11 KASIM 2022
Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
L’Atalante
(Yönetmen: Jean Vigo / 1934)
La kermesse héroïque / Kahramanlar Panayırı
(Yönetmen: Jacques Feyder / 1935)
Pépé le Moko / Cezayir Batakhaneleri
(Yönetmen: Julien Duvivier / 1937)
Le quai des brumes / Sisler Rıhtımı
(Yönetmen: Marcel Carné / 1938)
La bête humaine / Hayvanlaşan İnsan
(Yönetmen: Jean Renoir / 1938)
Vizyonda bu hafta (11 Kasım 2022)
Dördü yerli yapım olmak üzere toplam altı yeni filmi ağırlıyor 11 Kasım haftası! Türkiye-Ukrayna ortak yapımı ‘Klondike’, haftanın notlarımız arasında yer alan tek yapımı.
KLONDIKE
-Yangın yerinde yaşam!-
Maryna Er Gorbach’ın yazıp yönettiği koyu dram ‘Klondike’, 2014’ten beri devam eden ve bugün bütün dünyanın etkilenmesine sebep olan Ukrayna’daki işgalin ilk günlerini, kendi halinde, sıradan, çekirdek bir aile üzerinden öykülüyor.
Ukrayna-Rusya sınırında yaşayan Ukraynalı ailenin trajik hikâyesi! Ira, köyü ayrılıkçı gruplar tarafından kuşatılmış olmasına rağmen evini terk etmeyi reddeden hamile bir kadındır. Ne var ki 17 Temmuz 2014 günü Ira, kocası ve erkek kardeşi kendilerini uluslararası bir uçak kazası felaketinin merkezinde bulurlar!
41. İstanbul Film Festivali kapsamında düzenlenen ‘Ulusal Yarışma’da ‘En İyi Film’ seçilerek ‘Altın Lale’yi kazanan ve Svyatoslav Bulakovskiy ile ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ ödülünü elde eden yapım, Berlin Film Festivali’nde Panorama bölümünde ‘Ekümenik Jüri’ ödülünü kazanırken, Sundance Film Festivali’nden Dünya Sineması-Dramatik bölümü çatısı altonda ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle ayrılmayı başarıyordu. Toplam yirmi dört ödül kazanan dramın ortak yapımcıları arasında TRT’de yer alıyor.
Başrolü üstlenen Oksana Cherkashyna oldukça sıkı iyi bir performans sergilemiş. Sergey Shadrin ve Oleg Shcherbina, filmin öne çıkan diğer iki ismi! Yapım tasarımıyla da dikkat çeken yapımın görüntü yönetmeni Svyatoslav Bulakovskiy, birinci sınıf kamera kullanımı ile övgüyü hak ediyor! Bazı anları oldukça sert ve hakiki olan yapım, herhangi bir mesaj içermiyor. Bir çözüm de önermiyor. Sadece evinde huzurlu bir şekilde yaşamak isteyen sıradan bir ailenin, nasıl da istek ve iradeleri dışında savaşa dahil olduklarını gösteriyor. Vahşet yüklü süreçte taraf tutmaya zorlanan her şeyden habersiz küçük insanlar. Kaçmak isteseler de kaçamayan, ‘evlerinde’ sakince yaşama hakkını yitirmiş son derece çaresiz bireyler. Sansasyonel yapım, ilgiyi hak ediyor. (3 / 5)
Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
‘Black Panther: Wakanda Forever / Black Panther: Yaşadın Wakanda!, ’16 Şubat 2018’de vizyona giren ‘Black Panther’in devam film! Bakalım ilk film üzerine bakalım neler yazmışız:
‘Marvel evreninin yeni filmi, 2016 tarihli ‘Captain America: Civil War / Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’ ile ekibe adım atan süper kahraman Black Panther’in solo macerası… Wakanda kralı babasının ölümünün ardından tahta geçmek için yuvasına dönen T’Challa, namı-ı diğer ‘Black Panther’, geçmişten gelen güçlü düşmanı ile amansız bir mücadele verecektir. Ülkesi Wakanda’nın ve neredeyse bütün dünyanın tehlikede olduğu zorlu zamanlarda kahramanımız, ihanet, güven, dostluk ve güç kavramlarının gerçek anlamlarını keşfedecektir.
