10 TEMMUZ 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Bu hafta, yani 10 Temmuz 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Temmuz sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2009 yılının Temmuz ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Temmuz’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan (Temmuz 2009)
16. ALTIN KOZA
İstanbul-Adana, Adana-İstanbul…
Anlayışlı, iyi yürekli dostum ve meslektaşım Senem Erdine, genel yayın yönetmenim olarak, festival yazılarımın ‘biraz şahsi’ olduğunu dile getirmişti. Haklıydı ama şahsi bir meseleydi sinema. Her sinema yazarının festival edinimlerinin değişik olabileceğini ve okuyucuların sinema-hayat dengesini bilip, çıkarımlardan keyif aldıklarını söyleyerek, onay aldım kendisinden. Ve işte sizlerle paylaştığım yeni yaşanmışlıklarla, görüşler… Gidiş geliş, 1860 km… Bir araba, dört sinema yazarı ve bir film festivali daha… Murat’la (Özer) karar vermiştik. Altın Koza’ya arabayla gidecektik. Komedi-macera içeren yol filmine; ‘ayaklarını yerden kesmeyeceksin’ öğretisinin ateşli savunucuları, kadim dostlarımız Uğur kaptan (Vardan) ve Cumhur’da (Canbazoğlu) dahil olunca büyük macera şekillenmiş oldu. Ankara üzerinden Aksaray, Ulukışla, Pozantı ve Adana’yı gösteriyordu güzergâhımız. Dilimizde, Faruk Nafiz Çamlıbel’in ölümsüz eseri ‘Han Duvarları’… ‘Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya’ durumu oldukça farklıydı tabii. Düzgün otoyollar, geçmişin zahmetli toprak yollarına göre yolculuğu tamamen değiştirmişti ama duyarlıklar aynıydı: ‘Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı. Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları’... Yol üzerinde, Derviş Zaim’in bizden önce uğradığı Tuz Gölü’ne konuk olduk. Beyaz, tuhaf bir dinginlik içinde yeni arkadaşımız deve kuşu ile fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik. Sinematografik ve bol molalı gidiş yolculuğu, Mözer’in müthiş müzik seçimi eşliğinde, ‘Stranger than Paradise’ ve ‘Fandango’ dokusuyla on saati geçti. Adana, her şeyiyle meteorolojik durumu gibiydi: Sıcacık…
Festival kitapçığı, bana ‘Ulusal Uzun Metraj Yarışma’ kategorisinde izlemem gereken üç yerli film olduğunu söylüyordu: “Köprüdekiler”, ‘İki Dil Bir Bavul’ ve ‘Pus’. Daha önce izlediğim dokuz film, yanıma kâr kalmıştı. Türkiye Sinema Platformu basın toplantısı ve çakışan program yüzünden maalesef ‘En İyi Film’ ödülünü ‘11’e 10 kala’ ile paylaşan ‘Köprüdekiler’i izleyemedim. ‘İki Dil Bir Bavul’, içten, doğru ve önemliydi. Uzaklardaki bir köyde yaşanan gerçekler. Kürtçe bilmeyen öğretmen, Türkçe konuşamayan çocuklar. Büyük bir unutulmuşluk. Upuzun yıllardır süregelen acı öykünün resmi. Yoksunluk, yoksulluk, imkânsızlıklara rağmen insan yüreğinin gücü… Aklıma hemen Ece Ayhan geldi. Onun meşhur ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’: ‘Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: Maveraünnehir nereye dökülür?’… ‘Aldırma 128!’… Öğretmenlik mesleğinin ulvi meselesi de ele alınmıştı filmde. Bizim SİYAD jürisi, ‘İki Dil Bir Bavul’u ‘En İyi Film’ seçerek, ödül gecesini de kurtarmış oldu bence…
Gelelim ‘Pus’a. Tayfun Pirselimoğlu’nun kapkara filmini beğendim. Tavizsiz, doğru bir işti. Ben Pirselimoğlu’nun sinemasını seviyorum. Romanlarını, öykülerini, resimlerini ve kişiliğini… Doğru, dürüst, mütevazı, nazik, düşünceli, duyarlı, neyse o olan bir sanatçı. Filmlerine yansıyan da bu: Neyse o olması… Filmin oyuncuları Ruhi Sarı, Mehmet Avcı ve Nurcan Ülger ise şahaneydiler… Ödül törenine gelirsek… Jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan, sanırım Cannes Film Festivali’nden aldığı esinle sahneye tek başına çıktı ve Cannes’de yapılmayan biçimiyle sundu ödülleri. Açıklamalı olarak… Alışık olduğumuz üzere tek eli cepte kürsüye dayandı. Ve karşısındaki amfide onu dinlemekte olan öğrencilerine ders veren bir profesör edasıyla sundu geceyi. Seçtiği kelimeler ve genel yaklaşımı daha nazik, özenli olsaydı, sanırım bu yeni uygulama daha iyi ve doğru olabilirdi. Laboratuar ödülünü ‘saçma’ bulmasıyla başladı dersine… Sanırım ‘yanlış’ daha uygun bir kelimeydi. ‘En İyi Senaryo’ ödülünün ‘11’e 10 kala’ya gitmesine şaşırdım. Yarı belgesel, yarı kurmaca filmin metni kötü değildi ama ‘en iyi’ de değildi… ‘En İyi Yönetmen’ açıklamasını, ‘iki oyuncusu da ödül almış bir yönetmen’ diyerek yaptı Nuri Bilge ve yönetmenlik müessesesi hafif yaralandı. Semih Kaplanoğlu, Yeşim Ustaoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Atalay Taşdiken’in filmleri bu ödüle daha yakındı bence. ‘Uzak İhtimal’ iyi bir filmdi tamam. Ama ‘en iyi yönetmen’ deyince, orada durmak gerekiyor. Semih Kaplanoğlu ve ‘Süt’ü göz ardı edilmiş isimlerden oldu. Hayır, bence şunu demek lazımdı Kaplanoğlu’na… ‘Senin filmin eskidi artık ve çok festival dolaştı. Yarışma bölümüne değil, özel gösterime alalım filmi’. Çünkü kalitesi belli olan ‘Süt’e haksızlık yapıldığı ve jürinin duruma bakışı ortada…
‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünde Bilge Ceylan, yine, ‘işte elimizdekinin en iyisini seçtik, aslında rolü en iyi kadın oyuncu için uygun değildi’ görüşüyle verdi ödülünü Görkem Yeltan’a… Aktrisin o anki hissiyatını ve duyarlılığını düşünmeden… En İyi Film ödülünün ‘Köprüdekiler’ ve ‘11’e 10 kala’ arasında paylaştırılması ise yapılan büyük yanlışlıklardan biriydi bence. Neden iki film birden ‘en iyi’ oluyordu? (en azından birini – 11’e 10 kala- izlemiştim ve bırakın en iyiyi, vasat bulmuştum) Ödüllerin ekonomik karşılığı mıydı buna etki eden? Üleştirme, paylaştırma biraz yanlış gibi, eğer yarışan bir sanat eseriyse ortadaki…’Süt’, ‘Pandora’nın Kutusu’, ‘İki Dil Bir Bavul’, ‘Mommo’ ve ‘Pus’ örneğin, bu iki filmden neden daha kötüydüler? Bilge Ceylan, ‘biz filme bayıldık, şahaneydi. Sizden izlemenizi rica ediyorum’ diyerekten ‘Büyük Jüri Yılmaz Güney Ödülü’nü ‘İki Dil Bir Bavul’a verdikten sonra onu neden ‘en iyi film’ seçmediklerini ve seçtikleri iki film arasına neden giremediğini de merak ettim doğrusu. Ceylan’ın ‘Adana İzleyici Jürisi En İyi Film’ ödülünü kazanan ‘Mommo-Kız Kardeşim’in, özellikle büyük jüriden değil, halk tarafından onay gördüğünün altını çizmesi de kabaydı. Yılmaz Güney’in festivalindeydik ve söz halkındı tabii. Ayrıca, yerinde bir seçimdi halk jürisininki. Ana jürinin verdiği ve benim de tamamen katıldığım ödüller de yok değildi. ‘En İyi Erkek’, ‘En İyi Kadın’, ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’, ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ gibi… Ödülleri iki eşit parçaya bölme hadisesi ve Bilge Ceylan’ın okul müdürü tavrı, biraz hüzünle ayrılmama sebep oldu ödül gecesinden. Dünyaca tanınmış, uluslararası bir sanatçıysanız, daha sevecen, daha mütevazı, daha yakın olmanız gerek insanlara. Sanatın amacı ‘daha iyi olmak’ değil mi özünde? Dönüş yolculuğunda kilometre saydık. Sevdiklerimizi özlemiştik. Dört sinema yazarı, usulca ama yine çok şey biriktirerek geçip gittik bir festivalden daha…
SOLDAKİ SON EV
İçimizdeki canavar üzerine…
1972’de, Vietnam savaşı bütün hızıyla sürerken şiddet olgusu üzerine bir film çekmişti günün genç yönetmeni Wes Craven. Günümüzde, gerilim türünün ustaları arasında yer alan, sinemaya gücü ve etkisi kanıtlanmış birçok alt tür filmi armağan eden Wes Craven’ın ilk filmiydi ‘The Last House on the Left / Soldaki Son Ev’. Craven, 1960 İsveç yapımı, senaryosu Ulla Isaksson imzalı, Ingmar Bergman ustanın ‘Jungfrukällan / The Virgin Spring’ filminden esinlenmişti. Tipik bir B filmi olan ilk “Soldaki Son Ev”, büyük bütçeli bir ‘yeniden çevirimle’ yine beyazperdede. Wes Craven’ın ve ‘Friday the 13th / 13. Cuma’nın yaratıcısı Sean S. Cunningham’ın yapımcıları arasında olduğu dramatik korku-gerilimi, Hollywood’un yeni transferlerinden Yunanlı Dennis Iliadis yönetmiş. Film, sıradan, masum insanların, çok sevdikleri zarar gördüğünde, en az sevdiklerine zarar verenler kadar saldırgan, hatta daha da acımasız olabileceklerini ‘net’ biçimde ortaya koyuyor. Tekinsiz, arızalı bir dünyada kendimizi, sevdiklerimizi korumak ve hayatta kalabilmek adına ne kadar ileriye gidebileceğimize dair korkutucu bir öykü anlatan film, imkânlar ve gelişim göz önüne alındığında orijinaline göre doğal olarak daha etkili ve sürükleyici. Ama meselenin ardında yatanlar ve içsellik açısından aynı şeyleri söylemek Craven’a haksızlık olur kanaatindeyim. Sözün özü, ilk çevriminin gölgesinde kalmayan ama onu da unutturmayan, derdini iyi anlatan, çizdiği sınırları aşmayan, düzgün bir gerilim var perdede. Bu arada, ‘Mystic River’da izlediğimiz genç aktör Spencer Treat Clark ve filmin kötülerinden Garret Dillahunt’ın performanslarına dikkat.
KÖRLÜK
‘Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz, bakıyoruz ama görmüyoruz.’ Jose Saramago
Gerçeklerin görmekle ilintisi… Zalim bir dünyada kargaşa ve acımasız bir distopya. Nobel ödüllü Portekizli usta yazar José Saramago’nun ülkemizde aynı adla yayımlanmış ünlü romanından uyarlanan ‘Körlük’, sarsıcı bir dram. Bu iddialı edebiyat uyarlamasını yöneten isim, ‘Tanrı Kent’ ve ‘Arka Bahçe’ gibi yine başarılı roman uyarlamalarından tanıdığımız Brezilyalı usta sinemacı Fernando Meirelles. Kanadalı aktör-senarist ve yönetmen Don McKellar’ın beyazperde için kaleme aldığı ve geçtiğimiz yıl Cannes’de ‘Altın Palmiye’ için yarışan etkileyici filmde başrolü, Julianne Moore üstlenmiş. Mark Ruffalo, Gael Garcia Bernal ve Danny Glover, zengin oyuncu kadrosunun önemli isimleri. Sebebi bilinmeyen ve hızla yayılan körlük salgını fonunda, modern ve uygar toplumun gerçek yüzünü, özünde yatan barbarlığı ve dehşeti alegorik biçimde perdeye yansıtan film, yaşadığımız günlere ve ‘duyarsız’ çağdaş insana bir tepki. Körlük olgusunu bir metafor olarak kullanan, basit imgelere başvurmadan, anlatıcının ve ‘adı olmayan’ kahramanlarının konuşmalarını ortak bir monologa dönüştüren yapım, aslında matah bir şeymiş gibi pompalanan ‘liberal demokrasinin’ insanlığı sürüklediği uçurum kenarını, ustalıklı bir sinemayla anlatıyor. ‘Tanrı Kent’ ile tanıdığımız Uruguaylı görüntü yönetmeni César Charlone’nin yarattığı müthiş görsellik ise dikkat çekici. Belki biraz iddialı olacak ama beyazperdede izlediğim en iyi edebiyat uyarlamalarından biri ‘Körlük’. İnsanı allak bullak eden, kaçırılmayacak bir film. Bu arada, yazarın belki de en sinematografik olan ve mutlaka beyazperdeye yansıyacağını düşündüğüm ‘Bütün İsimler / Todos os Nomes’ (Gendaş Kültür-1999) adlı romanını hararetle öneriyorum.
Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan / Temmuz 2009
MURAT ERŞAHİN