09 MART 2012
Bu haftanın yedi yeni filminden notlarımız arasında bulunmayan iki yapım, yerli komedi “Seninki Kaç Para?” ve özellikle küçük izleyiciye seslenen animasyon, “Max Maceraları: Kralın Doğuşu”. Çok sesli hafta, hemen her beğeniye cevap verecek gibi duruyor. Artık gayet iyi biliyorsunuz ama pekiştirmekte yarar var: “İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanı, pamuklara sarın, ona iyi bakın. Çünkü sokak, sinemadan çıkmayanlarla dolu!” Herkese iyi seyirler!
ELVEDA İLK AŞK
Lisenin ilk yıllarında başlayan bir ilk aşk… Oğlan, kızı geride bırakıp, dünyayı keşfe çıkınca; geride kalan için yok olan bir dünya söz konusudur artık. İlk aşkın güçlü etkisi, iki aşığın geleceklerini ve kişiliklerini belirler. Aradan geçen upuzun zamandan sonra yeniden karşılaşan aşıklar, kaldıkları yerden devam etmeyi denerler ama… Film boyunca, ‘Ezginin Günlüğü’nün her dinleyişte; yüreğimizden kuşlar uçuran enfes şarkısı; ‘Aşk Bitti’ dönüp duruyor zihninizde: “Aşk bitti. Elimden sanki minik bir balık kayıp gitti. Aşk bitti. İçimden sanki bir şeyler kopup gitti. Aşk hiç biter mi? Hiç bir şey olmamış gibi, boşlukta kaybolup gider mi. Aşk hiç biter mi? Kalır adımızla, bir sokak duvarında, bir ağaç kabuğunda, bir takvim kenarında. Kalır bir çiçekte, bir defter arasında, bir tırnak yarasında, bir dolmuş sırasında. Kalır bir odada, bir yastık oyasında, bir mum ışığında, bir yer yatağında. Aşk hiç biter mi? Kalır dilimizde, yinelenen bir şarkıda, bir okul çıkışında, bir çocuk bakışında. Kalır bir kitapta, bir masal perisinde, bir hasta odasında, bir gece yarısında. Kalır bir durakta, yırtık bir afişte, buruk bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte. Aşk hiç biter mi? kalır bir sokakta, bir genel telefonda, bir soru yanıtında, bir komşu suratında. Kalır bir pazarda, bir kahve kokusunda, bir tavşan niyetinde, bir çorap fiyatında. Kalır bir yosunda, bir deniz kıyısında, bir martı kanadında, bir vapur bacasında. Aşk hiç biter mi?”… Kariyerine çocuk oyuncu olarak başlayan, ardından ‘Les Cahiers du Cinéma’ da yazdıktan sonra, Olivier Assayas’la tanışan – ve daha sonra beraber yaşamaya başlayan- nihayet yönetmen koltuğunu seçen 1981 doğumlu Mia Hansen-Løve’ın üçüncü uzun metrajı, son derece duyarlı ve ‘gerçek’ bir film. Prestijli festivallerden Locarno’da mansiyon ödülü kazanan romantik dram, benim gibi iflah olmaz bir romantiği derinden etkileyecek denli sahici her şeyden öte. Otobiyografik yanları var sanki öykünün. Sullivan, oğlan; kızı, Camille’yi ‘dünyayı dolaşacağım’ diye ardında bırakıp yok olunca; başka türlü etkiliyor ilk aşkın acısı kızı. Ama doğanın, devinimin, diyalektiğin verdiği ‘güç’ ve devam etme, ‘idame’ gerekliliği, genç kızın önünde bambaşka bir yol, idealini gerçekleştireceği, mimarlık mesleğiyle hayata tutunacağı bir pencere açıyor. Kendinden büyük bir adamla yepyeni bir aşka düşüyor ardından da. Sonra çocuk çıkıp geliyor yıllar sonra. Unuttukları o güçlü duygunun ve asla unutulmayan o tuhaf tensel çekimin etkisiyle yeniden birlikte olmaya başlıyorlar. Özgürlüğün peşinden koşarken, bazı şeyleri fena halde ıskaladığını fark ediyor çocuk. Bambaşka iki insan var artık karşımızda. Sosyal, ekonomik ve kültürel statü farklılıkları, toplumsal kodlamaların bambaşkalığı, aralarında en ufak bir ortak nokta olmaması. Öte yandan, tenlerin kelimeler üstü