Ezber ettiğimiz üzere iki efsanenin; Stan Lee ve Jack Kirby’nin yarattıkları Marvel kahramanını solo macerasında perdeye taşıyan isim; ‘Fruitvale Station / Son Durak’ ve ‘Creed / Creed: Efsanenin Doğuşu’ filmlerinden anımsayacağınız Ryan Coogler. ‘Black Panther’ karakterine; son yılların hızla yıldızı parlayan ismi Chadwick Boseman, başarıyla hayat vermiş. Kara kıta Afrika’dan çıkagelen Marvel kahramanı, sömürüden en fazla nasibini alan yoksun ve yoksul kıtası Afrika’nın miti, masalları ve gücüne vurgu yapan toplumsal bir halk kahramanı gibi konuşlandırılmış. Film boyunca tanık olduğumuz yerel motifler, finalde, özlü bir sosyal içerik de kazanıyor. Marvel dünyasına eklenmiş bu toplumsal yenilik de, perdedeki yapımı, bir ‘mamul’, düzenlenmiş bir ürün ve ultra her şey dahil bir eğlence olmaktan alıkoyamıyor fakat. Bütün diğer Marvel kahramanları gibi, ayrı bir karakteri ve kökü olan Black Panther’ın etnik yenilikçiliği ve toplumsal bilinci sivriltilmiş. Yapım tasarımıyla dikkat çeken bilimkurgu macera, tuhaf bir aynılığa ve kimlik kaosuna neden olsa da bünye üzerinde; keyifle iki saat on dört dakika boyunca koltuğa çiviliyor sizi öte yandan!’
İlk filmde ‘Black Panther’i nam-ı diğer T’Challa’yı canlandıran sıkı aktör Chadwick Boseman (1976-2020) genç yaşta hayata veda ettiği için devam filminde gözler çaresiz onu çok arıyor! Yine Ryan Coogler’ın yönettiği filmde Lupita Nyong’o, Angela Bassett, Letitia Wright, Danai Gurira, Martin Freeman ve Tenoch Huerta başlıca rolleri üstleniyorlar. Yeni öyküye gelirsek… Queen Ramonda, Shuri, M’Baku, Okoye ve Dora Milaje, Kral T’Challa’nın ölümünün ardından uluslarını, onlara müdahale etmek isteyen dünya güçlerinden korumak için savaşmaya hazırlardır. Wakanda halkı, hayatlarının bir sonraki bölümünü kucaklamak için çabalarken kahramanlar, War Dog Nakia ve Everett Ross’un yardımıyla bir araya gelecek ve Wakanda krallığı için yeni bir yol çizeceklerdir.
Senaryosunu Bülent Şakrak’ın kaleme aldığı aktör kimliğiyle tanıdığımız Erkan Kolçk Köstendil’in yönettiği ‘Tamirhane’, yetiştirme yurdunda birlikte büyüyen iki kader arkadaşı, Yılmaz ile Müjdat’ın, basit gibi görünen bir işin beklenmedik bir şekilde çığırından çıkması sonrası yaşadıklarını taşıyor perdeye. Nejat İşler ve Rıza Kocaoğlu’na eşlik eden isimler; Merve Dizdar, Bülent Şakrak, Engin Hepileri ve usta aktör Erkan Can.
İlker Ayrık, başrolü üstlendiği komedi ‘Müstakbel Damat’ın yönetmen koltuğunda oturan isim aynı zamanda! Erdal Özyağcılar ve Hande Soral’ın, Ayrık’a eşlik ettikleri yapım, ani bir evlilik kararı alan Hasan ile Sema çiftinin, kız tarafına bu evliliği duyurmak için gittikleri Kıbrıs’ta yaşadıklarını öykülüyor.
