Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

06 MAYIS 2011

05 Mayıs 2011 Perşembe 23:03
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu haftanın film sayısı dokuz. Yerli komedi “Ağır Abi”, Mustafa Kenan Aybastı’nın yazıp yönettiği ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi Devrimden Sonra Film Kolektifi tarafından hayata geçirilen “Devrimden Sonra” ile Brezilyalı efsane Formula 1 pilotu Ayrton Senna üzerine kurulu belgesel “Senna”, notlarımız arasında yer almıyorlar. Haftanın diğer yenileri, beş üzerinden verilmiş puanlarıyla aşağıda. Herkese iyi seyirler!

KIYAMET GECESİ
“Makinist” ile anılan Brad Anderson, yönetmen koltuğunda. Açıklanmayan ve adlandırılmayan bir nedenle Detroit’te karanlıkta kalıp yok olan insanlar. Bir nevi kıyamet senaryosu. Bildiğimiz dünyanın sonu. Hayatta kalmak için ışığa ihtiyaç duyan bir avuç insan ve uzayan gölgeler. İnsanın derininde bir yerde saklı olan endişe. Karanlıkta saklanan belirsizlik. Tanımlanamayan korkularımız, hazırladığımız ve sonunda gelip bizi bulan en kötü kâbuslar. Senaryo, oyunculuk ve atmosfer çok yüksek notla olmasa da sınıfı geçiyor. Goethe’nin ölüm yatağında söylediği son sözler. Işığın kaybı. Sona gelip dayanmış insanlık, gittiği yere kadar gidecek bir umut. (2,5 / 5)

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ: KÖTÜLERE KARŞI
2005 tarihli “Hoodwinked! / Kırmızı Başlıklı Kız”, masalların naif dünyasını alaşağı ediyor, hepimizin hayatında yer etmiş kahramanlara tersten yaklaşıyordu. Popüler kültürle dalgasını geçmekten geri kalmayan film, ikinci bölümüyle karşımızda. Üstelik üç boyutlu olarak. Bu kez kırmızı başlıklı kız, kurt, büyükanne ve sincap, ilk filmin bildik mantık koridorunda, bir diğer ünlü masal ve kahramanlarıyla karşılaşıyorlar; Hansel ve Gretel’le… “Kuzuların Sessizliği”nden “Kill Bill”e dek birçok ünlü filme göndermeler yapan animasyon, keyif veriyor. (2,5 / 5)

COPACABANA
Fransız usulü ‘kendini iyi hisset’ filmi olarak lanse ediliyor “Copacabana”. Oysa kendini iyi hissedecek en ufak bir noktası yok filmin. Bu işin; Fransız tarzı, İngiliz tarzı, Latin tarzı da olmaz üstelik. Ya kendini iyi hissedersin ya değil. Aksine, yaşadığımız yerin, dipsiz bir cehennem olduğunu, hüzün dolu sahneler eşliğinde bir kez daha anımsatan, çoğu anında gözlerinizin dolduğu bir film duruyor karşınızda. Gücünü, gerçeğin kalp burkan tarafından alan bir film. İyinin ve insanın varlığına inandıran ama bunun karşısına kötücüllüğün doğasını ve toplumsal kabullenişini çıkaran dramı, Marc Fitoussi yazıp yönetmiş. Umudunu, neşesini, özgürlüğünü asla yitirmek istemeyen ana karakter Babou’nun bile insana dair yaşadığı onca hayal kırıklığını düşünecek olursak, salondan tamiri güç bir kırılganlıkla ayrılmamak elde değil. Isabelle Huppert’in ‘neşe, sevgi ve iyilik dolu eksantrik anne’ karakterinin akıldan çıkması zor. İnsanı hiçe sayan çıldırmış kapitalizm, bombok dünya düzeni, kalpteki karanlık yan, bir diğerinin çukurunu kazan çağdaş zaman gladyatörleri, neşesini, umudunu sonsuza dek yitirmiş, her şeyini satılığa çıkarmış, hırsına yenik düşmüş insan müsveddeleri. Özgür bir yüreğin, aşk, sevgi, fedakârlık ve iyiliğin direnişi. Sonuçta elde var sıfır da olsa, hayali olanaklı kılmanın, söz gelimi Copacabana’yı, oturma odasına taşımanın hüzün de içeren içli gülümsemesi. (3,5 / 5)

