyi bir film olmanın kıyısından dönmüş.
ÖLÜM ÇIKMAZI
Öncelikle şunu belirmek gerekli: Vejetaryenler bu filmden uzak dursunlar. Korku türünün slasher alt türü, yani ellerinde kocaman bıçaklar, baltalar, kazmalar önüne geleni doğrayan arızalı insanların, kahramanı olduğu filmlerden biri bu. Eski klasiklerden ve yüzlerce benzerinden beslenip, türe hiçbir yenilik katmayan yapım, anlamsızca kanlı ve vahşet dolu. Bir taraftan da işin gereğini yapıyor film. Genç kuşak beyazperdede daha fazla kan istiyor ve talep karşılanıyor. Islahevinden özel izinle çıkan sekiz genç, cezalarının azaltılması koşuluyla yanlarındaki iki görevliyle birlikte yıllardır kullanılmayan harap bir oteli temizlemeye gidiyorlar. Fakat otelde onları dört gözle bekleyen biri var. Yıllar öncesinin efsane katili Kane, elinde kazması yeni kurbanlarını bekliyor, sonrası malum… Kan, ter ve gözyaşı… Psikopat katil Kane rolünde izlediğimiz oyuncu ‘Büyük Kırmızı Makine’ lakaplı yenilmez Amerikan Profesyonel Güreş şampiyonu Glen Jacobs. Pankreas’a benzeyen bu sert sporun ünlü ismi 2.06 cm. boyunda ve 150 kilo. Yapıma, onu ve canlandırdığı tipi sinemaya kazandırmak için çekilmiş bir film olarak da bakabiliriz.
Vizyonda bu hafta (12 Ağustos 2016)
Yeni hafta, biri yerli beş filmle merhaba diyor! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
VERONIQUE’NİN İKİLİ YAŞAMI
Yedinci sanatın hakiki ‘auteur’lerinden, Polonyalı usta sinemacı Krzysztof Kieslowski’nin (1941-1996) 1991 tarihli filmi ‘La double vie de Véronique / Veronique’nin İkili Yaşamı’, yapımının yirmi beşinci yılı şerefine ilk kez ülkemizde ticari sinemalarda gösterime giriyor. Kieslowski sinemasının tipik filmlerinden biri olan dram, son derece zarif ve şiirsel yapısıyla dikkat çekici. Zarafetten gün be gün uzaklaştığımız günümüz fast-food dünyasında, kendine özgü, insancıl ve iyi ki sanat var dedirten filminde iki paralel öyküyü, aynı evrende izliyoruz. Polonya ve Fransa’da yaşayan iki genç kadın; Véronique ve Weronika’nın hikayeleri. Birbirlerini tanımayan iki kadın, aralarındaki mesafeye karşın, birbirlerinin varlığından haberlidirler adeta. Aralarındaki tuhaf benzerlikler, tek bir ruhun göstergesidir sanki. Düşünce ve rüyalarımızı paylaşan diğer yarımız ve hayatın sevgiyle işleyen gücü. Irène Jacob’un başrolü üstlendiği duygusal film, Kieslowski’nin sağ kolu, dev müzisyen Zbigniew Preisner’in eşsiz notalarıyla taçlandırılmış naif bir şiirdir işin aslı. Kieslowski’nin toplu şiirlerinden biridir diğer yandan. ‘Krótki film o milosci / Aşk Üzerine Küçük Bir Film’ ve ‘Trois Couleurs’ üçlemesi arasında bir yerdedir benim adıma örneğin. Nazim Hikmet’in ‘Yaşamaya Dair’idir Kieslowski filmi bir bakıma: ‘Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak!’ Hemen sonra Cemal Süreya’nın dizeleri: ‘Ölüm geliyor aklıma birden ölüm. Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.’ Aşkın gerçekliği, insanın hayat denen yolculuktaki yeri, bizi tanımlayan küçük şeyler ve o küçük şeylerin büyük önemleri Tesadüf denen olgular, rastlantılar ve hemen her oluşun tesadüf olmadığı gerçeği. Omuz başımızda akan yaşam ve her an yok olup gideceğimiz gerçeğiyle bir olduğumuz ömürlerimiz. ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Altın Küre adayı olmuş, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes’de, ‘En İyi Kadın Oyuncu’, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazanmış özel yapım, ‘has’ sinemaseverler için bir armağan ve kaçırılmaz bir fırsat kuşkusuz! (4,5 / 5)
VAHŞET GECESİ
Eve adlı genç kız, bir seks kölesi olarak, zincire vurulmuş vaziyette bir evin bodrumunda üzün süredir esir edilmiştir. Sapığının elinden kurtulmayı başaran genç kız, evden kaçmak üzereyken başka kızların fotoğrafları ve bir dizi anahtarla karşılaşınca kararını değiştirir ve silah zoruyla, sapığı da yanına alarak, ayrı evlerde tutulan diğer genç kızları kurtarmak üzere yola düşer. Fakat gerçek, göründüğünden daha beter bir kabus anlamı taşımaktadır. José Manuel Cravioto yönetimindeki korku-gerilimin başrollerinde Tina Ivlev ve Richard Tyson var. Kaçış sadece başlangıçtır diyen öykü, kapkara gerçeğin perdesi aralandıkça, ortaya çıkan zifiri karanlığı, ters köşe bir anlatıda işlemiş. Vaatleri finale doğru artan intikam mevzulu tür denemesi, öyküsündeki vahşeti törpülemeyi başarıyor ama benzerlerinden ayrılma konusunda vasatı zorluyor sadece. Kötü değil kesinlikle ama bir ‘oysaki’ hissiyatı bırakıyor bünyede son jenerikler akarken. (2,5 / 5)
İlerleyen yaşına rağmen dur durak demeden kamera diyen dev sinemacı Woody Allen’ın tamamladığı yeni filmi ‘Cafe Society’, David Ayer’in yazıp yönettiği Will Smith’li aksiyon ‘Suicide Squad / Gerçek Kötüler’ ve yerli korku örneği ‘Lanetli Anahtar’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yapımları. Herkese tekrar iyi seyirler.
MURAT ERŞAHİN