07 EKİM 2011
Dört filmlik haftanın notlarımız arasında yer almayan tek filmi, adına basın gösterimi düzenlenmeyen Milla Jovovich’li korku-gerilim “Katilin Yüzü / Face in the Crowd”. Haftanın diğer üç filmi ise kendi içlerinde; romantizmden aksiyona, komediden bilimkurguya, kara filmden, drama; türler arası yolculuk ediyor. Üç film de seyir keyfi verecek cinsten üstelik. Önümüzdeki filmlere bakalım o halde!
ÇELİK YUMRUKLAR
Çok uzak olmayan bir gelecekteyiz. 2020’de. Dünyanın halinde pek değişiklik yok. Vahşi ekonomi ve yabancılaşma, haliyle biraz daha azmış gibi. Bir de ufak tefek değişiklikler sosyal hayatta. Örneğin sporda. Boks, artık insanlar arasında değil, iki buçuk metrelik robotlar arasında yapılıyor. Ring’te kan yerine, makine yağları ve robot parçaları var. İnsanlar tarafından, bilgisayar yardımıyla kontrol edilen robotlar bunlar. Görüntüleri, sesleri, hareketleri, becerileri başka başka. Öykünün ortasında bir baba-oğul var. Adam düşmüş bir boksör eskisi. Robot boksuna vurmuş kendini. Bir tür kaybeden. Yıllar sonra, on bir yaşındaki oğlu ile karşılaşıyor. Unuttuğu babalık duygusu, sorumluluk ve oğlunun vesayeti için vermesi gereken savaş, oğlunun robot çöplüğünde bulduğu boksör robotla, şampiyonluk yolunda sınanıyor. İnsana benzer yanları oldukça fazla olan antrenman robotu ‘Atom’ ile, yenilmez ve kibirli robot ‘Zeus’un unvan maçı, üç kaybedenin, hayata kafa tutuşlarına sahne oluyor son tahlilde. “Transformers”dan, “Rocky”ye, en çok da Zeffirelli’nin 1979 tarihli boks dramı “Şampiyon / The Champ”a benzeyen öykü, Jon Voight ve Ricky Schroder’i düşürüyor akla hüzünle karışık. 1999 doğumlu Dakota Goyo, günümüzde 41 yaşında olan geçmişin çocuk yıldızı Ricky Schroder’i oldukça andırıyor bu arada. Yapımcıları arasında, ‘havayı’ çok iyi koklayan iki üstadın, Steven Spielberg ve Robert Zemeckis’in bulunduğu bilimkurgu katkılı aksiyon dramın yönetmeni ise Shawn Levy. Başrolü, kaslarını iyice geliştiren Hugh Jackman üstlenmiş. Yıldızı “Lost”ta parlayan çekici Evangeline Lilly, küçük oyuncu Dakoto Goyo ve Hope Davis, Avustralyalı yıldıza eşlik ediyorlar. İyi çekilmiş gişe filmi, öyküsündeki ‘öteki’ düşmanlığı ve hafif tutucu, fazla Amerikan detaylarla sırıtsa da, vaat ettiği eğlenceyi aktarıyor izleyicisine.
ŞANGAY
Pearl Harbour baskının hemen öncesinde, Japon işgali altındaki Şangay’dayız. Çin’in gizemli ve güzel kentine, arkadaşının ölümünü araştırmaya gelen gizli ajanın yolu, bir gangster, onun çekici eşi ve bir Japon istihbarat subayı ile kesişir. “Ondskan / Şeytana Karşı”, “Derailed / Raydan Çıkanlar”, “1408” ve “Ayin / The Rite” ile tanınan İsveçli yönetmen Mikael Håfström imzalı romantik dram, en çok “Casablanca”yı düşürüyor akla. Bir ajan öyküsüne eşlik eden içli bir romantizm. Tabii ki, yedinci sanatın klasiklerinden olan “Casablanca”nın yakınından geçen bir yapım değil “Şangay”. Filmin Şangay’da çekilememesi ilginç bir yapım notu olarak öne çıkıyor. Çin hükümetinden onay çıkmayınca, Tayland, Bangkok’ta gerçekleşmiş çekimler; küçük bir bölümü de Londra’da. Sadece dünya prömiyerini Şangay’da yapan ‘kara film-romantizm-casus gerilimi’ karışımında başrolü John Cusack üstlenmiş. Uzak Doğu’nun ünlü yıldızları, güzelim Gong Li, Chow Yun-Fat ve Ken Watanabe’nin yanı sıra, Franka Potente, David Morse ve Jeffrey Dean Morgan, filmin zengin oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar. Karanlık bir tedirginlikte yaşanan aşk öyküsüne, onurlu eski adamların resmi geçidi eşlik ediyor.
ÇILGIN, APTAL AŞK
Aşk, ‘çılgın ve aptal’ bir duygu olmasının yanı sıra, insanı insan kılan en önemli ihtiyaç öte yandan. Bir tarafı aynı ailenin bireylerinden oluşan, farklı yaş gruplarından üç çiftin aşk öyküleri. Aşkın, yok edici, yaralayıcı, buna karşılık, bünyeyi besleyen, bütünleyen ve bilinç veren yönleri. Çok çok iyi yazılmış romantik komedi, bazı anlar kopkoyu bir drama dönüşüveriyor. Evlilik problemleri, kadın avcıları, müzmin bekarlar, umutsuz aşıklar, yanlış anlamalar, hiç anlamamalar, anlayışsızlıklar, kıskançlıklar, aşk oyunları, tutku, şehvet ve sevgi. Birbirinden iyi oyunculardan oluşan kadroda kimler yok ki? Aynı zamanda yapımcılar arasında yer alan Steve Carell’in enfes oyununa, Julianne Moore, Ryan Gosling ve Emma Stone eşlik ediyor. Kevin Bacon ve Maris Tomei gibi yıldızların yanı sıra filmin iki gencecik ismi; Analeigh Tipton ile Jonah Bobo’nun performansları epey dikkat çekici. Perdede gözüktükleri birçok anda, odak noktası haline gelen ve ustalarından rol çalmayı başaran bu iki isim, ilerde gündemi epey işgal edecekler gibi gözüküyor. Ülkesinde, izleyicinin yanı sıra, eleştirmenlerin de beğendiği romantizm içeren komedi-dram, aşkın ve insanın bütün hallerini olabildiğine çıplak göstermeyi başarmış. Üstelik göze sokmadan. Bazen sadece duyumsatarak. Sade ve güçlü. Acınası bir komikliğin sızdığı sahneler, hemen her yüreği yaralayacak ve gülümsetecek denli güçlü. Kimyasal değil sadece, şiirsel bir tepkimedir aşk.
MURAT ERŞAHİN