Rusya yapımı animasyon ‘The Snow Queen & The Princess / Karlar Kraliçesi ve Prenses’, Andrey Korenkov ve Aleksey Tsitsilin imzalı. Sessiz sakin bir kasabada hayatını devam ettiren Gerda ile Kai’nin, herkesin dondurulmasına sebep olan gizemli bir olayı çözmek için çıktıkları sürükleyici serüven!
‘Niloya’, özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen bir animasyon. Pervin Atamert’in senaryosunu Arkın Aktaç Yönetmiş. Animasyon serisi Niloya’nın sinema filmi, Niloya ve arkadaşlarının oyun maceralarını taşımış perdeye. Niloya ve en yakın arkadaşları her zaman bir süper kahraman gibi olmaya özenmekte ve bu yüzden sık sık en sevdikleri oyun olan süper kahramancılık oyununu oynamaktadırlar.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.
Vizyonda bu hafta (11 Kasım 2011)
Dört filmlik haftanın notlarımız arasında olmayan tek yapımı, Ali Özgentürk imzalı ‘Görünmeyen’… Sinemadan dışarı çıktığınızda, başkalarının pek dikkat etmediği o ‘gerçek insan’a dönüşüyorsunuz; biliyorsunuz artık. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ı daha uzun süre yaşatmak gerek. Sokağın sıradanlığına, basitliğine hemen yenik düşmesin. Umutla, sevgiyle baksın etrafa. Görüyorsunuz; sokak, dünya, sinemadan çıkmayanlarla dolu. İyi ki var sinema. Herkese iyi seyirler!
ÖLÜMSÜZLER
‘300’ün yapımcılarından yine görkemli bir efekt şöleni. Destansı bir savaş ve kahramanlık öyküsü anlatılıyor bir kez daha. Bu kez tanrılar ve insanlar yan yana dövüşüyorlar. Tarsem Singh, sanki mitolojiyi resimleştirmiş. ‘Hücre / The Cell’ ve ‘Düşüş / Tha Fall’ adlı filmlerden tanıdığımız, biçime oldukça önem veren Hint asıllı titiz yönetmen Singh, insanlar ve tanrılar arasındaki ilişkiden yola çıkarak, ‘esatir’e ve geleneksek masallara değinmiş. Mitolojide, ikinci kuşak tanrılarını yenen, yer altındaki devlerden gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımı aldıktan sonra Olympos tanrılarının egemenliğini kuran Zeus, çocuklarıyla birlikte Titan’larla da savaşır. İnsan soyunun devamı için Zeus da kurban verir çocuklarını. Üç boyutlu fantastik aksiyon, içindeki incelikli drama, bütün bu mitolojik detayları da eklemiş. Acımasız kral Hyperion, insanlığı yok edip, yeryüzünün tek hâkimi olmak istemektedir. Olympos’un tanrılarını yok etmektir asıl amacı. Çünkü o tanrılardır insanlara kol kanat geren. Ölümlü, sıradan bir köylü olan Theseus, Olympos sakinlerinin de yardımıyla Hyperion ve ordusuna karşı destansı bir mücadele verecektir. Yeni Süpermen olarak izleyeceğimiz sadece kaslı değil, epey yetenekli aktör Henry Cavill’i başrole taşıyan son derece sürükleyici ve gösterişli yapımda, kötü kral Hyperion’u, Mickey Rourke başarıyla canlandırıyor. Mükemmel bir estetikle detaylanmış yapım tasarımı, iyi yazılmış, yönetilmiş ve kurgulanmış öyküye, artı değer katıyor. Grafik bir şiddet eşlik ediyor perdedeki zarafet törenine. Bu arada, barış zamanları çocuklar babalarını gömerler. Savaş zamanları ise babalar çocuklarını. Tanrılar için de değişmez bu!
