Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

11 EYLÜL 2020

10 Eylül 2020 Perşembe 21:07
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… Bir ay önce yeniden başlayan vizyon, 11 Eylül haftasında sekiz yeni filme ev sahipliği yapıyor.  
Josh Boone imzalı bilimkurgu-aksiyon ve korku kırması ‘The New Mutants / Yeni Mutantlar’, dinamik, genç oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. X-Men evreninde geçen macera, mutant olduklarını travmatik olaylarla keşfeden bir grup gencin, bulundukları rehabilitasyon merkezinin, düşündükleri gibi bir yer olmadığını keşfetmeleriyle gelişen ürkütücü olayları taşıyor perdeye. Polish biraderlerden Michael Polish’in yönetmen koltuğunda oturduğu aksiyon ‘Force of Nature / Fırtınalı Soygun’, devasa bir kasırganın şehri ele geçirdiği sırada, soygun planını uygulamaya çalışan bir çete ile bu soygunu engellemeye çalışan bir polisin hikâyesini anlatıyor. Usta aktör Mel Gibson’a, Emile Hirsch ve Kate Bosworth eşlik ediyorlar. Jun-Soo Park’ın yönettiği Güney Kore yapımı müzikal belgesel, ‘Break the Silence: The Movie’, ünlü K-Pop grubu BTS üyelerini, çıktıkları turne boyunca takip ederek seyirciyi onların hayatlarına davet ediyor. İngiltere yapımı korku örneği ‘The Dark Within / Karanlığın İçinden’i, ses departmanından yönetmenliğe terfi eden David Ryan Keith imzalamış. Ebeveynlerinin ortadan yok olmasının ardındaki sır perdesini aralamaya çabalayan, psişik güçlere sahip bir adamın hikâyesinde başrolü, Mark Wood ile Kendra Carelli paylaşıyorlar.

İngiltere-Almanya-Yeni Zelanda ortak yapımı ‘Guns Akimbo / Silahlar Fora’, aksiyonu; gerilim ve mizahla birlikte yoğurmuş. Görsel Efekt kökenli Jason Lei Howden’ın yazıp yönettiği sürükleyici ve tempolu yapımın başrolünde Daniel Radcliffe yer alıyor. Dan Scanlon imzalı animasyon ‘Onward / Hadi Gidelim’, türün hayranlarına seslenen sevimli bir komedi macera. Ünlü stüdyo Pixar’dan çıkma animasyon, bir zamanlar olduğu gibi dünya üzerinde hâlâ sihrin var olup olmadığını keşfe çıkan iki Elf kardeşin hikâyesini anlatıyor. İki yerli film; oyuncu kadrosunu, Esra Bezen Bilgin, Serdar Orçin, Sevinç Erbulak ve Onur Dikmen’in oluşturdukları, Cihan Sağlam imzası taşıyan dram ‘Uzun Zaman Önce’ ile Birol Kurt’un yönettiği korku gerilim ‘Deney’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yapımları. 
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2012 yılının Eylül ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Eylül’ünde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… 
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylül 2012


METİN ERKSAN İÇİN…

‘Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. Seni bilmem, bir söylene dönüşmek içindir dünya. Onun için başka bir son yok. Bir söylene dönüşmek, bir söylen olmak! Sonsuzluk dediğimiz budur.’
Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum – İlhan Berk

