Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 HAZİRAN 2021

10 Haziran 2021 Perşembe 20:48
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Tam bir yıl geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle olacak/oluyor! Yani ‘tarihte bu haftaya’ bakacağız! Bu hafta yine eskiye, 11 Haziran 2010’a dönüyoruz ve tam tamına on bir yıl önce bugün vizyona ne girmiş, tekrar anımsıyoruz…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler! 
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

The Southerner / Güneyli
(Yönetmen: Jean Renoir / 1945)

Stalag 17 / Casuslar Kampı
(Yönetmen: Billy Wilder / 1953)

Pickup on South Street / Cenup Sokağı
(Yönetmen: Samuel Fuller / 1953)

The Wild Bunch / Vahşi Belde
(Yönetmen: Sam Peckinpah / 1969)

Slaughterhouse-Five / Mezbaha No:5
(Yönetmen: George Roy Hill / 1972)


Güncel öneriler

Filmler:

The Personal History of David Copperfield / David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikâyesi
(Yönetmen: Armando Iannucci)

Dev yazar Charles Dickens’ın (1812-1870), doğumundan itibaren türlü badireler atlatan genç bir yetim hakkındaki ünlü klasik romanına modern bir bakış. Armando Ianucci tarafından beyaz perdeye uyarlanan İngiltere-ABD ortak yapımı, BAFTA dahil 29 ödüle aday gösterilmiş ve 16 ödül kazanmış, kalburüstü bir uyarlama!

You Can’t Win ‘Em All / Paralı Askerler
(Yönetmen: Peter Collinson)

1922 yılında, macera ve para kazanmak isteyen iki eski asker, içi silah dolu bir gemiyle Ege kıyılarına gelirler. İstanbul, Kapadokya ve Efes olmak üzere tamamı Türkiye’de çekilen filmin başrollerini usta aktörler Tony Curtis ve Charles Bronson üstlenirlerken, Hollywood yıldızlarına Türk sinemasının başarılı oyuncularından Fikret Hakan, Salih Güney ve Erol Keskin eşlik ediyorlar. 1970 tarihli film, yapım notları ve oyuncu kadrosu dahil birçok yönüyle ilginç bir avantür…

Oslo
(Yönetmen: Bartlett Sher)

1993 Oslo Barış Anlaşmalarına yol açan amansız düşmanlar –İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü- arasında geçen gerçek müzakerelerin hikâyesini merkeze alan yapım, aynı adlı Tony ödüllü oyundan uyarlanmış. Bartlett Sher’in kamera arkasında yer aldığı gerilimi yüksek tarihi dramda, ‘His Dark Materials’ın yıldızı Ruth Wilson’a, Andrew Scott eşlik ediyor.

Il Divin Codino / Baggio: İlahi At Kuyruğu
(Yönetmen: Letizia Lamartire)

Ünlü İtalyan futbolcu Roberto Baggio’nun kariyerinin zirve noktaları, sakatlıkları yenmesi ve Budizm’i keşfetmesi dâhil tüm hikâyesi aktarılıyor. Sporcunun gerçek hayat öyküsünden uyarlanmış sportif biyografide ‘Baggio’ya, Andrea Arcangeli hayat vermiş.

Five Feet Apart / Senden Beş Adım Uzakta
(Yönetmen: Justin Baldoni)

Kistik fibrozis hastası bir genç kız, bir başka hastaya gönlünü kaptırınca günlük rutinini bozar ve hastane protokollerine meydan okur. Özellikle genç izleyiciye seslenen popüler romantik dramda başlıca rolleri Haley Lu Richardson ve Cole Sprouse üstleniyorlar. 


Diziler:

In Treatment
(Yönetmen: Paris Barclay, Rodrigo Garcia)

Üçüncü sezon finalinden on yıl sonra Emmy ödüllü drama dizisi ‘In Treatment’, Doktor Brooke Taylor rolünde Emmy ödüllü oyuncu Uzo Aduba ile devam ediyor. Küresel salgın, güncel sosyal ve kültürel meseleler gibi önemli konulara da değinen dördüncü sezonuyla yine ekranda! Gabriel Byrne, Dianne West, Mia Wasikowska, Josh Charles, Michelle Forbes, John Mahoney, Hope Davis ve Debra Winger, zengin oyuncu kadrosunun diğer usta isimleri.

Archer
(Yönetmen: Adam Reed)

Yakışıklı ve başarılı casus Sterling Archer annesinin başında bulunduğu ‘Isis’ adlı gizli istihbarat servisinde, ekip arkadaşlarıyla birlikte maceradan mecaraya koşuyor... Aksiyonu bol popüler animasyon, mizah da içeren sürükleyici bir avantür.

Bridgerton
(Yönetmen: Chris Van Dusen)

Bridgerton ailesinden birbirine sıkı sıkıya bağlı sekiz kardeş, Londra yüksek sosyetesinde aşkı ve mutluluğu arıyor. Julia Quinn’in çok satan roman serilerinden uyarlanmış ve bir dönem öyküsü olan romantik dram, özenli yapım tasarımı ve genç isimlerden kurulu oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor!

Virgin River
(Yönetmen: Sue Tenney)

Yeni bir başlangıç yapmak isteyen pratisyen hemşire, Los Angeles’tan, Kuzey Kaliforniya’da bulunan ücra ve sessiz bir kasabaya taşınır. Burada onu asla ummadığı çeşitli sürprizler beklemektedir. Robyn Carry’nin popüler kitaplarından uyarlanmış romantik dramda başlıca rolleri Alexandra Breckenridge, Martin Henderson, Colin Lawrence ve Tim Matheson üstleniyorlar.

Lucifer
(Yönetmen: Tom Kapinos)

‘Cehennemin Efendisi’ olmaktan bıkan şeytan, ani bir kararla Los Angeles’a yerleşir, bir gece kulübü açar ve bir cinayet dedektifiyle ilişki kurar. Beşinci sezonunu izleyeceğimiz fantastik suç öyküsünde başrolü Tom Ellis üstleniyor. 


Vizyonda bu hafta (11 Haziran 2010)

Bu hafta vizyona giren film sayısı beş. Lars von Trier’in yeni filmi ‘Deccal’, Fransız yapımı casusluk dramı ‘Elveda’ ve ünlü dizinin beyazperde macerasının ikinci bölümü olan ‘Sex And The City 2’ notlarımızda yer alan filmler. Ağırlıklı olarak gençlere seslenen romantik ‘Son Şarkı’ ile çocukları sihirli bir masal dünyasına davet eden ‘Nanny McPhee: Büyük Patlama’ haftanın diğer iki filmi. İyi seyirler!

DECCAL
İnsan doğası, içerdeki kötü taraf, erkek-kadın, vicdan, insanı sarmalayan boşluk, bütün canlılarıyla doğa ve yerleşmiş kötülük üzerine dini metinlerden de beslenen özel bir film ‘Antichrist’. Korkuların doğası gerçekten. Doğanın yarattığı korkular da denebilir. ‘Doğa, şeytanın kilisesidir’ diyen kadın kahramanın gidişatı özetlediği filmde, erkek ve kadın olarak karşımıza çıkan Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg müthiş oyunculuklar sergiliyorlar. Cannes’de ‘En İyi Kadın Oyuncu’ seçilen Gainsbourg, prestijli ödülü kesinlikle hak etmiş. Özellikle teolojiden, İncil’den, Protestan ahlakından, mitten, felsefeden beslenen, çıkış alan ayrıksı bir film Lars von Trier’inki. Üzerindeki Strindberg okumalarının etkisinin altını çiziyor yönetmen. (Perdedekini izlerken, Faulkner, Hesse, Milton ve Thomas Bernhard’ın kimi betimlemeleri canlandı gözümde) Üç dilenci olarak karşımıza çıkan ‘acı, ıstırap ve umutsuzluk’… Kaosun egemenliğindeki acımasızlık resitali. İnsan doğasının o en karanlık anı. Eziyet ve dile getirilmeyip süren kadın katli… Dillendirilmeyen bir kötülüğün, insanla beraber nefes alıp veren ama saklı kaldığı yerden çıkıp, alışkın olduğunu yapan yaratılışın, ‘doğa’nın resmi. Baş edilmeye çalışılan büyük bir acının yol açtığı tarihsel hesaplaşma. Acıdan alınan paylar. Tamir edilmesi imkânsız bir sevgisizlik, kesin bir kopuş, nefret. Dini metinlerin masalsı gerçekliği. Görüntü yönetiminin unutulmaz anlar yarattığı zor film. (Üfürerek değil, gerçekten teoloji dahil birçok okumayla yorumlanabilecek derinliklere sahip Trier’in filmi) Bu arada, yapımın ticari kopyasıyla, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes film festivalindeki kopyası arasında – az da olsa- farklılık olduğunu belirtmek gerek. Tarkovsky’ye adanan filmin acı yüklü aryası, açılış ve kapanıştaki Händel şöleni, izleyiciyi de doğanın netameli ormanlığında içsel bir yürüyüşe çıkarabilir!

ELVEDA
70’lerin sonlarında, ailemle birlikte Moskova’daydık. Bir hafta süren bir gezi için. Bütün otobüs duraklarında, Kızıl meydana çıkan bulvarlarda hep 1980’de düzenlenecek olan Moskova Olimpiyatları’nın şirin maskot ayısı ‘Micha’ vardı. Teyzem Necla Fertan, eniştem, Mina teyze, Müntekim amca, bizimkilerin bütün eski tüfek arkadaşlarıyla birbirimize gösterip sevimli bir oyuna çevirdiğimiz Micha, ‘Elveda’da çıktı karşıma. Filmin bir sahnesinde karşılaştık. Bir otobüs durağında asılıydı o tanıdık afiş. Tarifsiz hüzünlendim. Yitirdiğim insanlar, sevdiklerim, anılarım, kaybedilen düşler, Aeroflat’ın gürültülü iniş sesi, meydanda nöbet değişimi yapan askerler, titreten soğuk, çocukluğum, eskiler geldi aklıma. Ta o zaman, hediyelik eşya olarak alınan, bugünse tarihsel bir belgeye, değere dönüşen küçük maskot Micha’nın yaka iğnesini saklıyorum hâlâ. Büyük bir hızla yaşlanmak bu olsa gerek. Bir yerlere bir şeyleri sıkıştırmak… Neyse, ‘Elveda’, gerçek bir öykü. 1983’te idam edilen Vladimir Vetrov’un hikâyesi, perdede oldukça ‘dik’ duruyor. KGB’nin merkez bürosunda çalışan Vetrov, 81-82 yıllarında Sovyetler’in teknolojik sırlarının aralarında olduğu belgeleri ve batıda çalışan KGB ajanlarının isimlerini Fransız İstihbarat Servisi DST’ye vermiş. Vetrov’un filmdeki adı Sergei Gregoriev. 80’lerin başı. ‘Soğuk Savaş’ bütün gerilimiyle sürmekte. ABD ve SSCB arasında iki bloğa ayrılmış bir dünya var. Acımasız bir dünya. KGB’de üst düzey bir subay olarak çalışan Sergei, rejime, modele karşı olan inancını yitirmiş. İdealleri ise aynı. Başta oğlu olmak üzere bütün sevdiklerini, yoldaşlarını daha güçlü bir Sovyetler’e, daha düzgün işleyen bir düzene taşıyabileceğini umuyor. Ülkesinde çalışan Fransız mühendis Pierre’e elindeki bilgileri sızdırmaya başlıyor. Film de burada başlıyor aslında. İki insan arasındaki işbirliği, bir dostluğa evriliyor. İnsanın bir diğerini anlaması, onun için kaygılanması. İnsanoğlunun hasletleri, özlemleri, düşleri... Gezegende birlikte yaşarken, diğerinden bir adım önde ve en güçlü olmak için ‘harcanan’ hayatlar, anlar… Ronald Reagan’ın ‘yıldız savaşları’ projesi, acımasız, ikiyüzlü, ‘rahata acıkmış’ bir dünya, insanı hiçe sayan planlar… ‘Ateşkes / Joyeux Noel’ ile tanıdığımız Christian Carion’un filmi, kopkoyu bir dram aslında. Gerilimi yüksek bir casus filmi olmanın ötesinde, insana yakılmış bir ağıt. (John Le Carré’in ruhundan farklı bir casus öyküsü tabii) ‘Gorky Park’ın muhitinde geçen filmde başrolü, usta bir yönetmen üstleniyor: Emir Kusturica. Yaratıcı sinemacı, oyunculukta da müthiş. İlk dönem filmlerini yönetir gibi duruyor perdede; öyle görkemli yani. Korkmuş, hayal kırıklığına uğramış, şaşırmış, endişeli KGB çalışanı, kaygılı baba, eş, vatandaş rolünde müthiş bir kompozisyon çiziyor. Dönemi, zemini ve sistemi gayet iyi bilmesinin bunda büyük rolü var tabii. Guillaume Canet, aynı başarıyla eşlik ediyor Kusturica’ya. Yüreğe dokunan o final bir de. İnfazı beklerken, göl kenarındaki iskeleden puslu açıklara bakan Sergei’inin eliyle yaptığı ‘hadi, tamam o halde’ işareti. İnsana sıkılan kurşun. ‘Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı; sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?’ sorusu. Tepişen fillerin zarar verdiği çimenler. Gayet insani diyaloglarla süslü küçük mutluluk arayışları. Walkman, bir şiir kitabı, bir babanın çocuğu için istediği en iyiler… İdeallerini yitirmiş bir bünyeyi iyileştirme çabasında olan idealist ve sevgi dolu bir adamın çaresizliği, yalnızlığı son tahlilde. Güce tapan zalimlerin, hain ve bildik oyunları. Dönemi perdeye taşıyan sanat yönetimi ve kamera şahane. Renk paleti, perdedekini içselleştiriyor. 

SEX AND THE CITY 2
‘Ne atom bombası, ne Londra Konferansı, bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya?’ saptamasının kaldığı yerden devam ettiği film, bana oldukça yabancı ve uzak. Filmin ticari adı da Türkçe değil zaten. Bu doğal değil mi ama? Orta yaşı geride bırakmış üst düzey gelir grubuna mensup, neredeyse bütün dertleri; ilişkileri, alışveriş ve cinsellik olan dört New York’lu kadının öyküsü bu. Ay sonunu nasıl getireceğini düşünen, yazıyla, çiziyle uğraşan, memleketin ve dünyanın gidişatından dertli küçük, sıradan insana tamamen yabancı bir şey duruyor perdede. 1998-2004 yılları arasında toplam 94 bölüm olarak yayınlanan HBO yapımı popüler TV dizisinin ikinci bölümünü, dizide ve ilk filmde de aynı görevi üstlenen Michael Patrick King yönetmiş. ‘Lüküs hayata’ ve takıp takıştırmaya meraklı ülkemiz dahil, gösterildiği hemen her yerde büyük beğeni toplayan, dört şehirli kadının maceralarının konu edildiği dizi sonrası ünlenen Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis ve Cynthia Nixon daha yaşlanmış olarak karşımızdalar yine. İlk filmde, dostluk, arkadaşlık, dayanışma mevzularının altı çizilmişti. Bu kez, evlilikte sadakat ve kapitalist dürüstlük dışında pek bir şeyle karşılaşılmıyor. Tuzu kuru bir batılı gözüyle doğu insanı ve doğu ahlakı üzerine yapılan saptamaları saymazsak eğer. Bir TV dizisi estetiği ve atmosferine, 146 dakika dayanmak ise oldukça güç. ‘Star Wars’ değil sonuçta perdede izlenen. Doksan dakika neye yetmiyor ki? Bu arada perdedeki ile aramda yabancılaşma efekti var diye filme kara çalmak etik değil. Usta yıldız Liza Minnelli, genç neslin pırlantası Miley Cyrus ve çekici yıldız Penelope Cruz’un konuk oyuncu olarak renklendirdikleri devam filmi, dizinin, ilk filmin ve moda dünyasının hayranları için bildik cazibesini koruyor. 

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar