11 NİSAN 2014
33. İstanbul Film Festivali’nin bütün hızıyla sürdüğü günlerde, vizyona yansıyan yeni film sayısı, sekiz. Sevilen animasyonun devam filmi olan ‘Rio 2’, yerli yapımlar ‘Hayat Sana Güzel’ ve ‘Kendime İyi bak’ ile geçtiğimiz yıl içinde hayata veda eden Paul Walker’ı başrolde izleyeceğimiz ‘Vehicle 19 / Hızlı ve Korkusuz’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan filmleri. Festival programında da yer alan, Wes Anderson’un son harikası ‘Büyük Budapeşte Oteli’, Nicolas Cage’in yeniden doğuşunu müjdeleyen ‘Joe’, bilimkurguya kusursuza yakın bir aksiyon eklemeyi başaran ‘Kaptan Amerika: Kış Askeri’ ve korku-gerilim meraklılarına seslenen ‘Hayaletli Ev’, notlarımızda sizleri bekleyen diğer yeni yapımlar. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini asla bırakmayın. Herkese iyi seyirler!
BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ
Sadece, enfes bir film, kişilikli bir yedinci sanat örneği değil Wes Anderson’un sekizinci uzun metrajı; aynı zamanda, perdeye yazılmış, tadına doyulması güç bir edebiyat eseri, pamuklar arasında korunması gerekli bir hayal mahsulü! Berlin Film Festivali’nde, ‘Jüri Büyük Ödülü’nü kazanmış yapım, ünlü yazar Stefan Zweig’ın eserlerinden esinlenerek yansımış perdeye. Karısı Lotte ile birlikte, 1942’de, henüz 41 yaşındayken, Avrupa’nın ve dünyanın içine düştüğü faşizm illetine üzüntüsünden, çaresiz hissetmesinden ve hayata karşı duyduğu düş kırıklığı yüzünden, yaşamına son veren Zweig’ın toplu eserlerinin ruhu sinmiş Anderson’un filmine. Zweig’ın intiharı, sanırım, bu zarif sanatçının; faşizmi, bir dünya düzeni olarak kalıcı sanmasının insancıl karamsarlığından ve kendi iç dünyasının, bir daha asla aynı şekilde varolmayacağını düşünmesinden kaynaklanmıştır. Bu son derece insancıl bir yok oluş seçimi. Wes Anderson da, yeni filminde, yeryüzünde yaşayan son naif, iyi, ince, sorumlu ve düzgün insanla, Büyük Budapeşte Oteli’nin efsane müdürü, titiz yöneticisi Bay Gustave ile tanıştırıyor bizleri. Yirminci yüzyılın en zorlu günlerinde, faşizmin, ölümcül bir illet olarak, Avrupa’nın üzerine, karanlık gölgesini düşürmeye başladığı zamanlarda, Büyük Budapeşte Oteli eksenli bir öykü kaleme almış, Wes Anderson ve Hugo Guinness. Otel’de yıllar önce belboyluk yapan ve daha sonra otelin sahibi olan Zero Mustafa’nın anlattığı ilginç hikaye, polisiyeden gerilime, dramdan, komediye pek çok tadı içeriyor. Bay Gustave ve yardımcısı Zero Mustafa’nın, kötülerle savaşımı ve hak arayışları, son derece özenli bir sanat yönetimi, daha doğrusu kusursuz bir yapım tasarımıyla desteklenmiş. Renk paletinden, dekora, kostümden, makyaja, eşsiz bir sanat çalışması sunuyor yapım. Ralph Fiennes, başrolde. Oyuncu kadrosunun geneli ise tek kelimeyle fantastik! F. Murray Abraham, Tilda Swinton, Adrien Brody, Mathieu Amalric, Willem Dafoe, Jeff Goldblum, Jude Law, Harvey Keitel, Bill Murray, Edward Norton, Saoirse Ronan, Jason Schwartzman, Léa Seydoux, Tom Wilkinson, Owen Wilson, Bob Balaban ve genç yetenek Tony Revolori, kadroyu oluşturan, bazen sadece tek planda karşımıza çıkan, dev isimler. Haksızlık, baskı, faşizm, ihanet, öfke, nobranlık ve kötülük dolu bir yer dünya, diyor Wes Anderson ve öyküsünün içinde, insanlığın aslında artık yaşamadığını, son düzgün ve gerçek insan olan Bay Gustave’ın da, artık aramızda olmadığını vurgularken, yürek ısıtan bir öykü anlatmaktan da geri kalmıyor. İncelik zamanlarına elveda dediğimiz, acımasız ve zarafetten eser barındırmayan fast food çağında, iç burkan ama hüzünle gülümseten bir film olmuş ‘Büyük Budapeşte Oteli’. Eski çağlardan kalma eşsiz bir antika vazo gibi. Sindirilmesi ve bünyedeki etkisi açısından, izlendikten sonra bir müddet nadasa yatılması, bir süre üzerine düşünülmesi ve yüreğinizin iç cebinde saklanması zorunlu bir film. Sinema sanatının varlığını anımsatan ve geleceğe kalacak, soylu yapımlardan biri kuşku yok ki! Eski zamanlar gibi güzel… (5 / 5)
JOE
Amerika’nın güneyinin, daha doğrusu derin Amerika’nın röntgeni, belki de daha düzgün bir tanımla MR’ı olmuş, ‘Joe’. En son, 2013 tarihli ‘Prince Avalanche / Yolların Prensi’ filmini izlediğimiz, son derece ‘duyarlı’ sinemacı David Gordon Green imzalı ‘sıkı’ dram, kirli, pis kokan, son derece sert bir gerçekliğe ayna tutuyor. Kirli, netameli mekanlar ve insanlar, hatta sürekli havlayan, kavgacı köpekler var öykünün tam ortasında. Ana karakterimiz Joe, iyi bir insan! Dünya bırakmıyor ki ‘yaşasın’; kendini otorite sanan düzenin piyonlarıyla arası iyi değil; haksızlığa ve yalana sinirleniyor. Düzgün ve emeğinle yaşamanın ne denli önemli bir duruş olduğunun farkında. Şirketler adına, ağaç zehirleme işi yapıyor Joe. Artık yaşamayan, ölmüş ağaçlara son darbeyi, zehirle vuruyor. Yanında, yoksul, dürüst ve çalışkan emekçiler çalıştırıyor. Günün birinde on beş yaşını süren, sebatkar ve iyi niyetli Gary Jones ile tanışıyor. Gary’nin babası Wade ise, kötü biri. Alkolik, ailesine zara veren, onları döven asalak bir baş belası. Oğlunu da rahat bırakmamaya kararlı. Sefalet içindeki hayatında, umutla çalışan Gary ile bir dostluk kuruyor Joe. Hiç sahip olmadığı oğlu yerine koyuyor çocuğu. Farklı bir şeyler olduğunu anlıyor onda. Kararlılık, bozulmamışlık ve iyilik. Fakat çevredeki kir, kısa sürede her ikisine de bulaşınca, trajik bir çözülme anına savruluyor oluşlar. Emek yoğun filmde başrolü üstlenen Nicolas Cage, yılların acısını çıkarırmışçasına çok çok iyi! ‘En iyi erkek oyuncu’ Oscar’ını kazandığı 1995 tarihli ‘Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas’ dahil, en iyi performansını sergilemiş, usta aktör. Genç oyuncu Tye Sheridan, alkolik ve kötücül babayı canlandıran Gary Poulter –ki amatör bir isim olarak, ilk kez oyunculuk yaptığına inanmak çok güç- ve filmin kötücül karakterlerinden ‘Willie’ye hayat veren Ronnie Gene Blevins, zihne çakılan güçte performanslar sergiliyorlar. Larry Brown imzalı bir romandan uyarlanmış ‘Joe’. Güneyin ruh halini ve hemen her detayını müthiş sergileyen bir roman olduğu kuşkusuz eserin. William Faulkner satırları tadında ve etkisinde. Bu son derece güçlü olduğu kanısı uyandıran romanı perdeye uyarlayan isim Gary Hawkins’e de bravo demek gerek! Mükemmel atmosferinden, anlatımına, oyuncu yönetiminden, olanca yoksunluk, imkansızlık ve hüznü yansıtan kameraya dek, yetkin bir yapım ‘Joe’. Yönetmen Green’e ve Nicolas Cage başta olmak üzere, ekibin tümüne şapka çıkartmak gerek! Yüreğe dokunuyor ve oracıkta, derin bir sızı olarak kalıyor. Öte yandan, incelikli elemin omuz başında yükseliveren, ‘tükenmeyen bir umut’ resitali! (4 / 5)
KAPTAN AMERİKA: KIŞ ASKERİ
Jack Kirby ve Joe Simon tarafından yaratılan Marvel’in ünlü çizgi roman kahramanı ‘Kaptan Amerika’, sadece okunmak için değil, beyazperde ve televizyon için de her zaman çok cazip bir karakter olmuştur. 1944’te, 1979’da, 1990’da çeşitli uyarlamaları yansımıştır perdeye ve TV’ye. 1941’de okuyucuyla buluşan çizgi roman, kimileri tarafından; ‘Amerikan milliyetçiliğinin tayt giymiş hali’ olarak da gösterilir. İkinci dünya savaşı sırasında Nazilere karşı savaşan Marvel kahramanı, Amerikan bayrağından ödünç aldığı kostümü ve vibranyum elementinden yapılmış kalkanıyla meydan okur düşmanlarına. Kahramanın 2011 tarihli beyazperde uyarlaması; ‘İlk Yenilmez: Kaptan Amerika’ adını taşıyordu. İlk filmin öyküsünü anımsayalım: Yıl 1942’dir. ABD, İkinci Dünya Savaşı’na resmen katılmıştır. Askere katılıp, cephede Nazilere karşı savaşmak isteyen Steve Rogers, çok zayıf ve çelimsiz olduğu için askeriye tarafından sürekli reddedilmektedir. Azmi ve cesareti sayesinde tesadüfen keşfedilen genç adam, gizli bir deney sonucu Amerika’nın en güçlü ve yenilmez kahramanı Kaptan Amerika’ya dönüşür. Derin bir Nazi örgütü olan Hydra ve onun yarı çılgın lideri Johann Schmidt namı diğer, Red Skull’a karşı, amansız bir mücadele veren Kapan Amerika, sadece bir propaganda malzemesi değil, asla yılmayan bir kahraman olduğunu kanıtlamak zorundadır. ‘Honey, I Shrunk the Kids’, ‘The Rocketeer’, ‘Jumanji’, ‘October Sky’, ‘Jurassic Park 3’, ‘Hidalgo’ ve ‘The Wolfman’ gibi kalburüstü filmleriyle tanınan Joe Johnston’un yönettiği bilimkurgu katkılı avantürün başrolünü, Chris Evans üstlenmişti. Aksiyonu bol macera filmi, diğer süper kahramanlar gibi fazla insanüstü özellikleri olmasa da, müthiş bir kararlılık ve cesarete sahip farklı bir kahramanı çıkarıyordu yeni neslin karşısına. Militarist ve ‘haliyle’ fazla Amerikan bir altyapıya sahip hikâye, son tahlilde seyir zevki vermeyi başarıyordu. İkinci film gecikmedi ve Marvel’in ünlü kahramanı, ‘Kaptan Amerika: Kıs Askeri’ adlı yeni macerasıyla yansıdı perdeye. Ed Brubaker imzalı konsept ve öyküyü, Stephen McFeely ve Christopher Markus ikilisi senaryolaştırmışlar. Yeni filmin yönetmen koltuğunda ise, TV filmleri ve dizilerinden, beyazperdeye transfer olan iki kardeşe rastlıyoruz Joe ve Anthony Russo’ya… Russo kardeşler, sihirli bir dokunuşla, ilk filmde bıraktığımız ‘Kaptan Amerika’yı bambaşka bir kahramana ve filmi de bambaşka bir hale dönüştürmüşler. Gayet ‘doğru’, ‘düzgün’ ve ‘ciddi’ bir politik bakışa sahip, temposu yerinde, aksiyonu müthiş, dramatik yapısı sapasağlam, görsel etkisi üst düzeyde bir film çıkıyor karşımıza. Militarist ve milliyetçi bakış, törpülenmiş ve senaryo, oldukça özenle kaleme alınmış. Güncel değiniler dikkat çekici. Hatta aksiyon anlamında, son yıllarda perdede izlediğimiz en sıkı ve doyurucu çalışmalardan biri duruyor karşımızda! Gerçek ve sıkı dövüş sahneleri, dikkat çekici nitelikte. Kaptan Amerika’nın, geçen yıllar içinde, modern dünyaya uyum sağlama çalışmaları sürmektedir. S.H.I.E.L.D. çatırdamaktadır bu arada! Derin nazi örgütlenmesi Hydra, güvenlik örgütü içinde nefes alıp vermektedir ve ‘Kış Askeri’ adlı gizemli savaşçının da devreye girmesiyle, dünya için müthiş bir tehdit oluşmuştur. Kaptan Amerika, yeni arkadaşı Falcon’un da desteğiyle zorlu bir mücadeleye atılır. Chris Evans’a, yine Samuel L. Jackson’un başı çektiği, kalabalık ve zengin bir kadro eşlik ediyor. Scarlett Johansson, Sebastian Stan, Anthony Mackie, Jenny Agutter, Cobie Smulders, Hayley Atwell, Frank Grillo, Emily VanCamp ve dev aktör Robert Redford, sürükleyici filme, ayrı lezzetler katıyorlar. Üçüncü bölüm, şimdiden merakla beklenebilir. Yeni maceranın yeni yönetmenlerini kutlamak gerek. İzlediğimiz en iyi Marvel kahramanı uyarlamalarından biri kesinlikle! (4 / 5)
HAYALETLİ EV
Ailesi ve kendisi, hasta ruhlu bir seri katil tarafından katledilen genç kızın hayaleti, kendisiyle aynı kaderi paylaşacak olan ‘diğerlerini’ kurtarmak için müthiş bir mücadele verecektir. 1997 tarihli ‘Cube / Küp’ adlı gizem yüklü bilimkurgu-gerilimle tanıdığımız Vincenco Natali’nin yönettiği korku-gerilimde, başrolü, ‘Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım’ filmindeki rolüyle, ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ dalında Oscar adayı olan, on sekiz yaşındaki aktris Abigail Breslin üstleniyor. Kanadalı usta karakter oyuncusu Stephen McHattie, filmin öne çıkan diğer ismi. Kanada-Fransa ortak yapımı, öyküsü ile ‘The Others / Diğerleri’ ve ‘The Sixth Sense / Altıncı His’i getiriyor akla, ilk anda. Tek mekanda geçen gerilim, iyi açılan öyküsünü, fazla tekrar ve pek çok tanıdık sahneyle, heba ediyor adeta. Beklenen olası orijinal gelişmeler, bildik gidişatın yavanlığı arasında bir türlü açığa çıkmıyor ve sıradan bir biçimde sürüyor hikaye. (2 / 5)
MURAT ERŞAHİN