uyumundan, ‘ilk aşk’ın vücutta bıraktığı ‘bağımlılıktan’ bir süre daha sürüyor ilişki ama sonra; rüzgarın da yardımıyla uçup gidiyor sevgiliden son kalan… Orhan Alkaya’nın güzelim şiiri “Biten Nedir” gibi sona erir o deli tutku sonra birden: “…Bu aşk da bitti… Bir büyük karara daşlıyorum sırtımı bilinsin. Sinirli ve saygısız görünmeyi sürdüreceğim, incitici ve kıvırcık sakallı çünkü ancak böyle kurtulabilirim üstelenmiş sevgilerin laneti ve saydam yalandan. Üşüyen yanlarımdan sızan o eskil duyguyu da tutuklarım, sümme haşa el fatiha, aşk da bitti…” Lola Créto ve Sebastian Urzendowsky ikilisinin akılda kalıcı performanslar sergilediği romantik yapım, birçok özel ve içi dopdolu ‘an’a sahip. İki aşığın, yaşadıkları içten ‘şeyi’ nasıl yalın, bir başlarına ve tutkulu yaşadıklarını, aşkın bir an olsun düşünmeye ve muhasebeye el vermeyen en önemli duygu olduğunu, sonradan ortaya çıkan kişilikteki değişimleri, duygu dünyasında yer değiştiren öncelikleri, alışkanlığa dönüşen olmazsa olmazları, yalnızlığı, derin kederi ve devam etmenin bıçak sırtı aldatıcılığını, hainliğini ve olanca normalliğini incelikle anlatan film, asla yalan söylemeden hallediyor meseleyi. Cemal Süreya’nın hayati dizeleri gibi filmden sonra geriye kalan his: “Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka. Keşke yalnız bunun için sevseydim seni”
TEKSAS ÖLÜM TARLASI
Yönetmen, Michael Mann’in kızı olunca; bir ‘Coppola’ refleksiyle; daha titizlikle eğiliyorsunuz ortadaki ‘duruma’… 2001’de bağımsız yapım “Morning” ile ilk yönetmenlik deneyimin yaşayan Ami Canaan Mann, iki TV dizisinin ardından oturmuş gerilim içeren dramın pilot koltuğuna… Yaşanmış olaylardan yola çıkılarak yazılmış senaryo, aslında; bir tür “Winter’s Bone / Gerçeğin Parçaları” ve John Boorman klasiği “Deliverance / Kurtuluş” dokusu tutturmak istemiş. Yönetmenin de gayretinin bu yönde olduğu aşikar. Hatta bir tür “Winter People / Kış İnsanları” tadı da var bakışta… Fakat perdeye yansıyan, düşünülenden farklı olmuş gibi. İşler biraz karışmış sanki. Seri katil teröründen, derin Amerika’nın suç ve karakter atlasına uzanan bir tür kırması çıkmış ortaya. Çok ilginç olabilirmiş aslında. Ama dağınık, kafası karışık bir hikâye duruyor perdede. Sanki ‘kontrolü’ hafif kaçırmış yönetmen. Almış başını gitmiş gibi film. Ama kırılma sahneleri, kimi anlar ortaya çıkıp bizi, ta içine çeken atmosfer, bazı oyunculardan – ki bunların birçoğu çok ufak yan roller- alınan sürpriz verim dikkat çekici. Yapımcılığını Michael Mann’in üstlendiği karanlık anlatı, iddialı bir iş sonuçta. Suça ve suçun ‘doğal olarak ortaya çıktığı’ netameli topraklara yaklaşım, asla kötü olmasa da; bir yerlere gidebilecekken ve o yerlerde çok daha radikal şeyler söylenebilecekken oluruna bırakılmış veya ‘bıraktırılmış’ gibi mesele… Hareketli aksiyonlarına alıştığımız “Avatar” Sam Worthington, rol arkadaşı Jeffrey Dean Morgan’ın epey ‘altında’ kalmış. “Help / Duyguların Rengi” ile geçtiğimiz günlerde Oscar için yarışmış, çalışkan aktris Jessica Chastain ve “Hugo” ile aileden biri olan ‘kırılgan’ Chloë Grace Moretz; filmin iyileri arasında. ‘Teksas’a gitmeyin; yok olabilirsiniz’ tezi üzerinde duran kapkara deneme, izlenir olmayı başaran, kaçırılmış bir fırsat gibi duruyor. Bir dahaki sefere deyip, ilk anda anımsanması güç olan adını not düşüyoruz, Michael Mann’in yönetmen kızının.
