Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

10 HAZİRAN 2022

09 Haziran 2022 Perşembe 20:16
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

La Ronde / Halka
(Yönetmen: Max Ophüls / 1950)

Crossfire 
(Yönetmen: Edward Dmytryk / 1947)

The Set-Up
(Yönetmen: Robert Wise / 1949)

Angel Face / Muhteris Ruhlar
(Yönetmen: Otto Preminger / 1953)

Criss Cross / Affedilmez Cinayet
(Yönetmen: Robert Siodmak / 1949)

 

Vizyonda bu hafta (10 Haziran 2022)

Dördü yerli yapım olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor 10 Haziran haftası!
Haftanın notlarımız arasında yer alan tek filmi, gizem yüklü bir korku öyküsü içeren ‘The Rental / Issız Ev’!


ISSIZ EV

-İzleniyorsunuz!-

İki çift, şehirden ve koşuşturmadan uzak bir hafta sonu için kiraladıkları deniz kenarındaki görkemli evde adeta bir kâbus yaşarlar. Hafta sonu tatili hesapta olmayan bir hal alınca, dört kişi arasındaki en gizli sırlar ve karakter çatışmaları da açığa çıkar!
Usta statüsüne dahil olmuş aktör-yönetmen James Franco’nun erkek kardeşi, aktör kimliğiyle tanınan Dave Franco’nun ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi, gizem yüklü bir korku öyküsü! Mike Demski’nin yazdığı orijinal hikâyeyi, Joe Swanberg ve Dave Franco perdeye birlikte uyarlamışlar. Dan Stevens, Alison Brie, Sheila Vand, Jeremy Allen White ve Toby Huss, oyuncu kadrosunu oluşturan isimler. Christian Sprenger isimli görüntü yönetimi, filmin öne çıkan unsurlarından. 
İkisi erkek kardeş olan dört kişi arasındaki mahrem sırlar, iki çifte kurulmuş tuzağın açığa çıktığı oranda belirginleşmeye başlar. Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi oluşları da öyküsüne yediren Franco, ‘şüphe’ duygusunu, henüz ilk sahneden finale kadar yaşatarak, ilgiyi artırmayı başarmış. Çok klişe olan bazı detaylara karşın, olası tahminleri alt üst eden ters köşe hakikat, ilginç kılıyor ürkütücü yapımı! Görünenler, derinde yatan sırlar, aşk, tutku, yalanlar, dört farklı karakter eşliğinde öykülenirken, bambaşka ve katı bir kötülüğün ağlarını örmesini izliyoruz. İçine düştükleri durumdan çaresizce sıyrılmaya çalışan karakterlerin iyiden kötüye dönüşen bencil yanları ve ruh halleri gayet iyi yedirilmiş senaryoya. Çok fazla beklenti yüklemeden ilgiyle izlenecek, sürükleyici ve tedirgin edici karanlık bir öykü perdede duran! (3 / 5)

 

Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…
İlk olarak 1993 yılında Steven Spielberg imzasıyla perdeye yansıyan ‘Jurassic World’, Michael Crichton’un aynı adlı romanından, David Koepp tarafından uyarlanmıştı. Kısa sürede efsane haline gelen bilimkurguya aksiyon ve gerilim katan serüven, bir seriye dönüştü ve sırasıyla 1997, 2001, 2015 ve 2018’de dört film daha çıkageldi… Serinin altıncı filmi ‘Jurassic World: Dominion / Jurassic World: Hâkimiyet’in yönetmen koltuğunda, 2015 tarihli bölümü de yöneten Colin Trevorrow oturuyor. İkinci filmin sonunda tutuldukları yerden dünyaya yayılarak hayatta kalmayı başaran dinozorlarla insanların tarihte ilk defa bir arada yaşadığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Yeni macera ‘Dominion’, Nublar adasının yok edilmesinin dört yıl sonrasında geçiyor. Dinozorlar artık tüm dünyada insanlarla birlikte yaşıyor ve avlanıyorlar. Bu hassas denge, geleceği yeniden şekillendirecek gibi… Başlıca rollerde, iki kuşak Jurassic World evreninin yıldızlarını izliyoruz. Sam Neill, Laura Dern ve Jeff Goldblum’dan oluşan orijinal ilk nesle, Bryce Dallas Howard ve Chris Pratt’li kadro eşlik ediyor.  
‘The Innocents – De Uskyldige / Masumlar’, 2014 tarihli ‘Blind / Körlük’ün yönetmeni, senarist kimliğiyle tanınan Norveçli sinemacı Eskil Vogt’un yazıp yönettiği fantastik bir korku öyküsü! Parlak bir Nordic yazında geçiyor öykü! Bir grup çocuk karanlık ve gizemli güçlerini yetişkinler görmeden ortaya çıkarıyorlar ve… Kapkara ve tekinsiz bir anlatı.
Nurettin Özel’in yazıp yönettiği romantik dram ‘Aşk Engel Tanımaz’, çöp toplayarak geçinen Ömer ile tekerlekli sandalyede hayatını sürdüren Hürrem’in hikâyesi. Aşk öyküsünde başlıca rolleri Kardelen Saray ve Ömer Aslan üstleniyorlar.
Yaşadığı talihsiz bir olay sonrası bir kadının cin kabileleriyle olan mücadelesini perdeye taşıyan korku öyküsü ‘Şerr-i Cin’, Bülent Aydoslu imzası taşıyor. Buse Sevindik, Bülent Aydoslu, Cansu Orhan ve Onur Çimen, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
Haftanın bir diğer yerli korku örneği olan ‘Köşk-ü Ammar’, bir reklam ajansının ofis olarak kiraladığı köşkte yaşanan olayları konu alıyor. Zafer Altun, Seçkin Zenginler, Burçak Kabadayı ve Ebru Emre, Osman Moustafa’nın yönettiği filmin oyuncuları. 
Özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen animasyon ‘Mutlu Oyuncak Dükkânı’, mutlu oyuncak dükkânında hayatını sürdüren Kıpır’ın, yolunu kaybetmiş bir başka oyuncak Zıpzıp Tavşan’a evine geri dönebilmesi için yardım etmesini öykülüyor.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

TARİHTE BU HAFTA

On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (10 Haziran 2011)
Bu hafta vizyon gören altı filmin tümü notlarımız arasında. Sadece haftanın değil, sezonun en iyilerinden biri olan Mike Leigh filmi ‘Another Year / Ömrümüzden Bir Sene’ kaçırılmaması gerekli bir dram. Animasyondan, gençlere seslenen romantik vampir öyküsüne, atmosfer geriliminden, stil deneyen aksiyona kadar, her zevke seslenen bir haftaya merhaba diyoruz. Herkese iyi seyirler!


ÖMRÜMÜZDEN BİR SENE
Kırk yıla varan mutlu evliliklerinde, çevrelerindeki ‘tutturamamış’ dostlarına kol kanat geren Tom ve Gerri ile arkadaşlarının hikâyesi. Aslında, insanlık durumlarının dört mevsime sığan öyküsü. Farklı sınıflara ait dostların yanı başında akıp giden yaşam. Mike Leigh bildiğimiz gibi… Belki de şunu söylemek gerek; bu film ustanın en iyi işleri arasında. Dört mevsime yayılan bir aile, yakın dostlar, arkadaşlık öyküsünde, yalnızlık, yoksunluk ve yaşlılık üzerine içi dopdolu şeyler söylüyor yürekli İngiliz. Doğumu takip eden ölüm, çıkışsız bir izolasyon, birlikte olmanın hayati önemi, sorumluluklar, zorunluluklar, imkânsızlıklar, olanaksızlıklar, atıp fırlatamadığımız mecburiyetler; hepsinin ötesinde o mecburiyetlerin insancıl tarafı. ‘En yakınlarımız dünyanın öbür ucunda duygusu’… Üzerimizden çıkaramadığımız pejmürde yalnızlığımız. Son treni kaçırmış, tamiri mümkün olmayan hayatlar, oluşlar ve nihai kopuşlar… Geriye dönüşün, baştan başlamanın, düzeltmenin olanaksızlığı. Yerine bir şey koyamadığımız durumlar, anlar. Acımasızlık, anlayışsızlık, nihayetinde ‘herkesin kendi evindeki yalnızlığı’. Finaldeki o bakış. Umutsuz kadın ve adamın göz göze geldiği an. ‘Neler diyor oysa bunlar’ bakışı… Jim Broadbent ve Lesley Manville’nin başı çektiği müthiş oyuncu kadrosu. Senaryonun meydan okuyan sadeliği. Sınıfsal bir bakışı ihmal etmeden, sadece teşhis ve tanılarla ilerleyen asla yargılamayan, son derece dürüst, doğru ve insan kokan bir film ‘Another Year’. Asıl gücü buradan geliyor. (5 / 5)

 

TUZAK
İlk önce filmin adıyla başlamak gerek... ‘Wrecked’, Türkçede ‘enkaz’ demek. Vizyona ‘Tuzak’ adıyla girmesi saçma bir ticari hamle olarak görünüyor. Film, her şeyden Şekip Ahyan Özışık’ın rast makamındaki şarkısını çağrıştırıyor: ‘Hayal mi gerçek mi gördüğüm bilmem.’ Bir muallak senfonidir gidiyor ardından. Başrolünü, aynı zamanda filmin yapımcıları arasında yer alan Adrien Brody’nin üstlendiği minimal gerilim, yönetmeni Kanadalı Michael Greenspan’ın ilk uzun metrajı. - Zaten daha önce hep ‘kısa iyidir’ demiş yönetmen, bu filmi de şöyle 15 dakikalık kısa film olarak çekseymiş, çok başka şeyler söyleyebilirmişiz üzerine- Gözlerini açtığında kendini ormanlık alanda, hurdaya dönmüş bir arabanın içinde sıkışmış olarak bulan karakter, varoluş kaygıları içinde, bir anlam arayış öyküsü izletiyor bize. Hayatla ölüm arasında gidip gelen ‘yalnız’ kahraman hikâyelerinin bu biraz başka şeyleri eşeleyen örneği, doğal olarak az söze dayanıyor. Tek kişilik resitalinde Brody’nin rol arkadaşları, bir dağ aslanıyla bir köpek. Hayvan severleri filme çekecek olan bu iki arkadaşın yedinci sanattaki gelecekleri parlak... Açılış sahnesi itibariyle, ‘Buried / Toprak Altında’ ve ‘127 Hours / 127 Saat’ filmlerini anımsatan yapım, sonraları Asif Kapadia’nın ‘The Return / Dönüş’üne göz kırpmaya başlıyor. Filmin genel atmosferinde ünlü TV dizisi ‘Lost’vari bir durumda var… Son tahlilde, niyeti bozuk olmayan ama dünyası küçük bir ‘Hayali Küçük Ali’ vaziyeti gerilim denemesi diyebiliriz perdedekine. (2 / 5)
 

HANNA
‘Pride & Prejudice / Aşk ve Gurur’, ‘Atonement / Kefaret’ gibi başarılı edebiyat uyarlamalarını beyazperdeye ‘özenle’ yansıtan rafine isim Joe Wright, bu kez; takipçilerini hayal kırıklığına uğratan bir filmle karşımızda. Güneş Sirki / Cirque du Soleil’mi izliyoruz, panayırda mıyız, ne yapıyoruz, ne ediyoruz belli değil. Bir maymunluktur gidiyor. Tuhaf numaralar, ayarsız bir tempo, içi bomboş bir gösteriş. ‘Kof’ aksiyon, filmin orijinal müziğine de imza atan ‘The Chemical Brothers’ın yeni albümü için çekilmiş sanki. Bir klip mantığıyla süren görgüsüz şiddet gösterisi, anlamsız bir sertlik ve ahlaksız bir vahşet geçidine dönüşüyor. ‘Ahlaksızlık’, henüz reşit olmamış bir kız çocuğunun, önüne geleni öldürmesiyle vücut buluyor çünkü. Grafik şiddetin de ötesine geçmiş filmdeki gösteri. İyi, kötü, suçlu, masum, birçok insan, diğerleri tarafından katlediliyor. Öyküdeki boşluklar, gereksiz oluşlar – sinyal veren, baba kızın yerlerini bildiren telsize ne gerek var, anlaşılamıyor- mantık hataları, bu kadar da olmaz dedirtiyor. Filmin ‘kötü katilleri’, ‘Clockwork Orange 2011’ konumunda. ‘Nikita’ ve ‘Bourne’ serilerinin de kulaklarını çınlatan yapım, stilize olmaya uğraşmış–fakat başaramamış- bir aksiyon denemesi olarak değerlendirilebilir. Doğumundan itibaren, kusursuz bir katil olarak yetiştirilen genç bir kızın, yeni nesil aksiyon yıldızı olarak pazarlandığı öykünün başrolünü, geleceğin Meryl Streep’i olacağı çok önceden belli olan 1994 doğumlu aktris Saoirse Ronan üstlenmiş. Eric Bana, Cate Blanchett, Olivia Williams gibi ustaların da yer aldığı müthiş kadro, ‘sıra dışı’ olmak adına, ‘sıradanlığı’ seçmiş yapıma zenginlik katamıyor. Sadece film müziği ve Saoirse Ronan’ın ‘sıkı’ performansı kalıyor geriye. (1,5 / 5)

 

ADALET OYUNU
Mahur Özmen ve Ali Özuyar’ın yönettikleri yerli film ‘Adalet Oyunu’, İsviçreli ünlü yazar Friedrich Dürenmatt’ın ‘La Panne’ adlı sahne oyunundan perdeye uyarlanan usta İtalyan yönetmen Ettore Scola imzalı ‘La più bella serata della mia vita / Yaşamımın En Güzel Akşamı’ adlı filmi anımsatıyor en çok. Başrollerini, Alberto Sordi ve Michel Simon’un paylaştıkları gizemli dram, 1996’da, 14. İstanbul Film Festivali’nin programında da yer almıştı. Bir gece yarısı, emekli bir hâkimin görkemli malikânesinin kapısı çalınır. Emekli hâkim, kendisi gibi geçmişin ünlü hukukçuları olan yakın dostlarıyla akşam yemeğindedir. Eski hâkimler, savcı ve avukattan oluşan ev halkı, yağmurlu havada arabası bozulup, eve sığınan yabancının halinden şüphelenirler. Vakit geçirmek adına bir oyun oynamayı teklif ederler yabancı adama. Bir mahkeme kurulacak, yabancı yargılanacaktır. Gecenin sonu, kimsenin ummadığı şekilde gelişir… Sahnelerimizde de sahnelenip, yerli bir TV filmine dönüşmüş güçlü sahne oyunu, fena halde benziyor ‘Adalet Oyunu’na. Bunu, meraklısı için önemli bir not olarak düşelim. ‘Yaşamımın En Güzel Akşamı’na bir yerlerden ulaşıp, izlemek isteyenler için hoş bir vesile olması adına… Öte yandan, yakın geçmişte sinemalarımıza uğramış, 2009 tarihli Arjantin yapımı ‘El secreto de sus ojos / Gözlerindeki Sır’ı da andırıyor ‘Adalet Oyunu’. Juan José Campanella’nın yönettiği ve ‘En İyi Yabancı Film’ dalında Oscar kazanmış Arjantin filmi, gözlerden uzak evinde, gizli bir hücre kurup, suçlu olduğuna inandığı adamı hapseden bir karaktere yer veriyordu. İki yönetmenin ilk sinema filmleri, bahsettiğimiz bu iki filmi feci derecede andıran bir hikâyeye sahip. Tabii, öykünün farklı, bambaşka detayları da var. Emekli ağır ceza hâkimi, biricik serveti olan kızının öldürülmesini, hiçbir zaman sevemediği damadından bilmektedir. Adaleti, kendi gerçekleri içinde sağlamak isteyen yaşlı adam, yargılanıp, beraat eden damadını, gizlice kaçırır ve evin gizli bir bölmesinde inşa ettiği hücreye hapseder. Hâkimin yakın arkadaşları, dostlarındaki değişimden ve evdeki gizemli durumlardan şüphelenip olaya karışınca, damadı yeniden yargılamak için, evde bir mahkeme kurulur. Usta tiyatro sanatçıları Erol Keskin, Alp Öyken, Serap Sağlar gibi isimlere, Mustafa Uğurlu’nun eşlik ettiği dram, maalesef, ilginç öyküsüne ve usta oyuncu kadrosuna karşın sinema tadı vermiyor. Bir sahne oyunu, böyle güçlü bir oyuncu kadrosuyla rahatlıkla izlenir, çok başarılı bulunabilirdi. Fakat perdeye yansıyan, yedinci sanata dair en ufak bir unsur içermiyor. Atmosfer, anlatı ve biçimden söz etmek mümkün değil. Hiçbir büyüsü, etkileyiciliği yok perdedekinin. Kamera, kesintisizlik, kurgu, çekim açıları, planlar, genel kompozisyon sınıfı geçemiyor. (1,5 / 5)

