08 MAYIS 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Evde yeni bir hafta daha… Bu belirsiz süreçte, bizler evlerimizde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri, farklı sektörlerde üretmeye devam eden emekçilere, çarkları terleriyle döndürenlere ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.
Bu hafta, yani 8 Mayıs 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar belirsiz bir tarihe kadar kapalı. Madem Mayıs ayındayız; siz değerli okuyuculara, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde geçmiş Mayıs sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı sunmak istedim. Bu hafta, 2007 ve 2008 Mayıs’larını ziyaret ediyoruz. O yılların Mayıs aylarında sinema ve vizyon gündeminde ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2007) / Sinema Dergisi
ROBINSON AİLESİ
Animasyonun önemli bir ‘tür’ olduğunun son kanıtı
Samed Behrengi’nin ‘Küçük Kara Balık’, ‘Bir Şeftali Bin Şeftali’ ve ‘Püsküllü Deve’siyle büyüyen bir kuşağın üyesiyim ben. Fazla duyarlı, kırılgan, tutunamamış, ne bileyim az muzır, çok romantik, hafif mahcup olmamda okuduklarım ve izlediklerimin rolü büyük. Hiç unutmam, annem elimden tutup ‘Kırmızı Balon’a götürmüştü. 1956’da Albert Lamorisse tarafından çekilmiş 34 dakika süren bu kısa çocuk filmi aklımdan hiç çıkmadı. Sonra ‘Beyaz Yele’, ‘Ten Ten’in Maceraları’ ve diğerleri… Disney yapımı ‘Robinson Ailesi’ni izlerken bunları düşündüm işte. Çocukluğumu, bütün o eski şeyleri ve bugünü… Bilimkurgu ve macera katkılı şahane animasyonun ana karakteri Lewis adında küçük bir mucit. Lewis, bebekken kendisini bir yetimhaneye bırakan annesini bulma derdinde. Bu uğurda çeşitli icatlar yaratıyor. Yaşadığı akıl almaz maceralar, başka bir zamanda, ‘gelecekte’ tanıştığı Robinson ailesiyle birlikte sürüyor… Bir kitap uyarlaması olan animasyon, bizden oldukça farklı değer yargılarıyla donanmış bu günün çocuklarıyla buluşmak için bir fırsat belki de. Neler yok ki içinde… Brecht var mesela. Usta’nın emek-mülkiyet ilişkisini sorguladığı ünlü oyunu ‘Kafkas Tebeşir Dairesi’ var: ‘Bir çocuğun gerçek annesi onu doğurmuş olan mıdır, yoksa onu büyüten, ona annelik yapan mı?’ Jules Verne var. Saint Exupéry –Küçük Prens- var. Samuel Beckett var: ‘Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine Yenil. Daha iyi yenil’. Koskocaman sinema tarihi var: Fritz Lang’ın ‘Metropolis’i var. Zemeckis’in ‘Back to the Future / Geleceğe Dönüş’ü var. ‘Jurassic Park’ var. Charlie Chaplin var. Var da var… Animasyona burun kıvıranların, ‘Robinson Ailes’ni izleyince ne düşüneceklerini merak ediyorum. Pişmanlık dolu bir naiflikle beyazperdede ‘tür’ ayırmamak gerektiğini, sinemayı sevmenin insanı daha ‘iyi’ kıldığını anlayacaklar belki de… Bugünün yetişkinleri, çocukları, geleceğin yetişkinleri ve gelecekte ‘olmayacak’ herkes için bir buluşma noktası ‘Robinson Ailesi’. ‘Yeniden deneyip daha iyi yenilenler için…’
GRBAVICA: ESMA’NIN SIRRI
Ağla sevgili yurdum…
Acılı Saraybosna’da, Grbavica semtindeyiz. Esma, 12 yaşındaki kızı Sara ile birlikte çok zor şartlarda sürdürüyor yaşamını. Herkes gibi… 90’larda yaşanan savaşın acılarıyla, travmalarıyla yaşıyor herkes. Okul bir gezi düzenliyor. Babaları savaşta şehit olanlar geziye bedava katılıyorlar. Sara’ya da, babasının şehit olduğu söylenmiş. Küçük kız, annesinden gerekli belgeyi istiyor. Annesi çaresiz çünkü gerçek bambaşka. Sevgili kızına açıklayacağı denli kolay değil… Kocaman, iri gözleri, bebek yüzüyle ne güzel bir kız Sara’yı canlandıran Luna Mijovic. Beyazperdedeki ilk rolünde, kırk yıllık oyuncu gibi. Ya Esma’yı oynayan Mirjana Karanovic’e ne demeli? Deneyimli ve çok yetenekli aktris, ‘talihsiz ve fedakâr anne’ rolünde ne kadar da inandırıcı… Bosna Hersekli yönetmen Jasmila Zbanic yazıp yönettiği ilk sinema filminde döktürmüş. ‘Grbavica’nın geçtiğimiz yıl Berlin Film Festivali’nde kazandığı ‘Altın Ayı’da bunun kanıtı zaten. Yalın sinema dili, yürek burkan öyküsü, müthiş oyunculukları ve yakın, acı dolu bir tarihi belgeleyen, dokümantere göz kırpan dokusuyla çok ince, özel bir film ‘Grbavica’. Her şeyden öte, gerçek, sıcak, duygu dolu bir anne-kız ilişkisi. Çaresiz, yoksul, acı içinde bir coğrafyanın umutlarını kaybetmiş insanları ve masumiyetini çoktan yitirmiş, kirlenmiş bir dünyaya ağıt. Esma’nın kızı için alıp pişirdiği o tek balık… Kendi patates yerken kızını izlemesi… Mafya ekonomisi, bir sürü çaresiz insan, medeni Avrupa’nın burnunun dibinde yaşanan acılar ve terk edilmişlik. Yine de yeşeren bir umut… Otobüsün arka penceresinden annesine el sallayan küçük bir kız Saraybosna…
KÜÇÜK GÜN IŞIĞIM
İte kaka gider hayat !
Bu yıl, ‘En İyi Orijinal Senaryo’ dahil iki Oscar kazanan bol ödüllü, bağımsız ruhlu ve aslan yürekli filmin başrolünde, eski bir Volkswagen minibüs var. Ülkenin bir tarafından diğer tarafına çıkılan yolculuk. Ailenin kızının rüyalarını ‘Little Miss Sunshine’ adlı çocuk yıldız yarışmasına katılmak süslüyor. Baba, tutturamamış bir kaybedenler kulübü üyesi. Anne, ‘doğrucu’ bir savaşçı. Proust uzmanı romantik ‘gay’ dayı, özel hayatının hayal kırıklığıyla başa çıkmaya çalışıyor. Nietzche hayranı ağabey konuşmamaya kararlı. Sessizlik yemini etmiş ve jet pilotu olmak istiyor. Eski çiçek çocuğu bilge büyükbaba ise uyuşturucu bağımlısı. Aile, ‘Amerikan rüyası’nı dışardan seyrediyor. Sarı VW minibüs Kaliforniya’ya, yarışmanın yapılacağı otele doğru yol alırken, aile içi ilişkiler, çatışmalar ve gelişmeler yolculuğa eşlik ediyorlar. Amerika, hep ‘aynılıkla’ dolu. Yabancılaşmış basit insanlar. Herkes yüzeyselliği dibine kadar yaşıyor ve farklı olup ‘kendin olmak’ demode bir olgu. Çoğu insan oldukça ‘vasat’. Sapkınlık ve bayağılık, televizyon şovlarından, bütün sınıfların kanına girmiş. Toplumun büyük kısmını oluşturan sıradan Amerikalı tamamen ‘arızalı’. Bizim aile ise bambaşka. En azından kendileri olmayı beceriyorlar. Çirkin olmayı, zayıf olmayı, aykırı olmayı, şişman olmayı, değişmeden hep öyle kalmayı… Greg Kinnear, Toni Collette, Paul Dano, Steve Carell, mucize küçük oyuncu Abigail Breslin (şirinliği, tavana vurmuş durumda), ve performansıyla bu yıl ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ Oscar’ını hakkıyla kazanan yılların ustası Alan Arkin (1966 tarihli Norman Jewison filmi ‘Ruslar Geliyor’da ve 68 tarihli ‘The Heart Is a Lonely Hunter’da da Oscar adayı olmuştu) mükemmeller. Torununa, ‘bir tane değil, olabildiğince çok kadınla birlikte olacaksın’, ‘hayatı dibine kadar yaşayacaksın’ öğüdünü veren büyükbaba, değişmeden kendin olarak kalabilmenin onuru ve tadı, aile olmanın, en önemlisi; sadece birlikte olmanın değil, hep birlikte kalabilmenin güzelliği, dayanışmanın, toleransın ve birbirine inanıp güvenmenin önemi… Derin Amerika’nın karşısına dikilip duran küçük ama yürekli bir aile ve onların sarı minibüsleri sizi bekliyor. Hepsinin bir şekilde tutunup, seyir halindeyken kendilerini içeri zor da olsa atabildikleri minibüs. Çünkü sarı VW, zorla çalıştıktan sonra durmaması gereken yarı bozuk bir araç. Siz içeri atlayacaksınız. O sizi beklemez. Hayat gibi…
BİR ÖMÜR YETMEZ
Auteur mü?
Ferzan Özpetek, kendini tekrarlamaya devam ediyor. Bir tıkanmışlık, olmamışlık var son filminde. Karakterlerinin duyguları beyazperdeden koltuğa, izleyiciye geçmiyor, geçemiyor. Yaratılan suni sıcaklık duygusu çok zorlanmış. Bazı karakterler, öyküye yama görünümünde. Yönetmenin kadrolu başucu oyuncusu Serra Yılmaz her filmde aynı rolü oynar gibi. Filmin yükselen her anına serpiştirilmiş, çoğunlukla Sezen Aksu imzalı şarkılar, aynılığın altını daha da fazla çiziyor. Müzik, bazı anlarda öykünün üzerine çıkıyor. Yaşanan aşklar, cinsellik, hayatı sorgulayan kahramanlar, dostluklar, ilişkiler, sofralar, yemekler, zeytinyağlılar, salatalar, şaraplar hep aynı… Belli bir sınıfın derdi var filmlerinde Özpetek’in. Hayatın terasında zengin sofralar kurup oturmuş insanlar. Sanki canlı, inandırıcı değiller. Sorunları, dertleri, meseleleri çok yapay. Gerçeklik hissi bir türlü uyanmıyor. Ettore Scola nasıl da iyi beceriyordu bu işi ‘C’eravamo Tanto Amati / Birbirimizi Öyle Çok Sevmiştik’ ve ‘La Terrazza / Teras’ta. Claude Sautet ise ‘Vincent, François, Paul et Les autres / Sen, Ben ve Diğerleri’nde. Örnekler çoğaltılabilir. Filmin basın dosyasında yönetmen Özpetek’le yapılan ufak bir söyleşinin başlığı: ‘Ferzan Özpetek: Bir ‘auteur’la karşılaşma’ şeklinde. Özpetek, işine ince duyarlılıklar katmaya çalışan iyi niyetli bir sinemacı. Ama kesinlikle bir ‘auteur’ değil.
Sinemadan Çıkmış İnsan (Mayıs 2008) / Sinema Dergisi
27. ULUSLARARASI İSTANBUL FİLM FESTİVALİ NOTLARI
27 yıllık dost…
İstanbul Film Festivali ile birlikte büyüyüp şekillendik. Ben ondan 11 yaş büyüğüm . Ama o olgun bir çocuktu… Beraber yürüdük… Mutsuzluğuma, ilk aşkıma, ilk maaşıma, ilk şiirime, evliliğime, kızımın doğumuna, acılarıma, kavgalarıma, sevincime, kayıplarıma, umutlarıma tanıklık yaptı. Hep yanımdaydı. Bu yıl yine yepyeni filmler getirmiş gelirken. Ben de her sene olduğu gibi, bütün zamanımı ona ayırdım. Eşimi, kızımı az görüp özlemeyi, işlerimi aksatmayı, çok sevdiğim evimi otel gibi kullanmayı, yemek alışkanlığımı değiştirmeyi, uykusuz kalmayı, dostlarıma vakit ayıramamayı göze alarak. Bu satırları yazarken, o şehre geleli henüz bir hafta olduğunu belirtmek isterim. Otuzu aşkın film izletti bana. Daha geride izleyecek çok film var. İstanbul’un güzelim ilkbaharını, film aralarında yaşayarak güçlü bir dostluğu demliyoruz yeniden… Ben de, bana anlattığı, izlettiği yeni öykülerden bazılarını sizlerle paylaşmak istedim. Festivalin açılış filmi ‘Karamel’, Beyrut’ta geçen sıcacık bir hikâye. Lübnan’lı beş kadının öyküsü. Güzeller güzeli yönetmen-aktris Nadine Labaki’nin ilk uzun metrajı, kadına sunulan bir saygı duruşu. Lübnan’ın modern yapısına dikkat çeken insancıl bir film. ‘I’m Not there’, Bob Dylan’ın dünyasına ilginç bir yolculuğa çıkarıyor izleyeni. Altı oyuncu Dylan’ı canlandırıyorlar. Ağırlık, Cate Blanchett’ta. Sanatçıyı kendisi kılan, yaşadığı dönemin ayrıntıları… ‘Özel Tim’, Costa Gavras başkanlığındaki Berlin jürisinin çok tartışılan kararırıyla ‘Altın Ayı’ kazanan bir film. Ben filmi beğenenlerdenim. Üzerinde uzun uzun konuşulabilir. Çok sahici, çok net, çok içerden… Kendi yerine gelecek insanı seçmenin öyküsü. Fonda ise, içinde bulunduğu ülke ve Rio’nun favelaları (gecekondu mahalleleri) duruyor. ‘Eski Davulcu’, cuk oturmuş, tabu deviren, sert, başarılmış, tavizsiz, şaşırtıcı, iyi bir film. Handikaplı yitik insanlar, sonra hijyen bakanının kızı, o anne, kişisel yok oluşlar ve içinde nefes alıp verdiğimiz kocaman cehennemin resmi. ‘Ebeveynler’, İzlanda’dan gelen hoş bir sürpriz. ‘Çocuklar’ ile birlikte bir ikili oluşturuyorlar. Her ikisi de, insan ruhunun ve kuzeyin kapkara yol haritası. İzolasyon, yabancılaşma, sevgisizlik, şefkat arayışı, daha neler neler… ‘Yetimhane’, gece yarısı filmi. İspanyol yapımı, hayalet öykülerini, sevgi, fedakârlık ve anlayış kavramları etrafında gezdirip, annelik zor zanaat dedirtiyor. Wes Anderson’un yeni filmi ‘The Darjeeling Limited’, yine çok zeki ve çok sıcak. Üç kardeşin, aslında bütün bir insanlığın öyküsü… Ait olmak, birlikte kalabilmek ve hayat ile ölümün kelime anlamları dışında ne olduğu ile ilgilenen rengârenk bir şiir. ‘Vahşi Zarafet’, bildiğiniz gibi değil. Çok zor, çok güç bir şey yapıyor. Üstelik yürüdüğü tekin olmayan bıçak sırtında asla basite kaçmadan, yürekli ve doğru anlatıyor öyküsünü. Gerçeklere sadece değip geçmiyor. Onları tespit ediyor. Kapkara bir itiraf… ‘Kırmızı Balonun Yolculuğu’, bir röntgen filmi gibi… Hayatın bu denli içinde olmak. Tayvanlı usta Hou Hsiao-Hsien, Paris’in ruhunu yakalamış. Albert Lamorisse’nin 1956’da çektiği ve benim sinemada izlediğim ilk film olan kısa metraj şaheserinden esinlenmiş. O devrimden yola çıkmış yapım, küçük bir çocuğun, annesinin, Çinli bakıcı kızın, piyano akortçusunun, komşuların ve bütün Paris’in öyküsünü kırmızı bir balonun tanıklığında anlatıyor. Her şey, olduğu gibi… Çok iyi bir film. ‘Düşüş’, belki de sinema tarihinin en başarılı çocuk oyuncusuyla tanıştırıyor bizleri. On yaşındaki Romen aktris Catinca Untaru, eksik dişleri ve inanılmaz sevimliliğiyle, perdedeki görsel zarafetin önüne geçiyor. Meselesi ve öyküsü pek bir şey söylemese de, rengârenk tablo sahneleri ve hayal gücüne saygı sunan kareleriyle izleyicisini mutlu eden bir işe imza atmış Hinli Tarsem Singh. ‘Into the Wild’, Sean Penn’in artık iyi bir yönetmen olduğunun somut kanıtı. İnsanı yok eden çılgın sistemin sunup sunacaklarını reddedip, geldiğimiz yere, doğaya dönüş. Gerçek bir öykünün, dokunaklı, lirik ve meseleli filmi. ‘Savage Ailesi’, kapitalizmin, yalnız, umutsuz, sevgisiz, tek tip insanlarla dolu ailelerinden birini beyazperdeye taşıyor. Felsefenin ve kültürün değiştiremeyeceği hayatlar. Yok olmanın eşiğinde durup dikilen insan. Olabildiğince gerçekçi, acıtan ve dosdoğru bir öykü. ‘Karanlığın Gölgesinde’, Denys Arcand’ın “Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü” ve “Barbarların İstilası”nın ardından üçlemesine son noktayı koyduğu filmi. Montreal’de, medeniyetin göbeğinde, yani faşizan, yok edici bir sistemin tam ortasında, hayatla başa çıkabilmek için fantezilere sığınan bir kahramanın öyküsü. Hepimizin, insanlığın öyküsü. Kaçıp kurulan yeni hayatta ışıklı, havadar bir verandaya oturup tek başına önündeki tabakta duran elmaları soymak yaşamak. ‘Barselona (Bir Harita)’, usta Katalan yönetmen Ventura Pons’un faşizmin insana ettiklerinin hikâyesi. Pons yine olanca insancıllığı ve samimiyetiyle bize bizi anlatıyor. ‘Düello’, son derece matrak bir Takashi Miike filmi. Japon westerni, ‘Kill Bill’e selam duruyor. Tarantino konuk oyuncu ve sahneler çok yaratıcı. Dönem filmleri ve etnik western kırması, sınıfı geçiyor. ‘Kadın Gibi Geçti’, ne yaptığını bilen bir Norveç sürprizi. Aşk ve kadın bilmecesi, erkek gözüyle etüt ediliyor. Odayı dolaşılmaz hale koyan ve mantığı istila eden sarı şifoniyer çok gerçek. ‘XXY’, Arjantin işi bir cesaret örneği. Zor bir öykü, zor bir mesele. İzleyiciyle mesafesini çok iyi ayarlayan, kandırmayan, düzgün, doğru, net bir sinema. Görülesi bir keşif. ‘Bataklık’, umduğum gibi bulmasam da, karanlık bir yanı olan, çaresizlik ve izolasyon üzerine lineer bir polisiye. Katmanlı bir durum tahlili. ‘Erlendur’ adlı orta yaşı geçmiş, sakatat (kelle) sever, sorunlu dedektif akıllarda kalıyor. ‘9.90 YTL’, reklamcı Fréderic Beigbeder’in ülkemizde de çok satan romanından, ‘Blueberry’ adlı hipnotize westernin yönetmeni olarak tanıdığımız Jan Kounen tarafından çekilmiş modern zamanlara ağıt filmi. Reklam endüstrisinin yok ettiği insanlar ve dünyamız. Yönetmen, meselle ilgili hemen her oluşu, itin anüsüne emanet etmeyi bir borç biliyor. ‘Lütfen Başa Sarın’, nispeten zayıf bir Michel Gondry filmi. Gerçek sinema sevgisi, emek, içtenlik ve sistemin karşısında duran yenik ama onurlu insancıklar. Zeki, absürd ve ‘grunge’ bir bakış. ‘Martin Frost’un İç Dünyası’na girmeye uğraşmayın. Başarısız bir çaba. Paul Auster, kelimeleri yan yana iyi dizse de, sinema anlamında çok yetersiz. Ne gerek var diyor insan. Bir de, bu ne büyük bir megalomani. ‘Define’, umulandan daha iyi. Bir ilk film, çok iyi oyunculuklar ve Alexander Payne yapımcılığında, yürek ısıtan bir baba-kız öyküsü. Kumsala vuran çıplak Çinli adamlar ve İspanyol altınları… ‘Paris’, olmamış. ‘İspanyol Pansiyonu’ ile sevdiğimiz Cédric Klapisch, turistik bir tanıtım filmi çekmiş sanki. Sırtını oyunculuklara dayayan, duygusal pansuman yapıp, hayat ve ölüm üzerine derin şeyler söylemek isteyen yapım, insanı ‘Paris’ten bile soğutacak denli tuzak. Marc Caro’nun, dostu ve ortağı Jeunet’ten ayrı, solo çektiği stilize bilim kurgusu ‘Dante 01’, ışık oyunları içinde grafik estetiğe dayalı bir öykü sunuyor. Eli ayağı düzgün. ‘Solaris’ ve ‘2001: A Space Odyssey’ye öykünen durumlar, gösterişten uzak ama çok iyi düzenlenmiş karelerle sunuluyor. Filmin başında bonus olarak gösterilen kısa deneysel filmi, ‘Dante 01’ zannedip öfleyen püfleyen veya salonu terk eden izleyici, festival tarafından acilen tespit edilmeli notunu düşüyorum. Marc Caro’nun Jean-Pierre Jeunnet ile birlikte çektiği ikinci kısa film olan 1981 tarihli ‘The Bunker of the Last Gunshots’ın leziz bir aperitif olarak sunulması ise gerçek bir sürprizdi. Bu arada salonda bulunan ve kısa bir konuşma yapan, yakından gözlemleme imkânı bulduğum Caro, mütevazı, akıllı, sempatik, iyi bir insan. ‘Alexandra’, daha önce izleme olanağı da bulduğum gerçek bir başyapıt. Sovyetlerden miras Aleksandr Sokurov’un son filmi, monokrom bir bakışla, yıkım içinde yaşanan umutsuz bir barış dileği. Bir daha bir araya gelmesi zor iki yaşlının, tren garındaki çarçabuk ve buruk elvedası yaşadığımız günler… İşte böyle, filmler sürüyor. Festival bir hafta daha benimle. Gördüğünüz gibi ‘sinemadan çıkmış insan’, sinemadan çıkamıyor… Ama çok mutlu.
ANNEMLER TATİLDE
Şiribim, şiribom…
1970’de Brezilya’dayız. 1964’yapılan askeri darbe, en baskıcı günlerini yaşıyor. Ülkedeki askeri diktatörlük ‘kurşun yıllar’ olarak anılan bu dönemde, Brezilya’ya acı, işkence, zulüm, ölüm dolu günler yaşatıyor. 10 yaşlarındaki Mauro ve ailesi de bu acılardan paylarını alıyorlar tabii… Mauro’nun devrimci anne ve babası, küçük çocuğu, ‘tatile gidiyoruz’ diyerek Yahudi mahallesinde yaşayan dedesine bırakıp, uzaklara gidiyorlar. Babası ona, yakında başlayacak olan Dünya Kupası’nın ilk maçında döneceklerini söylüyor. Mauro’nun dedesi, o gün kalp krizinden ölünce, Mauro bir başına kalakalıyor. Dedesinin yan komşusu olan yaşlı Sholomo ve diğer komşular küçük çocuğa sahip çıkıyorlar. Meksika’da düzenlenen dünya futbol şampiyonası başlarken Mauro, beyaz Volkswagen’leriyle tatilden dönecek anne babasını bekliyor. Bu arada hayatına giren yeni insanlar, yaşlı Shlomo’nun dostluğu, yaşadığı, tanıklık ettiği acılar, hayal kırıklıkları onu büyütüyor, olgunlaştırıyor. Brezilya, sırasıyla Çekoslovakya, İngiltere, Romanya, Peru, Uruguay ve nihayet finalde İtalya’yı yenerek dünya kupasını üçüncü kez kazanıyor. Bu, ‘Juliet Rimes’ olarak bilinen kupaya sonsuza dek sahip olmak demek. Kaleci Felix, kaptan Carlos Alberto, Jairzinho, Tostao, Rivelino ve efsane isim Pele, ülkelerine kupayı kazandırıyorlar ama kaybeden yine Brezilya oluyor. Askeri dikta, yaşattığı acılara, yenilerini eklerken sokaklardaki kutlamalar hayal kırıklıklarına karışıyor. Mauro, etrafındaki yığınla acıyla, burnunu pencereye dayamış beyaz Volkswagen’i gözlüyor hâlâ… Berlin’de Altın Ayı için yarışmış film, son derece insani ve dokunaklı. Ülkesinin, dünyanın, dönemin gidişatının gerçekçi portresi, başarılı yönetmen Cao Hamburger’in güçlü anlatımıyla sıcacık, unutulmaz bir öyküye dönüşmüş. Ülkemizde Gökben’in seslendirdiği sevilen şarkı ‘Şiribim, Şiribom’, orijinal yorumuyla içli bir nostalji yaratıyor bir de. Bu, eski Yahudi halk şarkısı eşliğinde, bizde 70’li yıllara dönüyoruz. Ortak acılar, ortak neşeler, hayal kırklıkları, umutlar geliyor aklımıza. Anlatılmaz hüzünleniyoruz. Islıkla eşlik ediyoruz şarkıya… MURAT ERŞAHİN