SİYAHLI KADIN
2008 tarihli ilk filmi “Kan Gölü / Eden Lake” adlı korku-gerilim denemesinden anımsayacağımız İngiliz sinemacı James Watkins’in ikinci kez yönetmenlik koltuğuna oturduğu “Siyahlı kadın / The Woman In Black”, klasik bir korku sineması örneği. Dramatik unsurlarla bezenmiş yapım, yarattığı son derece başarılı atmosferle ‘gerçekten’ ürkütüyor. Fakat atmosfer; öykünün üzerine çıkmış sanki. Perdedekileri, daha önce birçok kez izlemiş olduğumuzu düşündüren öykü; açılım ve sürükleyicilik anlamında ortalamada seyrederken, hikâyeyi kuşatan atmosfer tek kelimeyle etkileyici. Dolayısıyla filmin lokomotifi, yönetmenin yarattığı karanlık, umutsuz evren. Susan Hill’in aynı adlı romanından Jane Goldman tarafından senaryolaştırılan filmin başrolünde ise, ‘Harry Potter’ karakteriyle özdeşleşmiş 1989 doğumlu İngiliz aktör Daniel Radcliffe’i izliyoruz. ‘Harry Potter’ serisinin getirdiği ünle, 2007’de “December Boys” adlı romantik dramın başrolünü üstlenen genç aktör, fantastik edebiyatın popüler karakterinin, izleyicinin üzerinde yarattığı etki ve etiketten; bu filmle sıyrılabilecek mi, bu da yapımın akla getirdiği soru işaretlerinden biri. Öyküsü ve saldığı korku itibariyle, 2010 tarihli “Ruhlar Bölgesi / Insidious”ı anımsatan gotik karakterli yapım, henüz ilk sahnelerinden itibaren, küçük bir çocukken izlediğim, başrolünü türün efsane aktörlerinden Peter Cushing’in üstlendiği 1973 tarihli İngiliz filmi “And Now The Screaming Starts!”ı düşürdü aklıma. Son tahlilde, aslen Kuzey İrlandalı olan karakter oyuncusu Ciarán Hinds’in, Radcliffe’e eşlik ettiği korku filminin, belli bir düzeyi tutturduğunu önemle belirtmek gerek.
JOHN CARTER: İKİ DÜNYA ARASINDA
35 yaşından sonra yazmaya başlayan, Stalin’in, ‘en sevdiğim yazar’ dediği ve yarattığı ünlü karakter ‘Tarzan’ ile tanınan Edgar Rice Burroughs’un (1875-1950), 1912’de kaleme aldığı, 11 serilik Barsoom maceralarının ‘A Princess of Mars’ adlı ilk eserinden uyarlanan fantastik avantür; keyifle izlenen bir seyirlik. Hikâyenin kahramanı John Carter, ilginç bir kişilik. Amerikan İç Savaşı’na katılmış güneyli bir asker. Günün birinde Kızılderililerden saklandığı bir mağarada, kendisini Mars gezegeninde bulacağı bir tesadüfle karşılaşıyor ve düştüğü gezegende yeniden müthiş bir savaşın ortasında buluyor kendini. Sevdiği eşi ve çocuğunu savaşta yitirmiş korkusuz adam, Mars prensesiyle karşılaşınca uzun süredir unuttuğu duyguyla, aşkla da yeniden yüzleşiyor. Boyları üç metreye yaklaşan dört kollu Thark’lar, Carter’a büyük bir sadakatle eşlik eden Mars köpeği Woola filmin önemli karakterleri. John Carter’ın, Zodanga, Helium ve Thark toplumlarına ait üç ayrı kültürü tanıması ve yeni bir ev kazanması, oldukça sürükleyici bir öyküde işlenmiş. Filmin söylemi aynı zamanda oldukça demokratik ve ilerici bir tona sahip. Karakterin ve filmin anti faşist yapısı dikkat çekiyor. Bilgisayarda görüntü yaratma olarak bilinen CGI tekniğine sıklıkla başvuran maceranın yönetmeni ise, unutulmaz Pixar animasyonları “Kayıp Balık Nemo / Finding Nemo” ve “Vol.i / Wall.E” den tanıdığımız Andrew Stanton. Her iki filmle de ‘en iyi animasyon’ Oscar’larını kazanan Stanton, yönettiği ilk canlı aksiyonda sınıfı geçiyor. Yapım tasarımı, açılıştan finale dek alıp götüren öyküsü ve yaratılan karakterleriyle başarılı bir iş olmuş “John Carter”. Daha önce “X-Men Başlangıç- Wolverine / X-Men Origins: Wolverine” filminden anımsayacağınız 1981 Kanada doğumlu yakışıklı ve kaslı aktör Taylor Kitsch’i, ‘John Carter’ rolünde izleyeceğimiz yapımda; güzel Mars prensesini Lynn Collins canlandırırken, Samantha Morton, Mark Strong, Ciaran Hinds, Willem Dafoe, Dominic West ve Thomas Haden Church diğer önemli rolleri üstlenmişler. Kimi etten kemikten, kimiyse tanınmayacak halde karşımıza çıkıyor bu ünlü isimlerin. Bakalım, kim kimdir bulabilecek misiniz? Son tahlilde; koltuğunuza yaslanın ve iki saati aşan ama nasıl geçtiğini anlayamayacağınız süresiyle, sizi Mars’taki maceraya davet eden seyirliğe bırakın kendinizi. John Carter’la tanışın!
GİZEMLİ ADAYA YOLCULUK
Jules Verne’in ‘Dünyanın Merkezine Yolculuk’ adlı romanından uyarlanan ve 2008’de aynı adla perdeye yansıyan film, bütçesinin dört-beş katı iş yapıp, iyi para kazanınca, aynı formüle yeniden başvurulmuş. Jules Verne, her çağda kazandıran bir yazar tabii. Yapımcılar, dahi kalemin; ‘Gizemli Ada’ ve ‘Denizler Altında 20.000 Fersah’ adlı eserlerinden esinlenerek, yeni bir devam filmi çekmişler. Genç aktör Josh Hutcherson dışında yeni bir kadro oluşturulmuş. Daha fazla efektin desteklediği öykünün yeni yüzleri ‘The Rock’ olarak tanınan Dwayne Johnson ve usta aktör Michael Caine. Vanessa Hudgens ve Luis Guzman, dar kadronun diğer isimleri. Özellikle küçük izleyicileri hedefleyen yapım için maalesef güzel şeyler söylemek güç. Yine de, genç kuşağı Jules Verne ile tanıştırma ve kitaplarını okumalarını sağlaması düşüncesi bile büyük bir artı film adına. Bunun dışında bir sinema deneyiminden bahsetmek gereksiz.
MURAT ERŞAHİN