 

KUNG FU PANDA 2
2008’de vizyona giren ve gişede yapımcılarının yüzünü güldürüp, çok sevilen Kung Fu Panda, ikinci filmiyle sinemalarda. Tembel, hantal, sakar ama iyi kalpli ve son derece sevimli şişman Panda Po, bu kez geçmişinin peşine düşüyor. Karanlıkta kalan geçmişini aydınlatmaya çalışan kahramanımız; Çin’i ve Kung Fu öğretisini yok etmeye kararlı olan kötücül Lord Shen’e karşı büyük bir mücadele veriyor. Po’nun yanında yine tanıdık dostları var tabii: Kaplan, Maymun, Mantis, Engerek ve Turna… Bazı anlar oldukça duygusallaşan film, ağırlıklı olarak küçük izleyicilere sesleniyor. Çocuklarına eşlik etmek üzere salonları dolduran yetişkinlere göre ilginç bir şey yok ortada. Sıkılmazlar izlediklerinden; fakat bunun garantisini de veremeyiz. Dublaj, yetişkin sinemaseverler için, yavan bir tat bırakıyor damakta. Özetlersek, özellikle minikler adına, rengârenk akıp gidiyor, üç boyutlu olarak izlenecek eğlenceli animasyon. (2,5 / 5)

 

GECELER BİZİM
Sık kullanılan tabiriyle, Almanların, ‘Twilight’a cevabı… Özellikle yeniyetmelerin çok sevdiği ve popüler kültürde kendine geniş bir saha edinen vampir meselesi üzerine çekilmiş Alman yapımı, günümüz Berlin’inde geçen modern ve duygusal bir vampir öyküsü anlatıyor. 2008 tarihli ‘Die Welle / Tehlikeli Oyun’ adlı filmiyle büyük beğeni toplayan Dennis Gansel imzalı romantik soslu fantastik korku filminin başrolünü, ‘Koku / Perfume’ filminde dikkat çeken Karoline Herfurt üstlenmiş. Aktrise, üç güzel kadın vampirin eşlik ettiği yapımın erotik dozu, küçük yaştaki izleyiciler düşünülerek oldukça azaltılmış. Sessiz sinema döneminden, Avrupa yakın tarihine kısa bir bakış atan, işin içine aşk öyküsü ve epey bir duygusallık katarak, gerçek anlamda insani olmayı başaran Avrupa tarzı vampir filmi, vasat sınırının altına kesinlikle düşmüyor. Son tahlilde, ‘Geceler bizim. Gündüzler sizin olsun’ diyen yapım, özellikle genç kızlar ve türün meraklıları için cazip bir seyirlik. (2,5 / 5)

 

Vizyonda bu hafta (10 Haziran 2016)
Yeni haftanın beraberinde getirdiği yeni film sayısı dokuz. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın. Herkese iyi seyirler.

 

BELGICA
‘The Misfortunates / Çölde Kutup Ayısı’, ‘The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember’ adlı yürek söken filmleriyle son dönemin yaman yönetmenlerinden biri olarak bağrımıza bastığımız Belçikalı Felix van Groeningen’in yeni filmi, ülkemizde perdeye ilk kez 35. İstanbul Film Festivali bünyesinde yansımıştı. Bağımsızların kalesi Sundance’da ‘dünya sineması - en iyi yönetmen’ ödülü kazanan dram, iki erkek kardeşin Brüksel’de kurdukları bar etrafında gelişenleri ve iki kardeşin ilişkisini öykülüyor. İyi bir gece kulübü işletmek ve Belçika gece hayatının yeni kralı olmak isteyen Jo, taşrada ailesiyle birlikte yaşayan ağabeyi Frank’la birlikte kolları sıvar ve iki kardeş; ‘Belgica’ adlı barda ortaklaşa çalışmaya başlarlar. İçkinin su gibi aktığı kontrolsüz geceler ve tahmin dışı zorluklar ‘işi’ zaman zaman çıkmaza soksa da; büyüme kaçınılmaz olur. İmece şeklinde başlayan amatör heves, kısa zamanda, ‘büyük çaplı’ bir kar odağı haline gelir. Ancak kapı önünde bekleyen hedonizm ve serseri ruh, önce Frank’ı, ardından Jo’yu etkisi altına alınca, ağır bedel ışıltılı geceleri kapkara kılar. Dinamik kurgusu, etkili yönetimi, yetkin oyuncu performansları ve müthiş soundtrack’ıyla kıpır kıpır bir film ‘Belgica’. Groeningen’in bildik ‘aile’, sevgi, dostluk, sorumluluk, fedakarlık, hesaplaşma, serserilik, avarelik, bizi sarmalayan acımasız sistem ve akıp giden hayat temaları yine perdede. Eski göz ağrılarının etki gücünde olmasa da yine özellikli, içli, haylaz ve hayat yüklü! (3,5 / 5)

 

KORKU SEANSI 2
Gayet iyi çekilmiş korku serisinin yeni bölümünü, ilkinde olduğu gibi yine James Wan yönetmiş. ‘Saw / Testere’ ile türe iddialı ve hızlı bir giriş yapan James Wan, 2013 yapımı ‘The Conjuring / Korku Seansı’nda türün iddialı isimlerinden biri olduğunu iyice perçinlemişti. ‘Korku Seansı’nı, William Peter Blatty’nin kendi romanından bizzat uyarladığı ve William Friedkin’in korku sinemasının kurallarını yeniden belirlediği 1973 tarihli başyapıt  ‘The Exorcist / Şeytan’a direkt göndermeler yapan ve finalinde müthiş bir saygı duruşunda bulunan, kişilikli bir korku filmi olarak nitelemiştik. 1977 Malezya doğumlu yönetmen, Chad ve Carey Hayes kardeşler tarafından yazılan senaryoda, başrolleri üstlenen Vera Farmiga ve Patrick Wilson’u yönetmişti. 1970’lerin hemen başında geçiyordu ilk film. Paranormal olayları araştıran karı koca, Lorraine ve Ed Warren, beş çocuklu bir ailenin Rhode Island’da bulunan çiftlik evinde yaşanan doğaüstü korkutucu olayları açıklamak ve evi kötü ruhlardan kurtarmak için kolları sıvıyorlardı. İyi çekilmiş, iyi yazılmış, kırılma anları ile ürperten, iyi oynanmış korku-gerilim, içerdiği ‘tanıdık’ sahne ve anlara rağmen ilgiyle izletiyordu kendini. Kamera kullanımı ise gerçekten müthişti. Devam filmi, ilkinden de ustalıklı kotarılmış. Öyküsünün sınırları belli olsa da, James Wan, atmosfere ve mekana olan hakimiyetini, güçlü yapım tasarımının da katkısıyla ‘şov’ görünümüne yükseltmiş. Türün en nitelikli isimleri arasında kendisinin sayılması gerektiğini haykıran bir film çekmiş. Bu kez, paranormal dedektiflerimiz kendilerini, 70’lerin ikinci yarısının hemen başında İngiltere’de buluyorlar. Dört çocuklu yalnız bir annenin yardım çığlığı ve bu zavallı aileye musallat olan kötü bir ruh! Kuzey Londra’nın kendine has atmosferinde, müthiş açılarla, 133 dakika süren ama bir dakika bile sıkılmadığınız sürükleyici ve tüyler ürperten karanlık bir yolculuk. Patrick Wilson ve Vera Farmiga’ya yeni filmde eşlik eden isimlerse; Frances O’Connor, Simon McBurney, Franka Potente ve son derece başarılı küçük aktris Madison Wolfe. Keyifli bir seyirlik fakat öykü ve gidebildiği noktalar üzerine, biçim kadar kafa yorulsaymış keşke. (3 / 5)

 

FIRTINALI HAYATLAR
Aktör kimliğiyle tanınan İngiliz sinemacı Michael Grandage’ın ilk yönetmenlik denemesi, zarif ve incelikli bir dram. A. Scott Berg’in ‘Max Perkins: Editor of Genius’ adlı biyografik kitabından perdeye uyarlanan yapımın senaristi ise, üç kez Oscar adayı olmuş usta isim John Logan. New York’un prestijli yayınevi Scribner’ın efsane editörü Max Perkins ve otuz yedi yaşında göçüp giden yazar Thomas Wolfe. İkilinin dostlukları, edebiyat ile hayatın kesiştiği yerde ortaya çıkan fikir ayrılıkları ve hiçbir şey dinlemeden akıp giden zorlu yaşam. Dönemin dev kalemleri Ernest Hemingway ve F. Scott Fitzgerald da öyküde kendilerine fazlasıyla yer bulan isimler. Dönemin sembolleşmiş yazarlarını keşfeden edebiyat dehası Max Perkins, çarpıcı yeteneğiyle dikkatini çeken Thomas Wolfe’nin de elinden tutar. İkili arasındaki karmaşık dostluk ilişkisi etrafında, yazım, insanlık, sevgi, şefkat, vefa, takıntı, tutku gibi kavramlar resmigeçit yapar adeta. Hayatın ve edebiyatın tüketen ve aynı anda var eden gücü üzerine kişilikli bir bakış, bu epey hüzünlü ilk film. Berlin’de ‘Altın Ayı’ adayı olmuş dram, başarılı dönem tasvirinin yanış sıra güçlü oyuncu kadrosuna da çok şey borçlu. Colin Firth ve Jude Law’a eşlik eden isimler; Nicole Kidman ve Laura Linney. Scott Fotzgerald’a Guy Pearce hayat verirken, Hemingway’i Dominic West canlandırmış. Anlaşılması güç ama her şey hakkında fikri olan ve dünyayı dolduran bir takım ‘bilge’ gençler tarafından ‘sıkıcı’ bulunmuş olması, filmin ‘fonda yatan değerini’ daha da pekiştiriyor kanımca. Duygular dahil hemen her gerçeğin hızla tüketildiği günümüzde, ‘adına’ yaşanacak ve çabalanacak değerleri elemle anımsatması açısından önemli bir film, bu zarif biyografik dram. (3,5 / 5)

 

SİHİRBAZLAR ÇETESİ 2
Gerilim katkılı entrika serüveninin bir seriye dönüştüğünü görüyoruz. ‘The Transporter / Taşıyıcı’ ile ortaya çıkan Fransız aksiyoncu Louis Leterrier imzalı 2003 tarihli ilk bölüm için şunları yazmışız: Ortaya civciv veya kuş çıkacak sanıyorsunuz ama ‘nasıl yani’ iç sesleriyle süren bir karmaşa yansıyor perdeye. İçerik boş olunca, aksiyona abanmış, vasat altı bir ‘abrakadabra’ öyküsü. Gerisi yok! İkinci bölümü; aksiyonu bol ‘G.I Joe: Retaliation / G.I. Joe: Misilleme’ filminden tanıdığımız Jon M. Chu yönetmiş. Oyuncu kadrosu büyük ölçüde aynı. Isla Fisher’in yerini, Lizzy Caplan almış. Jesse Eisenberg, Mark Ruffalo, Woody Harrelson, Dave Franco’lu tanıdık ekibe, Morgan Freeman ve Michael Caine gibi ilk bölümde de yer alan ustalar destek veriyorlar. Zenginden çalıp, fakire dağıtan Robin Hood ekolü sihirbazlar çetesi ‘Atlılar’, geri dönüyorlar ve bu kez itibarları için uzmanı oldukları yeni illüzyonlar yapıyorlar. İyiler, kötüler, FBI, intikam, geçmiş, dostluk ve sihir… Tempolu kurgu anlayışını, kurgudan çıkarıp, arapsaçı bir ‘çok bilinmeyenli’ denkleme çeviren film, baş döndürüyor ama olumsuz anlamda! İlk bölümün havada kalmışlığından, uzay boşluğu bölümüne terfi eden yapım, sadece serinin hayranları ve sihirbazlık gösterilerine meraklı olan izleyici için. (1,5 / 5)

Disney’in yeni üç boyutlu animasyonu ‘Zootopia / Zootropolis: Hayvanlar Şehri’, Bruce Willis’li aksiyon ‘Precious Cargo / Özel Kargo’, Bollywood yapımı ‘Ki and Ka / Kim Kadın Kim Koca’ ve iki yerli yapım; dram türündeki ‘Ve Panayır Köyden Gider’ ile korku-gerilim ‘Sekerat Son’, haftanın; notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar