08 EKİM 2010
Pazartesi sabahı, basın gösteriminde aldım acı haberi. Beyaz saçlı, son derece kibar, temiz yüzlü, sinemasever, beyefendi bir insandı benim için Şüleyman Şatır. Tam adını, vefatından sonra öğrenmem tarifsiz burktu içimi. Onu fazla tanımazdım. Film önleri Maçka G-Mall´un büfesinde çay beklerken, lavaboya giden koridorda, film çıkışları kapı önünde karşılaşırdık. Olanca kibarlığıyla sessizce selam verirdi. Sessizce gelip geçti işte yaşantımızdan. Filmler insana her şeyden önce ´iyi´ olmanın önemini anımsatıyor. Ömrün gelip geçiciliğini… Gündelik hayatın sığlığından bizi uzaklaştıran sinema, kendi paydasında birleştiriyor bizi. Sadece insan kimliklerimizle. Sadece sinema sevgimizle. Diğer her şey, her farklılık, uzaklık dışarıda kalıyor. Süleyman Şatır artık yok. Basın gösterimleri onsuz sürecek. Ama o, gerçek bir sinemasever olarak hep salonlarda olacak. Her zamanki gibi son jenerikler bittikten sonra sessizce terk edecek salonu…
Bu hafta vizyonda altı yeni film bekliyor bizi. Emily Blunt´lı komedi ´´Sevgili Hedefim / Wild Target´´, adına basın gösterimi düzenlenmeyen tek filmdi. Haftanın diğer filmleri ise ayrıntılı yorumlarıyla karşınızda. İyi seyirler.
ŞANTAJ
Ruhun karanlık, kötücül yanına bakan, iyiliğin tozlu raflarda unutulmuş ´kaçırılmış fırsatlar klasöründe´ kaldığını anımsatan film, epey hüzünlü. Dile getirilmemiş pişmanlık sözleri bu koyu hüznü yaratan. Ertelenmiş şefkat ve sevginin yıllar sonra kapıyı çaldığı farklı, içsel bir intikam öyküsü olarak da okunabilir bu dram. ´´Aşk Artık Burada Oturmuyor / We Don´t Live Here Anymore´´ ve ´´Duvak / The Painted Veil´´ filmlerinden tanıdığımız John Curran´ın yönettiği zor metin, Angus MacLachlan imzalı. MacLachlan´ı Amy Adams´a Oscar kazandıran 2005 tarihli bağımsız kara komedi ´´Junebug´´un senaristi olarak hatırlıyoruz. MacLachlan, ´´Şantaj´´ı ilk önce tiyatro oyunu olarak kaleme almış. Oyun daha sonra, Los Angeles´ta bir sahne okuması olarak bir kez buluşmuş izleyiciyle. 2005´te senaryolaştırılan metinde farklı dönemlerin iki usta ismi rol alıyorlar. Robert De Niro ve Edward Norton. Milla Jovovich, iki dev aktörün arasından hiç ezilmeden çıkmayı başarmış. Yetenekli karakter oyuncusu Frances Conroy ise, çoktan vazgeçmiş alkolik eş rolünde belki de filmin en iyi ismi. Bir açıdan tuhaf bir film ´´Şantaj´´. Kendi derinliklerini gizlemiş bir yanı var sanki filmin. Uzun zamandır karşımıza çıkan en etkileyici ve en uzak yerlere gidebilecek bir öykünün, ´öylece´ geçiştirilmesi söz konusu. Anlatılmış, duyumsanmış ama izleyiciye geçmeyen duygular, bir oldubittiye kurban gitmiş sanki. Diğer yandan da, vicdan, inanç ve kalpteki ´o şey´ üzerine söyleyeceklerinin hemen hepsini söylemiş de tekrarlamaktan çekinirmiş gibi. Tartışılacak ve düşünülecek kayda değer nüanslar bırakıyor geride ´´Şantaj´´.
AŞKIN İKİNCİ YARISI
Oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Mehmet Aslantuğ´un yazıp yönettiği ilk sinema filmi, duygusal bir dram. Baba olduğunu bilmeyen bir adam, yıllar sonra, eşinin getirdiği kızıyla karşılaşır. Eşinin gidişinden sonra hamile olduğunu öğrenip çocuğunu doğuran kadın, yeni bir düzen kurmaya uzaklara gidecektir. Geçici bir süre için kızını bırakacağı en uygun yerin, hâlâ sevdiği adamın, babasının yanı olduğuna inanır. Aslantuğ ve gerçek eşi Arzum Onan´ın, başrolleri paylaştığı duygusal film, anlamlı ve büyük sözler söylemeye çalışıp, vaat edip düşündüklerinin epey gerisinde kalmış. Yavan, yüzlerce benzerini izlediğimiz öykü, adet olduğu üzere politik bir fonla süslenmiş. Oyunculuk inandırmıyor. Plastik, gerçek ´durmayan´ oluş ve karakterler, inandırıcı olmaya çalışırlarken komik oluyorlar. Kartpostal ve poster benzeri görüntüler ise sinemadan başka bir şey olarak duruyor perdede. Yaratılan steril anlar, iddialı planlar, sinema duygusuyla buluşturmuyor elde değil. Bir TV filmi, dizi pilot bölümü intibası bırakıyor zihinde yapım. Bodrum-Ortakent´te çekilmiş sahneler ise bu satırların yazarına oralarda geçirdiği eski güzel yazları anımsatıyor. ´Bodrum´a gidemez oldum, yıldızlar şahidim, yıldızlar uzak, anlatmak zor´ diyor yürek… Neyse, henüz ilk yarısında ´aşk´tan soğutan bir film.
TOPRAK ALTINDA
Tamamı, toprak altında geçiyor filmin. Eğer varsa, klostrofobinizi yenmeniz için ilk beş dakikayı telkin vasıtasıyla geçiştirmeniz gerekli. Amerikalı bir sivil, sıradan bir kamyon şoförü, kendine geldiğinde bir tabutta olduğunu görür. Canlı canlı toprağın altına gömülmüştür ve bunu, ona kimin yaptığını bilmemektedir. Sahne, Zippo çakmağı ile aydınlandığında tabuttaki cep telefonunu fark eder adam. Şarjı süratle azalan telefon, dışarıyla tek bağlantısı, kurtulmak için tek umududur. Tabuttaki oksijen hızla tükenmekte, telefonun ucundaki acımasız ses, istediklerini yerine getirmezse, yaşamak için önünde yalnızca bir buçuk saati olduğunu söylemektedir. Politik içeriğiyle son derece etkileyici, gerilim dolu bir dram izlediğimiz. ABD hükümetine, Irak´ta süren kirli savaşa, vahşi, kudurmuş kapitalizmin acımasız şirketlerine, dünyanın dengesine yön veren bilinmezlere ve yaşadığımız çağın vahşi kötülüğüne uçan tekmelerle saldıran yönetmen, tek mekânda gerçekten iyi bir iş çıkarmış. Ryan Reynolds´un performansı da bir hayli iyi. Evine ekmek götürme derdiyle, kilometrelerce uzakta, tuhaf ve kirli bir savaşın göbeğinde, muhtemelen adını bile yeni duyduğu bir ülkede kamyon şoförlüğü yaparken kendini toprağın altında, bir tabutun içinde bulan bir adamın trajedisi değil sadece izlediğimiz. Perdedeki, içinde olduğu vahşi sistem tarafından, henüz yaşarken zaten toprağa gömülmüş, terk edilmiş, ölmüş bir adamın gerçek öyküsü aslında. Alt-orta sınıf temsilcisi sıradan bir Amerikalının, belki de sıradan bireyin, savunmasız insanlığın hali. Çaresiz kahramanın, telesekretere, eşine ve oğluna not bıraktığı sahne çok yaralayıcı. ´Sana sadece eski giysilerimi bırakıyorum oğlum´ diyor adam. ´Çünkü bırakacak başka bir şeyim yok´. ´İyi insan ol´ diyor. ´Anneni üzme´… İnsanı yok sayan, son derece acımasız, çıldırmış politikalar sonucu, en ucuz olanın insan hayatı olduğunu vurgulayan yapım, etkisini uzun süre taşıyacağınız bir kanıt belki de. İlla yerin dibine bir tabut içinde gömülmeniz gerekmiyor. Belki de çoktan öldünüz. Belki de yoksunuz… Yanınızda bir kalem, bir fener, bir zippo çakmak, bir çakı, bir cep telefonundan daha azı varken sistem tarafından yok edildiniz belki de. Yardımınıza gelen de olmadı. Siz yaşamıyorsunuz. İşin kötüsü, bunun farkında olmamanız…
YE DUA ET SEV
İnsanla dalga geçiyorlar bence… ´Ne atom bombası ne Londra Konferansı, bir elinde cımbız bir elinde ayna, umurunda mı dünya?´ durumu bütün hızıyla sürüyor. ´´Sex and the City´´ türevi yapım, tüketim toplumunun daha fazla tüketmesi ve uykuya devam etmesi adına ucuz ve yalan popüler kültürü pompalamayı sürdürüyor. Böyle bir moda var yaşadığımız şu sığ ve zalim dünyada. Bütün başlar kıç olmuş vaziyette, bütün kıçlar baş. Bütün değersiz oluşlar, değerlilerin koltuğuna kurulmuş. Kültür, bilim, sanat, hepsinin içi boşaltılmış. Fotoromandan bozma, ucuz TV dizileri, fallar, çakralar, içimizdeki sevgi ve ışık, ferrarisini satan bilge, kendini ve dünyayı yeniden keşfetme tripleri, facebook, feng shui dünyası, brokerlar, leasingler, yoga, meditasyon, ´sende olan sende kalır´, ´evreni anlayalım´ mavalı, bir dolu böyle yalanla geçiyor günler. Bütün dünyada, insanın ve tarihsel birikimin altına dinamit konuluyor. Durumu bilen ve kendine fırsat yaratmak isteyen Amerikalı bir yazar olan Elizabeth Gilbert´de oturmuş bir kitap yazmış. Bir anı kitap. Eşinden boşanan yazar, önce İtalya´ya gitmiş, ardından Hindistan ve Endonezya´ya. Amaç, kendini yeniden keşfetmek… Tam 158 hafta en çok satanlar listesinde yer almış bu kitap. Düşünün dünyanın halini. Sadece ülkesinde yedi milyon satmış. Yetmemiş kırk dile çevrilmiş (tabii ki Türkçeye de…) Bu ´içsel´ yolculuğu çok anlamlı, yani çok kârlı bulan Julia Roberts´da kitabın beyazperdeye uyarlanmasına önayak olmuş. Sonrası malum; gelsin paralar… Başrolünü doğal olarak Julia Roberts´ın üstlendiği film, kandırmacanın da ötesinde. Javier Bardem´de almış paraları, olmuş dolgu malzemesi. Bir sürü iyi oyuncu. Hepsi dahil olmuşlar içi boş resme bir yerinden. Kariyer, mariyer kimin umurunda? Şimdi, yazar bir kadın var, eşinden ayrılıyor. Sıkılmış, doğaldır… Kendini yeniden keşfetme yolculuğunun hemen öncesi gencecik yakışıklı bir adamla birlikte oluyor; yok yine bulamıyor kendini, düşüyor yollara. Ver elini İtalya. Yiyor, içiyor orada. Ne sofralar ne sofralar. Giden var, gidemeyen var, yiyen ver yiyemeyen var demiyor film. Kadın, bir de enfes daire tutuyor İtalya´da; varsın küveti hafif kirli olsun. Terası, merası, şahane. Etrafta da bizim Sultanahmet´e kapağı atmış sırt çantalı turist ekibinden hallice zibidi bir teşkilat. Nerde sabah orada akşam. İş yok güç yok. Sabahlara dek geziliyor. Her şey steril. Gerçek hayat başka bir yerde sanki. Üretim sıfır. Yeniliyor, içiliyor azizim. Ne yemek içmek hem de. Şarabın en iyisi. Etler, pizzalar, spagettiler, enginarlar, sabah kahvaltıda hindiler, tatlılar, atlanıyor arabaya bir grup ne idiğü belirsiz insan, Napoli´ye günü birlik pizza yemeye gidiliyor. Böyle sürüyor macera. İsveçlisi orada. Kanadalısı orada, Amerikalısı orada. Yok yani, hani bir kişi de, ilim irfan yapmaya, bir meslek öğrenmeye, bir işte çalışmaya, bir taşı diğer taşın üstüne koymaya gelmiş olsun. Herkes yemeye, içmeye gelmiş İtalya´ya. Aşnaya fişneye… Stockholm´den gelmiş güzel bir kız. Soruyorlar, Stockholm sana ne ifade eder diye. O an benim aklımda, ´İsveç sosyalizmi, seks devrimi, soğuk, somon´ gibi kelimeler varken, kızımız ´konfor´ cevabını veriyor. Alkışlıyoruz. Neyse; sonra İtalya sıkıyor kahramanımızı. Kendini ve hayatın anlamını arayan özgür kızımız, soluğu Hindistan´daki bir manastırda alıyor. Tarikat durumları bir yerde. Duanın gücüyle arınma, kendini affetme yolunda bu kez. Karşısına çıkan insanların çoğu da batılı ha. Yani, arınma ve kendini kurtarma adına bir sürü zahmeti, sıtma dahil her türlü hastalığı göze alıp, konforlarından taviz verip, kıta değiştiren ve oralara gelen bu batılılar, Hint kültüründen, bütün yogilerden, üstatlardan, Dalay Lama´dan bile bilge çıkıyorlar. Akıl veriyorlar bizim kıza. Ardından yolculuk Endonezya´ya Bali´ye uzanıyor. Orada, dişsiz bir amca var. Bizim üfürükçüler gibi. Büyük tezgâhtar. Sen şimdi şu resmi al, şu duayı oku, seneye yine bana gel diye, paralarını alıp gönderiyor müşterileri. Zaten bütün derdi, azabı başımıza açan da Ketut adındaki bu cin. Film, bu adamla başlıyor. Bütün bu ´kendini yeniden bul, tanı´ durumları bu dişsiz üçkağıtçı hocanın aklından çıkıyor yani. Kitabın yazarını en çok etkileyen şahıs bu Ketut… Ne yaptıysa artık. Neyse, kadın burada yakışıklı bir Latin´le tanışıyor. O da yapmış dünyalığını her nasılsa, kaçmış Bali´ye. Sıfır sorumluluk. Derken, aşk başlıyor üçüncü bölümde. Aşk demeye bin şahit. Kedi köpek gibi bir açlık söz konusu. Ver Allah ver derken, ´lak´ diye bitiyor film. Sıfır mesaj, büyük bir boşluk, tamamen yapay bir sonsuzluk kalıyor geride. ´´Ye, iç, s.ç´´ gibi bir şey yani perdeye yansıyan mesaj. ´´Ye Dua Et Sev´´… Ama korkarım bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de özellikle yaşı 25-45 arası olan üst gelir grubu çalışan kadınlar, yani ekonomik gücü elinde tutan özgür kızlar filme bayılacaklar. Ay ben gittim kendimi buldum Lecce´de, siz de lütfen şu Bali öncesi Floransa´yı deneyin… Oysaki milletin donu yok kıçında ve aynı hafta ´´Toprağın Altında´´ diye bir film var yan salonda örneğin. Lay lay lom´un çok uzağında. Ama kime ne gerçeklerden? Gerçek acıtır. Vakit hoşça vakit geçirme, kafa dağıtma, mutlu olma vakti ya… GSMH, son model cep telefonları, şaraplar, konyaklar, piyasalar, sanat sevicileri, özgür kızlar, güzel popolu yakışıklı adamlar, tekila sunrise´lar, martiniler, bilmem kaç ekran LCD´ler, daracık blue jean´lar, cicili bicili iç giyim markaları, Okyanusya´ya gemi turları, Laponya´da ren geyiği beslemek, açık çakralar, kapalıları; ne modaysa o; her işin başı karizma zaten değil mi? Yazık oluyor her şeye. Bu topraklara… Oysa sizin içindi hani her şey insan kardeşlerim? ´…Günlerin isimleri, ayların isimleri, kayıkların boyaları sizin için. Sizin için postacının ayağı, testicinin eli, alınlardan akan ter. Sizin için mezarlar, mezar taşları, kelepçeler, idam cezaları sizin için, her şey sizin için.´ Ağla sevgili yurdum ağla…
SATILIK RUH
Wes Craven´da bitmiş. ´Ne kötü film bu´ hissiyle çıkıyorsunuz salondan. Yavan bir tat damakta, avuçtan kayıp giden vakit; en kötü koyan da bu insana… Tamamen yeni yetmelere yönelik bir korku-gerilim örneği perdedeki. Yeni bir ´´Elm Sokağı´´ beklemiyorsunuz tamam, fakat bir ustanın elinden çıktı demeye bin şahit gerektiren bir iş duruyor karşınızda. Sömürü korku… Bir de üç boyutlu kandırmacası. Artık her şey üç boyutlu. Bence üç boyutlu olan sadece kazanılan dolarlar… On altı yaşında yedi genç. Aralarından birine kanlı bir lanet bırakan kötücül bir katil. Kötü ruhun saldığı vahşet. Bol kan, az korku, sadece anlık sıçratmalara yol açan planlar. Yeni bir mesele, öykü, biçim, bütün bunlardan bahsetmek imkânsız. Deniz bitmiş. Craven da haliyle… İnsanın bir yerden sonra, köşesine çekilmesi gerek. Aksi takdirde can sıkıcı oluyorsunuz…
MURAT ERŞAHİN