GELECEK UZUN SÜRER
Özcan Alper’in kocaman yürekli ilk filmi ‘Sonbahar’ için hepimiz çok güzel satırlar yazdık. En güzellerinden birini ise meslektaşım Uğur Vardan imzaladı: ‘Her ömre bir sonbahar yeter’. Bazen olur, bazen zorlu koşullar içinde, onca yoksulluk varken, tamamen kalbinizi koyduğunuz ilk filminiz apayrı bir yer edinir yüreklerde. Bambaşka, güçlü, umut yayan, özel bir şiirdir ilk filminiz. Böylece, zorlu bir yola girersiniz. Herkes beklemektedir. İkinci filminizle en az ‘Sonbahar’da olduğu gibi bir ses çıkacaktır perdeden. Ve çıkagelir film. Özcan Alper’in yazıp yönettiği ikinci filmi ‘Gelecek Uzun Sürer’, maalesef ‘Sonbahar’ kadar güçlü ve etkileyici gelmedi bana. Hatları kabaydı senaryonun. Diyaloglar, oluşlar, alıntılar yama gibiydi çoğu zaman. Fazlalıklar vardı öyküde. Karakterler değil, Özcan Alper konuşuyordu bazı anlarında filmin. ‘Sonbahar’ın naif gücü, bu kez hoyrat bir oluşa bırakmıştı yerini. Bunun yanı sıra, iyi bir yönetmenin ayak seslerini duyabiliyordunuz yine. Feza Çaldıran’la birlikte perdeye yansıyan o müthiş resimler, planlar, kesmeler. Yönetmenin, filmin meselesine olan inancı ve romantizmi, direkt hissediliyordu koltuktan. Duygular bir yere kadar geçiyordu size de. Sinema duygusu ve tema bir araya geliyordu Alper’in filminde. Ama işte; daha ince, daha sakin, daha olgun bir sinema bekleniyordu Özcan Alper’den. Yarım kalmış bir şeyler vardı filmde ve 112 dakika boyunca rahatsız edip durdu beni o eksik şeyler. Ana karakterin finaldeki geleceğe doğru olan yürüyüşü, filmin en önemli anıydı. Adını, Marksist düşünür Althusser’in (1918-1990) ünlü kitabından esin alan politik dram, belki fikri olmayanları, Althusser’in ideoloji ve özne ilişkisi, sınıf mücadelesi ve genel felsefesi üzerine bilgi edinmeye de yönlendirebilir.
Vizyonda bu hafta (11 Kasım 2016)
İkisi yerli toplam beş filmlik yeni vizyon, ‘filmekimi’nde gala yapan üç filmi salonlara taşıyor. Nitelik olarak zengin hafta, hemen her beğeniye de sesleniyor ayrıca. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.
CANAVARIN ÇAĞRISI
Böyle nobran ve duyarsız bir çağda böylesine zarif ve incelikli bir film çekmek, akıl alır gibi değil her şeyden önce. Yapımda emeği geçen herkesi kutlamak gerek! İnsanın ihtiyacı olan en gerçek hisleri, şiirsel ve sinemanın gerektirdiği biçimde perdeye yansıtan yapım, Patrick Ness’in çok satan gençlik edebiyatı serisinin aynı adlı ödüllü romanından ve Siobhan Dawd’un orijinal fikrinden, yine Patrick Ness tarafından perdeye uyarlanmış. Fantastik ögelerle dolu, animasyon de içeren etkileyici ve duygusal dramı, 2007 tarihli ilk uzun metraj kurmacası ‘El Orfanato / Yetimhane’ ile tanınan Barcelona doğumlu İspanyol yönetmen Juan Antonio Bayona yönetmiş. Bayona’nın filmi, vizyon öncesi izleyiciyle filmekimi kapsamında da buluşmuştu. Babası evden gitmiş olan onlu yaşlarının başındaki Conor’un küçük dünyası, annesinin ölümcül hastalığı ile alt üst olmuştur. Okulda, onunla uğraşan çocuklar ve pek de sempatik olmayan anneannesi de devreye girince, hayat; mücadele etmesi oldukça zor bir hal alır. Kendine destek olacak birini arayan ve bulamayan Conor, canavarlar ve peri masallarının fantastik dünyasını eve getiren ağaçtan bir canavar bulur bir gece yarısı karşısında. Bayona’nın daha önce ‘Yetimhane’ ve ‘The Impossible / Kıyamet Günü’ filmlerinde de birlikte çalıştığı ödüllü görüntü yönetmeni Oscar Faura ve orijinal müziğe imza atan Fernando Velázquez’in de katkısıyla ‘büyük’ bir film olmuş, özellikle ilk gençliklerini süren izleyicinin izlemesi gereken bu duyarlı yedinci sanat ürünü. Anne-oğul, kabulleniş, sevgi, kayıp, umut ve itiraf etmekte en çok zorlandığımız şey olan gerçekler. İyi ile kötünün, yer değiştiren izafi gerçekliği, canavara duyduğumuz ihtiyaç, içtenlik, öfke, cesaret, dürüstlük, yaşamla birlikte yürüyen ölüm ve hepsinden sonra insana kalanlar… Joe Wrigt filmi ‘Pan’da rol alarak sinema macerasına başlayan gencecik aktör Lewis MacDougall, kelimenin olanca anlamıyla ‘muhteşem’ bir performans sergilemiş. Usta aktris Sigourney Weaver, Felicity Jones, Toby Kebbell ve ‘canavar’ rolünde bir diğer usta aktör Liam Neeson, MacDougall’dan rol çalma gayretindeler. Kaçırılmaması gerekir! (4,5 / 5)
KAPTAN FANTASTİK
Haftanın, ‘filmekimi’nden vizyona sarkan bir diğer yenisi olan hüzünlü ve romantik komedi-dram, gerçek kimliği aktörlük olan Matt Ross’un yazıp yönettiği ikinci uzun metrajı. Ben ve Leslie, medeniyetten kaçma fikriyle yola çıktıkları zaman, çocuklarını da, aynı minvalde yetiştirmeye karar vermişlerdir. Ezberlenmiş medeniyet kalıplarının tamamen dışında, geleneksel ve toplumsal olan hemen her sistem ve normdan farklı eğitip büyüten çiftin güneşli günleri, Leslie’nin hastalığı ile kararır. Altı çocuğuna, hem baba, hem anne, hem de eğitmen olan Ben, Leslie’nin ölüm haberi üzerine, aile meclisini toplar ve alınan ortak karar sonucunda ailenin bütün fertleri, medeniyete doğru yola çıkarlar. Modern toplumun çıkmazları, insanı kuşatan sistemin aldatıcılığı, az yürünen yola sapmak, değerler, cesaret, aile olmak, sevginin gücü, doğru olanın farklı etkileri ve birlikte olmanın değil, birlikte kalmanın erdemi üzerine iğneleyici bir masal anlatıyor ‘Kaptan Fantastik’. İlk sahnesinden, mutfak masasında sona eren çarpıcı finale dek, sürekli soru soran, sorduğu sorularla sizi sersemleten ve kendi sorgunuza ön ayak olmanızı sağlayan hoş bir film duruyor karşınızda. Fikri ve vicdanı hür yapım, iyi başlayıp iyi gidiyor ancak final karesini çok iyi kapıyor. Başrolde Viggo Mortensen’i izliyoruz. Yetenekli genç aktör George MacKay, Steve Zahn, Kathryn Hahn ve usta oyuncu Frank Langella, kadronun diğer isimleri. Aile fertlerini oluşturan kardeşleri canlandıran gencecik oyuncuların da tümü çok iyi. Amerikalı aktivist, dil bilimci, filozof, mantıkçı, siyasî eleştirmen, tarihçi ve yazar Noam Chomsky güzellemesi de içeren film, Cannes Film Festivali’nin belirli bir bakış bölümünde ‘en iyi yönetmen’ ödülünü kazanmayı başarmıştı. (3,5 / 5)
ARRIVAL
Hemen her çektiği film ses getiren, Kanadalı kalburüstü sinemacı Denis Villeneuve, sekizinci uzun metrajında, zaman ve sevgi kavramlarını, son derece incelikli işlemiş. Üstelik gizem yüklü bir bilimkurgu fonunda yapmış bunu. Ted Chiang imzalı ‘Story of Your Life’ adlı kısa öyküden, Eric Heisserer’in perdeye uyarladığı film, dünya dışı canlıların, yeryüzüne on iki farklı noktaya inişi sonrası, uzaylıların geliş amaçlarını çözmeye uğraşan bir grup insana odaklanıyor. Dilbilimci Dr. Louise Banks ve fizikçi Ian Donnelly, ordu ve hükümet mensuplarıyla beraber uzaylılarla iletişim kurmaya çalışırlar. Geliş amaçları barışçıl mıdır yoksa gezegen için bir tehlike mi içermektedir? Herhangi bir bilimkurgu filminin sorduğu sorulara, bambaşka cevap ve yaklaşımlar sergileyen film, özünde kara bir dram işin aslı. Zamanın boyutları ve asıl olan sevgi üzerine içi dolu şeyler söylemiş Villeneuve. Venedik’te Altın Aslan için yarışan filmde başrolü Amy Adams üstleniyor. Beş kez Oscar adayı olmuş, iki kez Altın Küre kazanmış başarılı aktrise; Jeremy Renner, Forest Whitaker ve Michael Stuhlbarg gibi usta aktörler eşlik ediyorlar. Bradford Young’ın kamerası ve İzlandalı Jóhann Jóhannsson imzalı orijinal film müziği, ‘ayrı’ bir ivme eklemiş yapıma. Max Richter bestesi ‘On The Nature Of Daylight’ öyküye çok yakışmış ayrıca. İzleyicisini; niçin buradalar yüzeysel sorusundan, başka yerlere çeken bilimkurgu görünümlü dram; hüzünlü ama insancıl biçimde belki de en hayati olan kavram ve değerlere, incelikle parmak basıyor. (3,5 / 5)
BENİM ADIM FERİDUN
Çağan Irmak, yeni filmini; Mahir Ünsal Eriş’in aynı adlı eserinden uyarlamış perdeye. Yönetmenin on ikinci uzun metraj kurmacasında, uzun süreli ilişkisi henüz bitmiş Ersan’ın, İstanbul’dan, baba evinin bulunduğu Erdek’e gidişine tanık oluruz. Marmara’nın şirin sahil kasabasında tesadüfen konuk pozunda sızdığı düğünde, Feridun adındaki başka birine benzetilmesi sonucu gelişen olayları izleriz. Aşk, tesadüfler, mutluluk, o eski güzel anlar, yalanlar, gerçekler ve sürekli değişen, devinen hayat… Halil Sezai Paracıkoğlu ve Büşra Pekin’in başrolleri üstlendiği yapımda, Tarık Pabuççuoğlu, Suzan Aksoy, Güngör Bayrak, Cem Kurtoğlu, Ayşe Tunaboylu ve Özge Borak diğer rolleri üstleniyorlar. Usta aktrisler Kadriye Kenter ve Defne Yalnız, romantik komedinin sürprizleri. Gökhan Tiryaki’nin görüntü yönetmenliğinde çekilmiş filmin müzikleri, Çiğdem Erken imzası taşıyor. Çağan Irmak’ın eski filmlerinin gücünden bir miktar uzakta ‘Benim Adım Feridun’. Aceleye gelmiş, fazla zaaf içeren genel bir görünümü var filmin. Eski bildik Irmak sinemasının meselelerinden biraz biraz serpiştirilmiş öyküye ama bu da, bütünlüğün ve sağlam bir sinemanın varlığını göstermiyor. Bir TV filmi ruhu egemen, ‘oldu bitti’ye getirilen; hisler dahil bütün gelişen olaylara. Çağan Irmak filmografisinin en unutulası filmi sanki. (1,5 / 5)
Levent Özdemir’in yönettiği, başrolü Fırat Tanış’ın üstlendiği yerli aksiyon-dram ‘Rus’un Oyunu’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenisi. Herkese tekrar iyi seyirler.
MURAT ERŞAHİN