SUÇLU KİM?
Buram buram romantizm kokan sevimli bir soygun öyküsü değil aslında anlatılan. Mesele derin. Bağımsız ruhlu film, O. Henry’nin sıcacık hikâyelerinin tadında… Edebi anlamda fazla önemsenmeyen ama çok okunan ve sevilen öykülerdir O. Henry’ninkiler. Önemsenmeleri gerekir oysa. Önemlidirler. Aynı, Malcolm Venville’in yönettiği “Suçlu Kim? / Henry’s Crime” gibi... Varoluştan, aşkın yaşamsal önemine, Çehov’dan, polisiye sinemaya dek birçok satırbaşı açan bir öykü duruyor perdede. 2004 tarihli Spielberg filmi “The Terminal”i kaleme aldıktan altı yıl sonra, “Suçlu Kim?”in öykü ve senaryosunda görüyoruz Sacha Gervasi ismini. Oyuncu kadrosu da müthiş. Keanu Reeves, alışageldik rollerinden çok uzakta. “My Own Private Idaho”da bıraktığı yerden devam ediyor ‘rafine oyunculuğa’. Amaçsız, şaşkın, mutsuz Henry karakterinde döktürmüş. Usta aktör James Caan son dönemde perdede izlediğim en lezzetli karakterlerden birini canlandırmış. Cazibeli ve iyi aktris Vera Farmiga, her zamanki gibi. Onu perdede izleyip de aşık olmayacak insan yoktur bence. Şefkatle sarılmak istiyorsunuz Farmiga’ya perdeye yansıdığı her an. Felsefi yanı çok güçlü senaryonun. Mutsuz, boşlukta salınan bir ana kahramanı var filmin. Otoyolda gişe memurluğu yapıyor. Arkadaş hatırına, suçsuz yere hapis yatıyor. Dışarı çıkınca, soyguna karıştığı iddia edilen bankayı gerçekten soymayı planlıyor. Aslında yeni bir hayata başlamak asıl derdi Varoluşuna bir anlam yüklemek. Aşk kapıyı çalınca, bütün taşlar yerine oturmaya başlıyor. Etrafındaki herkesin ve her şeyin de öyle… Film içinde önemli bir yere sahip olan Çehov’un “Vişne Bahçesi”nin özel karakterlerinden yaşlı uşak Firs’in oyunun finalinde söylediği şu cümle, belki de filmi en iyi özetleyen: ‘Yaşam gelip geçti, sanki hiç yaşamadım’… Son jenerikler akarken, film üzerine bazı şeyleri asla unutamayacakmışsınız gibi geliyor; incelikli senaryo ve diyalogları, oyuncu kadrosunu, bir de filme fon olan Buffalo’ya hüzünle yağan karı… Niagara şelalesinin kıyısındaki flört anlarını, “Vişne Bahçesi”nin karakterlerini, James Caan’ın ‘Max’ ve Peter Stormare’in ‘Darek Millodragovic’ tiplemelerini saymazsak… (4 / 5)

KÜÇÜK GÜNAHLAR
Romanları, öyküleri, söyleşi ve biyografi kitapları, “Ömer Kavur’la Yola Çıkmak” adlı belgeseli ve kısa filmleriyle üretken bir isim olan sinema yazarı Rıza Kıraç, yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği ilk uzun metrajıyla, ‘çok çalışkan’ sıfatını kesinlikle hak ettiğini kanıtlıyor. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) üyesi olan Kıraç, aynı zamanda yakın bir dostum. Diyeceksiniz ki, insan dostunun filmine ‘kötü, beğenmedim’ diyebilir mi? Hem de kolaylıkla. Zaten bizleri eleştirmen yapan nokta, gördüğünü çalan bir hakem olmamızda yatar. (En azından bu benim şahsi iddiam) Eleştirirken, her şeyi dışarıda bırakırsınız. Bütün mesafeleri. Duyguları. Olabildiğince. Rıza’nın filmini izledim. Bir ilk film için oldukça düzgün bir iş. Hataları var tabii. Senaryoda, diyaloglarda… Bazı boşluklar, soru işaretleri yaratıyor zihinde. Fakat perdeye yansıyan çalışılmış, üzerinde düşünülmüş, özgün bir iş. Bir kere meselesi doğru. Doğru bir film. Dürüst. Samimi. Doğal. Kıvırmadan anlatıyor meselesini. Üçlü bir aşk var. Fonda, 12 Eylül darbesinin insan ruhunda açtığı büyük yaralar var. Tarihsel bir hesaplaşma var. Kürt-Türk çatışması var. Faşizm var, Kürt sorununun, güney doğudan uzakta, büyük şehirde yaşayan bireyin hayatına olan etkisi var. Türkiye’nin son otuz senesinin tomografisi var. Tahribatlar, tamamlanmamış yolculuklar, pişmanlıklar, oturmamış kimlikler, benlikler. Her sabah yeniden demlenen acılar. Tutku, dostluk, aşk, günümüz Türkiye’sinin değer yargıları, yaşanan gerçeklikte üşüyen ruhlar… Macit Koper’in başı çektiği oyuncu kadrosu da iyi. Genç aktris Esra Ruşan örneğin. Zorlanmadan, kolayca giyinmiş üzerine rolünü. Hiç düşürmeden oynuyor. Rıza Akın, küçük rolünde ‘olağanüstü inandırıcı’. İlk filmin dağınıklığı, ‘dur, şunu da ekleyeyim’ telaşı, acemiliği, biçim kaygısı filan; meseleyi biraz dağıtıp, savuruyor bir yerlere izleyiciyi. Sarkan yanları da var filmin. Fakat yürekten, içten yapılmış bir iş Rıza Kıraç’ın filmi. Şimdi bir de uzun metrajı oldu Rıza’nın. Gelecek sefer, daha olgun bir sinema bekleniyor kendisinden. ‘Genç adam, tebrikler’ diyelim sadece… Bir önemli not daha; bu film, başvurduğu iki önemli festivalin ulusal yarışma bölümlerine seçilmedi. Son jenerikler akarken bunu da sorguladım. İki yarışmada da, bu ilk filmin, her bakımdan gerisinde olan birden fazla film izledim ben… Neyse, yolu açık olsun diyelim. (3 / 5)

GİŞE MEMURU
Bir ilk film daha… Gayet düzgün. Tolga Karaçelik’in yazıp yönettiği “Gişe Memuru”, 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden ‘En İyi İlk Film’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’ (Serkan Ercan) ve ‘En İyi Görüntü Yönetmeni’ (Ercan Özkan) ödülleriyle ayrılmıştı. Geçmişin travmalarıyla yaşayan bir gişe memurunun hikâyesi anlatılan. Hasta babasıyla yaşayan, orta yaşlarını süren problemli Kenan ve dışarıdaki dünya. Statik bir dünyada, başa çıkılamayan ağır yükler, sorunlar. Yalnızlıkla örülü psikolojik bir fantezi perdedeki. Başroldeki Serkan Ercan çok çok iyi. ‘Hakkı Baba’ rolünde usta aktör Zafer Diper, başka bir şey. Müthiş bir performans sergiliyor Diper. Kendisini beyazperdede daha fazla izleme imkânı bulsak keşke. Nadir Sarıbacak’tan, Sermet Yeşil’e, Ruhi Sarı’dan, Nergis Öztürk’e; filmin bütün oyuncuları zihinde kalıcı işler çıkarmışlar. Yaratılan atmosfer ve mevzu, Cronenberg’in 2002 tarihli “Spider”, büyük ölçüde de; Brad Anderson’un 2004 yapımı “The Machinist”ini anımsattı. Kendine göre bir özgünlüğü olan, iyi planlanmış ve çekilmiş, tuhaf bir çekiciliğe sahip, plastiği ve anlatımıyla, bir ilk filmin çok ötesinde, ‘olmuş’ bir çalışma olarak duruyor “Gişe Memuru”. Tolga Karaçelik’in yeni işlerini heyecanla beklememek mümkün değil. (3 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar