Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

10 ŞUBAT 2012

09 Şubat 2012 Perşembe 22:52
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu haftaya ‘merhaba’ diyen yedi yeni yapımdan, notlarımız arasında bulunmayan tek film; yoğun tempo içinde izleme şansını bulamadığımız Adam Sandler’li komedi “Jake ve Jill”. Bu hafta, hemen her beğeniye seslenen yedi nitelikli filme ev sahipliği yapıyor. Hepsi birbirinden ilginç, kaliteli yapımlar arasında neler var neler… Geçtiğimiz hafta içinde yitirdiğimiz oyuncular yüreğimizi burktu. Karizmatik aktör Ben Gazzara, Baykal Kent… Yakında başlayacak olan Berlin Film Festivali, dağıtılacak Akademi ödülleri… Sinema da ara vermiyor hayata… Artık biliyorsunuz, içimizde yaşayan ‘sinemadan çıkmış insana’ iyi bakmalıyız. Çünkü sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu! Herkese iyi seyirler!

KÖSTEBEK
‘Şüphe’nin her şey olduğu bir dönem. Soğuk savaşın iliklere kadar ürperttiği, netameli, yalnız günler. Londra. İstihbarat görevlileri korku, endişe ve güvensizliklerini bol sigara ve bol viski ile bastırmaya çalışıyorlar. İngiliz istihbaratının en yüksek kademesi ‘sirk’in en tepesindeki isim ‘Control’, Budapeşte’de gerçekleşen başarısız bir operasyonun ardından istifa eder. Gerçek ismini kimsenin bilmediği Control, istihbarat ağının içinde bir köstebek olduğundan şüphelenmektedir. Hükümet tarafından emekli olduğu halde geri çağrılan tecrübeli ajan George Smiley ise, gizli servis içindeki Rus casusunun kimliğini ortaya çıkarmakla görevlendirilir… İkinci Dünya Savaşı sonrası, bütün dünyada esen soğuk savaş rüzgârlarının uğultusunda geçen bol soru işaretli casusluk öyküsü; kendisi de eski bir ajan olan ünlü yazar John le Carré’ın aynı adlı romanından uyarlanmış perdeye. 1979’da yedi bölümlük bir mini dizi ile BBC tarihine adını altın harflerle yazdıran aynı adlı eseri (orijinal ismiyle “Tinker, Tailor, Soldier, Spy”) perdede imzalayan isimse; İsveçli Tomas Alfredson. 2008 tarihli yürek burkan vampir hikâyesi “Låt den rätte komma in / Gir Kanıma” ile ‘sıkı’ bir isim olduğunu ispatlayan İsveçli yönetmen; oldukça stilize bir film çekmiş yine. Gizli servis içindeki köstebeği bulup, ortaya çıkarmanın ötesinde, karakterler arası bir hesaplaşma ve yalnızlık öyküsü izlediğimiz. Ajanlığın ve istihbarat bürolarının, karizmatik görüntülerinin aksine, yaldızı kazımaya bile gerek görmeden, aslında gerçeğin oldukça sıradan, karanlık, umutsuz, güvensiz, yanıltıcı, korku dolu olduğunu vurguluyor film. Karakterlerin yalnızlığı, endişeleri, sıkıntıları, çıkışsızlıkları oldukça net biçimde yansımış perdeye. Yalnızlıktan üşüyen karakterler, puslu, ıslak, kirli, mat, netameli görüntüler eşliğinde, pencerelerin ardından görünüyorlar bize. Filmin renk paletine bilinçli olarak sinen bu ‘yapı’, birinci sınıf görüntü yönetimine ve filmin ruhunun her anını yansıtan sanat yönetimine övgüler sıralamamıza neden oluyor. 70’lerin İstanbul’u, filmde yer alan Londra ve Budapeşte gibi; filmin ruh haritasına denk düşen görüntülerle sunulmuş. İstanbul belki de hiçbir zaman bu kadar incelikli olarak yer almamıştı perdede. Tekinsiz, yarı loş, hafif dağınık, eksantrik, gizemli bir kent olarak fon olmuş öyküye İstanbul. Sonra oyuncu kadrosu… Ülkemizde de çok sevilen TV dizisinde ‘George Smiley’i canlandıran usta aktör Alec Guinness, beyazperdede yerini Gary Oldman’a bırakmış. Oldman, oldukça ifadesiz, mutsuz ve olan biteni kanıksamış halde duruyor karşımızda. Kuşkusuz kendi kariyerinin en önemli işlerinden biri bu. Colin Firth’den, John Hurt’e, Mark Strong’dan, Tom Hardy’ye, Ciarán Hinds’den, Toby Jones’a bütün kadro; ‘sirk’in içine taşıyor izleyiciyi. Güven duygusunun, dostluk ve sadakatin asla var olmadığı, ‘teşkilat’ içinde yer alan insanların, kadını, erkeği ve onların birinci derece yakınlarıyla, büyük ve boğucu bir boşlukta salınan unsurlar olduklarına tanık oluyoruz. Her şeyin olabildiğince aldatıcı, bambaşka ve boşu boşuna anlamlar yüklenen yapının ne derece hantal, çaresiz ve yanıltıcı olduğunu izliyoruz. Üşüyoruz. Tıkanmışlık ve çaresizliğin sözlük anlamlarını görüntülemiş Alfredson. Finalde yer alan Charles Trénet şarkısı ‘La Mer’ yorumuyla izlediğimiz son hesaplaşma, gelişme ve görünen gerçeklerin aslında ne anlama gelip gelmediklerini, pelikülün her köşesine sinen müthiş bir hüzün duygusuyla izlerken, eksikliğin, çıkışsızlığın tadını duyuyoruz. Soruların ve cevapların bir önem teşkil etmediğini yeniden ayrımsıyoruz. Kimilerinin, yalnızlığa mahkûm olduğunu ve ‘bu’ renksiz, kahkahasız, nüanssız hayatı yeni baştan yaşamayı onlardan istemeye hakkımız olmadığını da. Yarım kalmış, üstü örtülmüş, konuşulmamış, dokunulmamış, geçiştirilmiş her şey gibi, sürüyor ‘sirk’te hayat…

SÜRÜCÜ
Metin Eloğlu’nun hüzünbaz dizesini düşürüyor akla; orijinal adıyla “Drive”ın ana karakteri ‘sürücü’: ‘Gözlerine derinden ne zaman baksam, hep uzaklaşıp giden yalnız bir adam.’ Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn, içi dopdolu suç öyküsüyle, Cannes’de, birçok usta meslektaşının arasından sıyrılıp kazandı ‘en iyi yönetmen’ ödülünü. 80’lerin atmosferine, 70’lere, sonra 70’lerin isyankâr karakterlerine selam duran bol katmanlı, stil sahibi bir film James Sallis adlı yazarın aynı adlı romanından uyarlanan “Sürücü”. Ne yaptığını gayet iyi bilen Retro öykünün kahramanı ‘sürücü’, beyazperdenin en ilginç karakterlerinden biri kuşkusuz. Son derece soğukkanlı. İfadesiz ama bilge. Yeni bir başlangıcı hayal edecek derecede hüzünlü. Kontrolünü yitirecek derecede öfkeli. Kimseyi umursamıyor ve yaptığı ‘iş’le arıyor içinde olduğu cehennemin ‘anlamını’. Eski bir yanı var. ‘Söz’ önemli onun için. Varoluşun nedensiz tedirginliğini fark etmiş, yetenekli biri. Belli bir dönemi dondurmuş sanki vücudunda. Bir kimlik, bir iş aleti, bir dost gibi taşıdığı deri eldivenleri, ağzının kenarında gezdirdiği kürdanı, sırtındaki akrep desenli beyaz montuyla başka bir yerde yaşanan oluşların insanı o. Başka bir bedene sahip, başka türlü bir yaratık belki de. Montunun üstünden nefes alıp veren akrebin sesini dinlediği zamanlarda en az onun kadar acımasız. Masumiyet ve saflıkla yüklüyken bir anda çırılçıplak ve ham bir şiddetin ortasında buluyoruz kendimizi. O derece gerçek işte olup biten. Dingin, şiirsel bir yapının hemen yanı başında yol alan kan kırmızı bir hesaplaşma. Holywood’da dublörlük yapan, aynı zamanda sürücülük yeteneğiyle, soygunlarda hırsızların güvenli ulaşımını sağlayan; hızlı aynı oranda kontrollü biri sürücü. Komşusu Irene ile yakınlaşıyor. Sonra bir sürü terslik, şanssızlık yaşanıyor ve öksüz bir çocuğu andıran şefkate aç bu kadını, bir yerlerden tanıdık bu sıcaklığı korumak için, sonu kötü kokan bir mücadeleye giriyor kahramanımız. Aslında kahraman durumlarına sıcak bakmayan, ‘karakter’ odaklı, kendi kişiliklerinin omuzuna elini atan, mesafeyi gayet iyi ayarlayan, öykü ve değinip düşündürdüğü durumlar üzerinde hakimiyet kuran çok iyi anlatılmış ve çekilmiş bir film duruyor perdede. Ryan Gosling’in, iyiden iyiye bir ‘aktör’ olduğunu ‘bold’layan yapımda Carey Mulligan yine çok başka bir karakter olarak bakıyor bize. Kırılgan, yeni bir başlangıcı düşleyen Irene’in yanı sıra Albert Brooks, Ron Perlman ve Bryan Cranston, çok sahici karakterler yaratıyorlar. Sinema kokan, insana bakan, dürüst ve şık film, neredeyse pelikülün her yanını sarmış College’ın ‘Real Hero’ şarkısını, izleyicisinin diline emanet ederek yolcu ediyor salondan. Acı, son derece içsel, melankolik yanıyla anımsanacak, dertli bir film “Sürücü”.

DUYGULARIN RENGİ
Orijinal adıyla “The Help”, iki çocukluk arkadaşının, yazar Kathryn Stockett ve aktör kökenli yönetmen Tate Taylor’un ekip çalışmasının ürünü, etkili bir dram. Çocuklukları, Mississippi-Jackson’da geçen ikilinin öyküleri de, doğup büyüdükleri yeri fon alıyor. Irkçılığa, ayrımcılığa ve ‘öteki olmanın dayanılmaz ağırlığına’ kadın gözünden bakan yapım, ‘en iyi film’ haricinde, üç kadın oyuncusuyla Oscar’lara aday. Viola Davis, ‘en iyi kadın oyuncu’ heykelciği için yarışırken, Octavia Spencer ile Jessica Chastain, ‘en iyi yardımcı kadın oyuncu’ dalının favorileri arasında gösteriliyorlar. 1960’ların Amerika’sında, Mississippi’nin Jackson kasabasındayız. Afro-Amerikalılar, kaderlerinin gösterdiği işleri yaparak sürdürmektedirler yaşamlarını. Bir yandan, dünya değişirken, Amerikan yurttaş hakları hareketi büyük bir ivme kazanmış, ırksal eşitlik her platformda dile getirilip, şiddet karşıtı gösteriler hemen her yerde sesini yükseltmişken, ülkenin özellikle bu noktasında değişen çok fazla şey yoktur. Yine beyaz efendilerinin yanında en zorlu koşullarda çalışmaktadır Afro-Amerikalılar. Martin Luther King, ‘bir hayalim var’ diye başlayan ünlü konuşmasını yaparken, hayallerinde bile mutlu olamayan bu insanlar, erkeği, kadını, çocuğuyla köledirler hâlâ. Hatta ırkçı örgüt Ku Klux Klan’dan aldıkları güçle, bazı beyazlar, Afro-Amerikalı hizmetkârlarının kendileri ve çocuklarıyla aynı banyoyu-tuvaleti bile paylaşmasını tasvip etmemektedirler. Bütün Afrikalı kadınların kaderi, ilk genç kızlığa adım attıkları zaman, ağırlıklı olarak, beyazların çocuklarını büyütmek ve evlerini temizlemektir. Bir beyazın çocuğuna şöyle bir şaplak bile atamazlar. Beyazlar, kendi çocuklarını kendileri dövmek ister çünkü. Büyüttükleri beyaz çocuklara, gerçek birer anne olan bu talihsiz kadınlar, gün gelip en sudan sebeplerle, kapı önünde bulmaktadırlar kendilerini. Vefasız bir hayattır yaşadıkları. Hepsi bu… İşte bu günlerde, üniversite eğitimi için kasabasından ayrılan ve yazar olmayı düşleyen beyaz bir kadın, geri döner ve yerel gazetede iş bulur. Asıl arzu ettiği ise, kendini de büyütmüş siyahi hizmetçilerin yaşadıkları ve düşündükleri hakkında bir kitap yazmaktır. Bunun için, en iyi arkadaşlarının hizmetçileriyle gizli görüşmelere başlar. Proje büyürken, ödenecek karşılıklar da büyür. Ama kitabı oluşturanların vazgeçmeye niyetleri yoktur. Başta Viola Davis olmak üzere kadroyu oluşturan bütün kadın oyuncular güçlü performanslar sergiliyor. Anaakım sinema dilinin temsilcisi olan yapım, duygusal tonunu ve naif yapısını, açılış sahnesinden finale dek tutarlı biçimde koruyor.

MARILYN İLE BİR HAFTA
Yapımcı kimliğiyle tanınan, TV dizi ve filmlerine yönetmen olarak imza atan İngiliz Simon Curtis’in ilk sinema filmi, yaşanmışlıklara dayanıyor. Efsane isim Marilyn Monroe ve Britanya’nın belki de en önemli aktörlerinden biri olan Sir Laurence Olivier; Olivier’in yönettiği “Prens ve Şov Kızı / The Prince and the Show Girl” adlı film için İngiltere’de bir araya gelirler. Filmin yönetmen yardımcılığını yapan genç Oxford mezunu Colin Clark ile neredeyse bütün dünyanın ikonu olan Marilyn Monroe arasında ilginç bir ilişki kurulur. İkili arasındaki dostluk, sonrasında duygusal yakınlaşmaya dönüşür. Marilyn, film aracılığıyla dünyaca tanınmış bir yıldızken aynı zamanda yetenekli bir oyuncu olduğunu kanıtlamaya; Sir Laurence Olivier’da, usta bir aktörken, daha popüler olmaya, bir yıldız olarak anılmaya gayret etmektedirler. Bütün film çekimi karmaşası içinde yaşanan ilişkiler, ortaya çıkan ürünün yanı sıra; ünlü, ünsüz herkesin hayatını etkileyecektir… Sonradan kariyerini belgesel yönetmenliği üzerine kuracak Colin Clark’ın anılarından yola çıkarak yazdığı iki anı kitabından perdeye uyarlanan biyografik dram, Monroe’nun yer yer trajik, bazı anlarda gülümseten duygu dolu hikâyesine değiniyor. Çekim aşamasında adı “The Sleeping Prince” olan film için, son eşi ünlü yazar Arthur Miller’la birlikte; bambaşka bir ülkeye gelen, karşısında başka türlü bir geleneği, metodu bulan, bütün dünya; özellikle erkekler tarafından bir ikon olarak görülen Marilyn Monroe’nun ruh haritasını da izliyoruz filmde. Yoğun ilaçlar ve alkol arasında mutsuzluğunu ve sorunlarını geçiştirmeye çalışan yıldızın değişken ruh hali, öyküye serpiştirilmiş. Üçüncü Oscar adaylığına kazanan Michelle Williams’ın leziz performansıyla zihne takılan yapımda, Sir Laurence Olivier’i, yine Shakespeare uzmanı olan usta aktör Kenneth Branagh canlandırırken, genç İngiliz aktör Eddie Redmayne, Emma Watson, Julia Ormond, Derek Jacobi, Toby Jones, Dougray Scott, Dominic Cooper ve usta aktris Judi Dench, zengin kadroyu oluşturuyorlar. Michelle Williams’ın kendi sesiyle söylediği şarkılar ve vücut dili, Marilyn Monroe’yu etten kemikten karşımıza çıkarıyor adeta. Kırılgan ve sürekli içindeki problemlerle boğuşan yıldızın yalnızlığı, şefkat ve sevgi açlığı, cazibesi ardında yatan yetenekleri ve insan tarafı, sıcak bir öyküde işlenmiş. Tonu ve atmosferiyle başarılı sayabileceğimiz yapım, bir eksiklik hissi yaratsa da, hüzünlendiriyor bünyeyi. Michelle Williams, ‘Marilyn’ olmuş, karşımızda duruyor işte diye düşünüyorsunuz.

DÜŞMANI KORURKEN
Hollywood’un yeni transferlerinden İsveçli yönetmen Daniel Espinoza’nın yönettiği aksiyonu bol casusluk öyküsü; Denzel Washington ve Ryan Reynolds’ı bir araya getiriyor. CIA’nin en çok arananlar listesinin başında olan isimlerden biri olan eski CIA ajanı, yakalanıp Güney Afrika’daki güvenli bir merkeze getirilir. Burada sorgulanırken, güvenli ev saldırıya uğrar. Evin sorumlusu genç ajan ve tehlikeli olduğu söylenen eski ajan, bir yandan peşindekilerden kaçarlarken, öte yandan ölüm tuzağını kuranların kim olduğunu çözmeye çalışırlar. Klasik öykü, çok iyi çekilmiş bazı sahnelere sahip. Kurt ajan-çaylak ajan ilişkisi üzerinden, CIA politikalarına, kıyısından köşesinden eleştiri getirmeye çalışan film, vasat çizgisinin altına düşmüyor belki ama akılda kalıcı, orijinal bir iş olmayı da başaramıyor. Brendan Gleeson, Robert Patrick, Sam Shepard ve filmde gereken ağırlığı görmeyen ‘özel’ oyuncu Vera Farmiga, kadroyu zenginleştiriyorlar. “Collateral”a göz kırpan ama kalibrede geri kalan yapım, ‘geçen vakit’ için üzüntü duyulmayacak, eli ayağı düzgün bir iş yine de…

YILDIZ SAVAŞLARI: BÖLÜM 1 – GİZLİ TEHLİKE
Beyazperdenin efsanelerinden, popüler kültür fenomeni haline gelmiş “Star Wars” serisinin yeni üçlemesinin ilk bölümü bu kez 3 boyutlu olarak perdede. İki boyutlu çekilmiş filmin 3D olarak yeniden şekillenmesi ve tarihsel seyrinin aksine, bu kez kronolojik olarak dizilmesi, muhtemelen seriyi, yeni nesil hayranlarla tanıştırma politikasının eseri. Epik hikâye, altı yıllık bir süreçte, yeni üçlemeden, klasik üçlemeye doğru 6 filmin 3D şekliyle çıkacak karşımıza. Orijinal serinin büyüsünü hissedemedim kendi adıma bu kez. 3D biçimiyle farklı bir lezzet bırakmadı bende yeni serinin 1999 tarihli ilk bölümü. (Zaten yapımın, altı film arasında en az değer verdiğim bölüm olduğunu belirtmek isterim) Yıldız Savaşları evreni, şahsım için ‘klasik üçlemeden’ ibarettir zaten. Yine de, bir şekilde ‘restore’ edilmiş, üç boyutla cilalanmış yeni üçlemenin bu ilk halkasını, efsane serinin hayranlarıyla, yeni nesil için önemli olduğunu vurgulamak gerek! Yeni üçlemeye ne denli mesafeli olursak olalım, 1999, 2002 ve 2005 tarihli filmlerin, klasik üçlemenin yarattığı evrenin görselliğini güncellediğini ve daha başka bir doku oluşturduğunu söylemek gerek. Fakat yürek, efsaneyi yaratan 1977, 1980 ve 1983 tarihli klasik üçlemeyi özlüyor halen, elden ne gelir.
MURAT ERŞAHİN





Diğer Yazılar