Bazıları yaşadığımız yere ait değilmiş gibi gelir bana. Dehaları, kimselerde olmayan yaratıcılıkları, üretkenlikleri, düşünme ve bakma şekilleri ile ayrılırlar çoğunluktan. Yaşadığımız gezegenin buz kesici sıradanlığından, ürkütücü bayağılığından kendilerini sıyırmış ‘başka’ insanlardır onlar. İlgilendikleri oluşları değerli kılmayı severler. Geriye çok az vakitleri kalmış gibi çalışırlar. Yok edici aynılığa teslim olmayı bir an olsun düşünmezler. Gelişimden, devinimden, diyalektikten yanadırlar. Bilimden ve sanattan. Özünde insandan ve sevgiden yana! Metin Erksan da onlardan biriydi işte. Bizim coğrafyada hayata merhaba demesi bir şans olan insanlardan. Atmosferi soluyan özel değerlerden biriydi. Her şeyden, sanatçı kimliğinden önce bir düşünürdü kuşkusuz. ‘İnsanla’ ilgilenirdi. İnsanın sosyal çevresi, toplumsal rolü ve sorumluluğuyla. İnsanı çevreleyen sistemle alıp veremediği vardı. Mülkiyet örneğin. Baskı, adalet. Sınıf ve kimlik meselelerine hep yakından baktı. İçinde olduğu coğrafyanın siyasi, sosyal, tarihi ve kültürel dinamikleri üzerine kafa yordu. Cesurdu, inatçıydı. Sadece değinmek istedikleriyle değil, sinema aracılığıyla, o değinilerini özel bir biçim içinde sunmasıyla da önemli oldu. Düşünmeye çağırdı bizleri. Derinde yatanı keşfetmemiz için zorladı. Katmanları gösterdi. ‘Onlar da var işte’ dedi. Birikimini olgun bir doğallıkla yansıttı perdeye. Çok basit ve net olan şeylerin ‘doğal önemini’ vurguladı. Estetiği asla es geçmedi. Yürekteki kara noktayı, söylenmemiş sözleri, başka türlü sevmeyi, ruhu, içselliği, direnci, gerçeküstüyü, kavgayı, melankoliyi, emeği, sevgiyi, acıyı, öfkeyi,  hüznü resimledi. ‘Gecelerin Ötesi’, ‘Yılanların Öcü’, ‘Acı Hayat’, ‘Suçlular Aramızda’, ‘Susuz Yaz’, ‘Sevmek Zamanı’, ‘Kuyu’ ve daha birçok önem. Onunla çağdaş olmanın hazzı sonra! Ustanın 1965 tarihli siyah beyaz kültü ‘Sevmek Zamanı’nın unutulmaz sahnelerinden biri işte… Surete aşık olmak… Müşfik Kenter ve Sema Özcan’ın; evin duvarındaki kadının resmine aşık olan Halil ve resmin sahibi Meral’ın diyalogları: 
 - Cevap verecek misin bana? Yoksa gerçeği söylemekten korkuyor musun?
 – Öğrenmek istediğini Mustafa söylemiştir sana.
 – Ben senin söylemeni istiyorum. Herhalde bana ait olan bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
 – Hayır, sana ait bir mesele değil bu! Resminle benim aramdaki durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım. 
– İyi ama aşık olduğun resim benim resmim. İşte ben de buradayım. Söyleyeceklerini dinlemeye geldim. 
– Resmin sen değilsin ki… Resmin, benim dünyama ait bir şey. Ben seni değil, resmini tanıyorum. Belki sen benim bütün güzel düşüncelerimi yıkarsın. 
– Bu davranışların bir korkudan ileri geliyor. 
– Evet, bir korkudan ileri geliyor. Bu korku, sevdiğim şeye ebediyen sahip olabilmek için çekilen bir korku. Ben senin resmine değil de sana aşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme. Belki alay edecektin sevgimle. Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor. İyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak.
 – Ben de sana bakmak istiyorum. 
– Hayır, benimle resminin arasına girme! İstemiyorum seni. Ben senin yalnız resmine aşığım.

Metin Erksan, insanı, toprağı zenginleştirdi, değer katıp gitti. Buraya ait değildi fakat ardında asla unutulmayacak izler bıraktı. Az ve öz olanlardan biri daha eksildi. Hep konuşulacak. Özlenecek. Anılacak. 


YAZ SONU RAPORU

Şairler, yazarlar, jüriler, filmler ve dünya hali

NASA’nın yeni robotu Curiosity, Mars’ta yaşamın izlerini arıyor… 80’lerde bir grup vardı: Curiosity killed the cat. One-hit wonder gruplardan biriydi. Hayat… Metin Erksan ustayı kaybettik sonra. Bütün peliküller yetim kaldı… Birbirinden tatsız haberler ajanslarda. Damacanalar kirli. Ekmekler bozulmuştu önce zaten; doğaldır! Usta şairlerin ölüm yıldönümleri, Ağustos’a, yaz sonuna rastlıyor. Can Yücel, Turgut Uyar ve İlhan Berk… Şiir ve biz yetimiz! Doğru dürüst şair de yetişmemekte. Şiir öldü çünkü. Anlam öldü! Oturmuş Borges okuyorum. ‘Ölüm ve Pusula’. Dünyayı bir yanılsamalar döngüsü olarak görüyor üstat. Kendini, dolayısıyla ününü asla umursamayan ‘başka’ biri Borges. Tomris Uyar imzalı çeviri. Keyifle okuyorum kitabı bir kez daha… John Berger yeni bitti. Domuz Toprak. Çok özel bir kitaptı o da yeniden okunan! Etraf tatsız tuzsuz. Bütün güzellikler ertelenmiş gibi. Duyarlıklar sonsuza dek kilit altına alınmış sanki. ‘Önem’ denen şey ‘mana’ değiştirmiş. ‘Önemli’ sayılanlar fuzuli basitlikler artık. Futbol transfer haberleri, Londra Olimpiyat oyunlarına denk düşüyor. Yüzden fazla sporcumuz var Londra’da. Olimpiyatlar bitmek üzereydi yazı kaleme alınırken, tek bronz madalya alabildik daha. Öyle işte… Potanın perileri, filenin sultanları… Bu tip benzetmeler kadın sporcular için. Çarşının, pazarın, fabrikanın, tarlanın, evinin kraliçeleri ne yapıyor peki? Kadınlara yönelik suçlar artarak sürüyor öte yandan.

Sight and Sound, on yılda bir düzenlediği ‘bütün zamanların en iyi on filmi’ anketini güncellemiş. İki bin kırk beş film, 876 film eleştirmeni ve yönetmen tarafından değerlendirilmiş. ‘Yurttaş Kane’, birincilik koltuğunu ‘Vertigo’ya kaptırmış. En iyi onun sekiz numarasında Dziga Vertov’un 1929 tarihli, 68 dakikalık enfes belgeseli ‘Kameralı Adam’ı da var. ‘Sıralama kültürü’ çok zarif bir şey değil elbet ama çılgın kapitalizmin oyalama taktiklerinden biri olduğunu fark etmiyor insan bazen. Böyle güzel listelere de yer veriyor popüler kültür bazen!  6-12 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ulusal jüri başkanlığı tartışması yaşandı uzun müddet. Jüri başkanı Hülya Avşar olunca, jüriden bazı isimler aflarını istediler. Aralarında meslektaşlarımın da bulunduğu sinemayla uğraşan pek çok kişiye soruldu bu ‘başkanlık meselesinin’ içe sinip sinmeme durumu, olur, olmazlığı… Bir sürü farklı cevap verildi. Asla olmaz diyenler de oldu, bal gibi olur diyenler de. Geçtiğimiz yıl da Müjde Ar’dı jüri başkanı. O yıl, sadece kadınlardan oluşmuştu jüri; belki de bu yüzden tartışılmadı Ar’ın başkanlığı. Üstelik ‘en iyi film’ seçilen yapım da tartışılmıştı kararların ardından…

Kanımca, önemli bir mesele değil bu mevzuyu tartışmak! Ama şu noktayı da belirtmek gerek; uluslararası jüri başkanının István Szabó olduğu yerde, ulusal jüriye de aynı ‘ağırlıklı’ önemi vermek gerekirdi fikrimce. Yedinci sanatın ustalarından Macar sinemacının karşısına, ulusal yarışmaya yani, yine usta bir yönetmen yakışırdı. Hülya Avşar tabii ki rahatlıkla her türlü jüride yer alabilir ama başkanlık… Ülkenin en iddialı film festivallerinden birinde, ulusal yarışmada başkan olmak ve de István Szabó’nun bulunduğu konumda yer almak, onu gerilime sokabilir. Yani son tahlilde, usta bir yönetmen olması daha doğru olurdu jüri başkanının. Hülya Avşar, bir oyuncu olarak yer alsın yine jüride… Almasın mı? Evet… TV kanalları, spikerler, gazeteler, köşe yazıları… Her şey eskiyi özletiyor. Yetmişlerin sonunda sona ermiş gibi her şey. Yaşıyor olduğumuz sıradanlıklar şaka gibi! Sıradan olmayan oluşlar da var tabii. Çok sevdiğim özel ve güzel aktris Vera Farmiga, otuz dokuzuncu yaş gününü kutladı geçenlerde. Gözlerinin içine öylece bakıp kalmak iyi geliyor insana. Şu robot, Mars’ta bir şeyler bulsa keşke diye geçiyor içimden! Hoş, bulsa ne olacak. Orayı da cehennem eder insan kendine! ‘Red Planet’ vardı bir de Mars’ta geçen. ‘Kırmızı Gezegen’ diye oynamıştı film bizde; 2000 yılıydı…
 

ELENA

Üşütür çaresizlik ve kapkara bir kuştur umutsuzluk

Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi, Rus yönetmenin çağdaş ustalardan biri olduğu gerçeğini pekiştiriyor. 2003 yapımı enfes şiir-film ‘Dönüş / Vozvrashchenie’ ile keşfetmiştik onu. Ardından 2007’de ‘Sürgün / Izgnanie’ çıkageldi. Tarifsiz hüzünlere müthiş bir ‘biçimle’ savrulduk. Meselelerini, yarattığı özgün atmosferle çok şık bir stille sunan Zvyagintsev, Tarkovsky’nin mirasçısı. Üzerindeki Bergman etkisinden de bahsedebiliriz. ‘Elena’, vahşi kapitalizmin kural tanımayan çılgınlığında ‘hayatta kalabilme’ öyküsü. Zvyagintsev, bu kez ‘ahlak’ kavramına bakıyor! Bedeli ne olursa olsun, hayatta kalmak için verilen mücadele… Elena, zengin ve yaşlı Vladimir ile evli. Bir hemşire. Adama bakıyor, bütün isteklerine evet diyor. Hemşiresi, hizmetçisi, her şeyi. Adam, kalp krizi geçirince vasiyetini hazırlıyor. Bütün her şey kızının olacak. Bu haksızlık diye düşünüyor Elena. Kendi oğlu var. Torunu, gelini. İşsizler, çalışmıyorlar. Hepsi onun eline bakıyor.  Elena, kritik bir karar alıyor. Bedelli her ne olursa olsun… Komünizm sonrası yokluk içinde ‘bekleyen’ varoşlar, toplu konutlar ve şehrin diğer tarafında yeni Rusya’nın zenginleri. Ölüm, yaşam, fedakârlık, ahlak, sorumluluk ve yoksunluk. Boğazınıza dek yükselen sıkıntı eşliğinde Zvyagintsev’in mat renklerle desteklediği umutsuz resim. Çıkışsızlığın, çaresizliğin kekremsi tadı! Nadezhda Markina’nın müthiş oyunu sonra.

(SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / SİNEMA DERGİSİ / EYLÜL 2012)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar