11 HAZİRAN 2010
Bu hafta vizyona giren film sayısı beş. Lars von Trier´in yeni filmi ´´Deccal´´, Fransız yapımı casusluk dramı ´´Elveda´´ ve ünlü dizinin beyazperde macerasının ikinci bölümü olan ´´Sex And The City 2´´ notlarımızda yer alan filmler. Ağırlıklı olarak gençlere seslenen romantik ´´Son Şarkı´´ ile çocukları sihirli bir masal dünyasına davet eden ´´Nanny McPhee: Büyük Patlama´´ haftanın diğer iki filmi. İyi seyirler!
DECCAL
İnsan doğası, içerdeki kötü taraf, erkek-kadın, vicdan, insanı sarmalayan boşluk, bütün canlılarıyla doğa ve yerleşmiş kötülük üzerine dini metinlerden de beslenen özel bir film ´´Antichrist´´. Korkuların doğası gerçekten. Doğanın yarattığı korkular da denebilir. ´Doğa, şeytanın kilisesidir´ diyen kadın kahramanın gidişatı özetlediği filmde, erkek ve kadın olarak karşımıza çıkan Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg müthiş oyunculuklar sergiliyorlar. Cannes´de ´En İyi Kadın Oyuncu´ seçilen Gainsbourg, prestijli ödülü kesinlikle hak etmiş. Özellikle teolojiden, İncil´den, Protestan ahlakından, mitten, felsefeden beslenen, çıkış alan ayrıksı bir film Lars von Trier´inki. Üzerindeki Strindberg okumalarının etkisinin altını çiziyor yönetmen. (Perdedekini izlerken, Faulkner, Hesse, Milton ve Thomas Bernhard´ın kimi betimlemeleri canlandı gözümde) Üç dilenci olarak karşımıza çıkan ´acı, ıstırap ve umutsuzluk´… Kaosun egemenliğindeki acımasızlık resitali. İnsan doğasının o en karanlık anı. Eziyet ve dile getirilmeyip süren kadın katli… Dillendirilmeyen bir kötülüğün, insanla beraber nefes alıp veren ama saklı kaldığı yerden çıkıp, alışkın olduğunu yapan yaratılışın, ´doğa´nın resmi. Baş edilmeye çalışılan büyük bir acının yol açtığı tarihsel hesaplaşma. Acıdan alınan paylar. Tamir edilmesi imkânsız bir sevgisizlik, kesin bir kopuş, nefret. Dini metinlerin masalsı gerçekliği. Görüntü yönetiminin unutulmaz anlar yarattığı zor film. (Üfürerek değil, gerçekten teoloji dahil birçok okumayla yorumlanabilecek derinliklere sahip Trier´in filmi) Bu arada, yapımın ticari kopyasıyla, Altın Palmiye için yarıştığı Cannes film festivalindeki kopyası arasında – az da olsa- farklılık olduğunu belirtmek gerek. Tarkovsky´ye adanan filmin acı yüklü aryası, açılış ve kapanıştaki Händel şöleni, izleyiciyi de doğanın netameli ormanlığında içsel bir yürüyüşe çıkarabilir!
ELVEDA
70´lerin sonlarında, ailemle birlikte Moskova´daydık. Bir hafta süren bir gezi için. Bütün otobüs duraklarında, Kızıl meydana çıkan bulvarlarda hep 1980´de düzenlenecek olan Moskova Olimpiyatları´nın şirin maskot ayısı ´´Micha´´ vardı. Teyzem Necla Fertan, eniştem, Mina teyze, Müntekim amca, bizimkilerin bütün eski tüfek arkadaşlarıyla birbirimize gösterip sevimli bir oyuna çevirdiğimiz Micha, ´´Elveda´´da çıktı karşıma. Filmin bir sahnesinde karşılaştık. Bir otobüs durağında asılıydı o tanıdık afiş. Tarifsiz hüzünlendim. Yitirdiğim insanlar, sevdiklerim, anılarım, kaybedilen düşler, Aeroflat´ın gürültülü iniş sesi, meydanda nöbet değişimi yapan askerler, titreten soğuk, çocukluğum, eskiler geldi aklıma. Ta o zaman, hediyelik eşya olarak alınan, bugünse tarihsel bir belgeye, değere dönüşen küçük maskot Micha´nın yaka iğnesini saklıyorum hâlâ. Büyük bir hızla yaşlanmak bu olsa gerek. Bir yerlere bir şeyleri sıkıştırmak… Neyse, ´´Elveda´´, gerçek bir öykü. 1983´te idam edilen Vladimir Vetrov´un hikâyesi, perdede oldukça ´dik´ duruyor. KGB´nin merkez bürosunda çalışan Vetrov, 81-82 yıllarında Sovyetler´in teknolojik sırlarının aralarında olduğu belgeleri ve batıda çalışan KGB ajanlarının isimlerini Fransız İstihbarat Servisi DST´ye vermiş. Vetrov´un filmdeki adı Sergei Gregoriev. 80´lerin başı. ´Soğuk Savaş´ bütün gerilimiyle sürmekte. ABD ve SSCB arasında iki bloğa ayrılmış bir dünya var. Acımasız bir dünya. KGB´de üst düzey bir subay olarak çalışan Sergei, rejime, modele karşı olan inancını yitirmiş. İdealleri ise aynı. Başta oğlu olmak üzere bütün sevdiklerini, yoldaşlarını daha güçlü bir Sovyetler´e, daha düzgün işleyen bir düzene taşıyabileceğini umuyor. Ülkesinde çalışan Fransız mühendis Pierre´e elindeki bilgileri sızdırmaya başlıyor. Film de burada başlıyor aslında. İki insan arasındaki işbirliği, bir dostluğa evriliyor. İnsanın bir diğerini anlaması, onun için kaygılanması. İnsanoğlunun hasletleri, özlemleri, düşleri... Gezegende birlikte yaşarken, diğerinden bir adım önde ve en güçlü olmak için ´harcanan´ hayatlar, anlar… Ronald Reagan´ın ´yıldız savaşları´ projesi, acımasız, ikiyüzlü, ´rahata acıkmış´ bir dünya, insanı hiçe sayan planlar… ´´Ateşkes / Joyeux Noel´´ ile tanıdığımız Christian Carion´un filmi, kopkoyu bir dram aslında. Gerilimi yüksek bir casus filmi olmanın ötesinde, insana yakılmış bir ağıt. (John Le Carré´in ruhundan farklı bir casus öyküsü tabii) ´´Gorky Park´´ın muhitinde geçen filmde başrolü, usta bir yönetmen üstleniyor: Emir Kusturica. Yaratıcı sinemacı, oyunculukta da müthiş. İlk dönem filmlerini yönetir gibi duruyor perdede; öyle görkemli yani. Korkmuş, hayal kırıklığına uğramış, şaşırmış, endişeli KGB çalışanı, kaygılı baba, eş, vatandaş rolünde müthiş bir kompozisyon çiziyor. Dönemi, zemini ve sistemi gayet iyi bilmesinin bunda büyük rolü var tabii. Guillaume Canet, aynı başarıyla eşlik ediyor Kusturica´ya. Yüreğe dokunan o final bir de. İnfazı beklerken, göl kenarındaki iskeleden puslu açıklara bakan Sergei´inin eliyle yaptığı ´hadi, tamam o halde´ işareti. İnsana sıkılan kurşun. ´Söyle benim ömrüm bu kente uğradı mı; sahi ben hiç ömrümü kendime yaşadım mı?´ sorusu. Tepişen fillerin zarar verdiği çimenler. Gayet insani diyaloglarla süslü küçük mutluluk arayışları. Walkman, bir şiir kitabı, bir babanın çocuğu için istediği en iyiler… İdeallerini yitirmiş bir bünyeyi iyileştirme çabasında olan idealist ve sevgi dolu bir adamın çaresizliği, yalnızlığı son tahlilde. Güce tapan zalimlerin, hain ve bildik oyunları. Dönemi perdeye taşıyan sanat yönetimi ve kamera şahane. Renk paleti, perdedekini içselleştiriyor.
SEX AND THE CITY 2
´Ne atom bombası, ne Londra Konferansı, bir elinde cımbız, bir elinde ayna; umurunda mı dünya?´ saptamasının kaldığı yerden devam ettiği film, bana oldukça yabancı ve uzak. Filmin ticari adı da Türkçe değil zaten. Bu doğal değil mi ama? Orta yaşı geride bırakmış üst düzey gelir grubuna mensup, neredeyse bütün dertleri; ilişkileri, alışveriş ve cinsellik olan dört New York´lu kadının öyküsü bu. Ay sonunu nasıl getireceğini düşünen, yazıyla, çiziyle uğraşan, memleketin ve dünyanın gidişatından dertli küçük, sıradan insana tamamen yabancı bir şey duruyor perdede. 1998-2004 yılları arasında toplam 94 bölüm olarak yayınlanan HBO yapımı popüler TV dizisinin ikinci bölümünü, dizide ve ilk filmde de aynı görevi üstlenen Michael Patrick King yönetmiş. ´Lüküs hayata´ ve takıp takıştırmaya meraklı ülkemiz dahil, gösterildiği hemen her yerde büyük beğeni toplayan, dört şehirli kadının maceralarının konu edildiği dizi sonrası ünlenen Sarah Jessica Parker, Kim Cattrall, Kristin Davis ve Cynthia Nixon daha yaşlanmış olarak karşımızdalar yine. İlk filmde, dostluk, arkadaşlık, dayanışma mevzularının altı çizilmişti. Bu kez, evlilikte sadakat ve kapitalist dürüstlük dışında pek bir şeyle karşılaşılmıyor. Tuzu kuru bir batılı gözüyle doğu insanı ve doğu ahlakı üzerine yapılan saptamaları saymazsak eğer. Bir TV dizisi estetiği ve atmosferine, 146 dakika dayanmak ise oldukça güç. ´´Star Wars´´ değil sonuçta perdede izlenen. Doksan dakika neye yetmiyor ki? Bu arada perdedeki ile aramda yabancılaşma efekti var diye filme kara çalmak etik değil. Usta yıldız Liza Minnelli, genç neslin pırlantası Miley Cyrus ve çekici yıldız Penelope Cruz´un konuk oyuncu olarak renklendirdikleri devam filmi, dizinin, ilk filmin ve moda dünyasının hayranları için bildik cazibesini koruyor.
MURAT ERŞAHİN