05 ŞUBAT 2021
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül-Ekim-Kasım-Aralık-Ocak derken şimdi Şubat aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2007 ve 2008 yıllarının Şubat ayındayız! O yılların Şubat ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!
ÖNCE TAVSİYELER…
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Der letzte Mann / Son Adam
(Yönetmen: F. W. Murnau / 1924)
La passion de Jeanne d’Arc / Jeanne d’Arc’ın Tutkusu
(Yönetmen: Carl Theodor Dreyer / 1928)
Third Man / Üçüncü Adam
(Yönetmen: Carol Reed / 1949)
Sunset Boulevard / Sunset Bulvarı
(Yönetmen: Billy Wider / 1950)
High Noon / Kahraman Şerif
(Yönetmen: Fred Zinnemann / 1952)
Güncel öneriler
Filmler:
Bajocero / Donma Noktası
(Yönetmen: Lluís Quílez)
Görevli olduğu mahkûm nakil aracı saldırıya uğrayan polis memuru, dondurucu soğukla baş etmeye çalışırken içerideki ve dışarıdakilerle de ölüm kalım savaşı vermelidir. Başrolünü usta aktör Javier Gutiérrez’in üstlendiği aksiyon dolu suç öyküsü, İspanya’dan!
2040
(Yönetmen: Damon Gameau)
İnsan elindeki mevcut çözümleri etkin bir şekilde uygulamaya başlarsak, 2040 yılında gezegenin ne durumda olabileceğine dair ilginç ve etkileyici bir yolculuk! Galasını Berlin Film Festivali’nde yapan Avustralya yapımı belgeseli yazıp yöneten isim Damon Gameau. Umutlu bir geleceğe olanak var mı?
The White Tiger / Beyaz Kaplan
(Yönetmen: Ramin Bahrani)
Zengin bir Hint ailenin hırslı şoförü fakirlikten kurtulup girişimci olmak için aklını ve kurnazlığını kullanır. Kahramanın epik yolculuk soslu suç dramı, Aravind Adiga’nın çok satan bir romanından uyarlandı.
All My Friends Are Dead / Bütün Arkadaşlarım Öldü
(Yönetmen: Jan Belcl)
Polonya yapımı, mizah soslu bir suç dramı! Yılbaşı partisindeki bir grup arkadaşın üst üste yaşadığı olaylar; sırların açığa çıkmasına, kalplerin kırılmasına ve şoke edici bir sonuca yol açacaktır!
The Peanut Butter Falcon / Hayallerin Peşinde
(Yönetmen: Tyler Nilson ve Michael Schwartz)
Yüreğe seslenen sevimli bir komedi-dram. Amerikan güreşçisi olmak isteyen Down sendromlu Zak, hayalini gerçekleştirmek için yaşadığı bakımevinden firar eder ve geçmişinden kaçan serseri ruhlu Tyler ile karşılaşır. Bakımevinde Zak ile ilgilenen idealist Eleanor da, onu geri getirmek için yola koyulunca ‘beklenmedik’ gelişmelerle dolu bir yol filmi yansır perdeye.
Diziler:
Snowpiercer
(Yönetmen: Bong Joon-ho, Jason Friedman)
Dünya buzlarla kaplanınca hayatta kalan son insanlar dünyanın çevresini dolaşan dev bir trende yaşamaya balşlarlar. Ama trendeki hassas dengeyi bozmadan, farklı sınıflar halinde çatışma olmadan birlikte yaşamak çok zordur! Bong Joon-ho imzalı 2013 tarihli Güney Kore yapımı bilimkurgu aksiyonu, bizzat Bong Joon-ho ile birlikte Jason Friedman uyarlamış. Başrolleri Jennifer Connelly ve Daveed Digs paylaşıyorlar. İkinci sezon yeni başladı!
Walker
(Yönetmen: Steve Robin)
Aksiyon filmlerinin efsane isimlerinden Chuck Norris’in başrolünde olduğu 1993-2001 arası yayınlanan Walker, Texas Ranger dizisinin modern bir uyarlaması! Teksas’ta ortağıyla birlikte suçla savaşan kanun adamı Cordell Walker karakterini, yeni uyarlamada Chuck Supernatural’ın yıldız ismi Jared Padalecki canlandırıyor!
Resident Alien
(Yönetmen: Chris Sheridan)
‘Resident Alien’ çizgi romanının, aynı ismi taşıyan ekran uyarlamasında, uzay gemisi dünyaya düşünce Coloradolu Doktor Harry Vanderspeigle’nin kimliğini alıp gizlice deneylere girişen bir uzaylının maceralarını izliyoruz! Alan Tudyk, Elizabeth Bowen ve Levi Fihler başlıca rolleri üstleniyorlar.
50 M2
(Yönetmen: Burak Aksak)
Yerli gerilim dizisinde başlıca rolleri, Engin Öztürk, Cengiz Bozkurt ve Kürşat Alnıaçık üstleniyorlar. Karanlık bir adamın kirli işlerini yapan Gölge, geçmişine ait sır perdesini aralamaya çalışırken işler karışır ve kendini bambaşka bir kimlikle küçük bir mahallede bulur.)
Fate: The Winx Saga / Winx Efsanesi: Kader
(Yönetmen: Brian Young
Büyüleyici güçlerini kontrol etmeye kararlı bir grup genç, Alfea adlı sihirli bir yatılı okulda rekabet, aşk ve doğaüstü çalışmalarla başa çıkmaya çalışırlar. Aksiyon katkılı gençlik dizisi kıpır kıpır! Nickelodeon’un ünlü çizgi dizisi ‘Winx Club’un kurmaca uyarlaması.
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Şubat 2007
BÜKREŞ’İN DOĞUSU
Doğu ne yana düşer usta?
Genç Romen yönetmenin uzun metrajlı ilk filmi, neyi nasıl söylediğini gayet iyi bilen, ayakları yere basan, son derece sağlam bir film. ‘Bükreş’in Doğusu’, trajikomik yapısına yaraşacak biçimde, insanın içini burkan bir mizahla dokunmuş. Hüzünle yan yana ilerleyen matematiksel bir mizahla. Cannes’de ilk filmlere verilen ‘Altın Kamera’ ödülünü ve 43. Antalya Altın Portakal dahilinde bu yıl ikincisi düzenlenen Uluslararası Avrasya Film Festivali’nde aralarında benim de bulunduğum (ve bundan büyük mutluluk duyduğum) ‘Eleştirmenler Ödülü’nü kazanan yapım, doğu Avrupa sinemasının son dönemdeki en önemli örneklerinden biri. Filmin altında büyük bir birikim yatıyor. Genç yaştaki yönetmenin kültürel birikimi, aynı ülkesi gibi. Yoksul, ezilmiş ama zeki ve kültürlü insanların aklı ve bakışıyla çekilmiş bir film bu. Çavuşesku’nun devrilmesinden 17 yıl sonra, başkent Bükreş’in doğusuna düşen bir yerde değişen ve değişmeyenler… Tıkır tıkır işleyen senaryo, kendini çok uzun bir süre sabit bir planda izletmeyi başarıyor. Yönetmenin olduğu kadar, işini gayet iyi bilen ve zamanlamaları kusursuz olan oyuncuların performansından güç alan mütevazı ama o ölçüde iddialı olan bu yaman ‘küçük dev’ filmi kesinlikle ıskalamayın!
TATİL
Hayata iki saat ara verin ve ‘tatil’e gidin!
Bazen insan gerçek bir tatile ihtiyaç duyar. Yorgunluktan, sıkıntıdan, üzüntüden, kalabalıktan, kendinden uzaklaşmak için. Kötü giden veya hiç başlamamış ilişkiler yüzünden, belki de yaşanmamış o duygu için, hani şarkıdaki gibi ‘aşk yüzünden’… ‘Tatil’, insanın içini ısıtan, kendini iyi hissettiren, şirin bir romantik komedi. Cameron Diaz ve Kate Winslet gibi iki güzel yıldıza, Jude Law gibi yakışıklı ve Jack Black gibi sevimli, iki iyi aktör eşlik ediyor. İyi yazılmış senaryo, iyi oyuncular, güzel insanlar filan derken, iki saat süresince çoğu derdini unutuyor insan. Bir de usta aktör Eli Wallach’a saygı duruşunda bulunup terk ediyorsunuz salonu ve iki saat için bile olsa, dünya gözünüze tozpembe gözüküyor. Perdedekilerin, ‘başka’, yabancı, ferah ve zengin bir coğrafyada olmaları, anlatılanların masallara olan benzerliği, pembe yalanlar, fotoroman dokusu, klişeler, her şeyin fazla güzel ve iyi olması sizi pek rahatsız etmiyor. Oohh diyorsunuz, şöyle bir tatile çıkayım. Belki de aşık olurum tekrardan. Ne güzel şeymiş aşk. Ayrıca şunu fark ediyorsunuz ki; tatile çıkmayan tek şey aşkmış… Bu arada sinemanın teknolojik efektsiz, romantik günlerine sevgi ve hasretle selam gönderen filmi izlerken, William Wyler’ın 53 tarihli klasiği ‘Roman Holiday / Roma Tatili’ düşüyor aklına insanın. Film, kalbe iyi geliyor yani.
BEYNELMİLEL
Herkesin şarkısı…
12 Eylül’ün karanlık günlerinde Adıyaman’da geçen bir öykü ‘Beynelmilel’. Sıkıyönetim şartlarında gündelik hayatlarını sürdürmeye ve geçinmeye çalışan insanlar. Baskılar altında yeşeren umutlar, aşklar, ekmek çabası… Bu denli iyi bir hikâye, nedense yeteri kadar güçlü geçmiyor beyazperdeden izleyiciye. Finaldeki kargaşa sahnesi, ne iyi çekilebilirdi oysa… Biraz fazla kör gözün parmağına her şey. Fazla zorlanmış ve karikatür, slogan, plastik kalmış önemli ayrıntılar. İnsan çok iyi sürüp gitsin istiyor her şey. Çünkü bütün bir toprağın, ülkenin öyküsü anlatılan. Ortak acıların, neşelerin, aşkların… Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez’in birlikte yönettikleri filmin senaryosu yine Sırrı Süreyya Önder imzası taşıyor. Cezmi Baskın ve Özgü Namal’ın oyunculukları filmin lokomotifi. İkisi de çok iyiler. Bir de Dilber Ay tabii. Minik rolünde olabildiğince sıcak ve gerçek Dilber Ay... Umut Kurt, Bahri Beyat, Nazmi Kırık ve Meral Okay, başarılı oyuncu kadrosunun diğer isimlerini oluşturuyor. ‘Enternasyonel’in Arapça anlamı filme ismini veren. Halk arasında kullanılan tabiriyle, ‘bütün dünyaya ait’ bir şey. Bütün halkların, ezilmişlerin, işçilerin, sevdalıların ortak şarkısı, kavgası, ortak düşü, ortak aşkı. Bir parça duygulandırıyor ama ağlatmıyor film. Oysaki…
HIRSIZ
Farklı hırsızlıklar
‘Hırsız / Breaking and Entering’, 1996 tarihli ‘The English Patient / İngiliz Hasta’ ile ‘En İyi Yönetmen’ Oscar’ını kazanmış Anthony Minghella’nın en iyi filmi bence. Hüzünlü ve gerçekçi dramda, günümüz Londra’sına bakıyor yönetmen. Avrupa’nın en hızlı gelişen kentsel gelişim projesi olarak kabul edilen Londra’nın King’s Cross semtinde meydana gelen bir hırsızlıkla açılır film. Peyzaj mimarlığı şirketini soyanlar iki Bosna göçmeni gençtir. Londra’nın her geçen gün değişen sosyal yapısını fon alan incelikli ve etkileyici dram, birçok toplumsal soruna parmak basıyor. Göçmenlik, global yalanlar, ekonomik değişim, şehirde artan suç oranı, çaresizlik, sınıf farklarına ve bireysel trajedilere sırtını yaslayan zeki bir senaryoda bir araya gelmiş. Bireysel acıların toplumsal yaralara dönüşümü (ya da tam tersi), içine ince bir romantizm katılarak anlatılıyor. Jude Law bu kez ‘çok yakışıklı’ imajını, çok iyi bir performansla ikinci plana itiyor. Filmin kadınları Juliette Binoche ve Robin Wright Penn, zaten bir harika. İlk rolünü oynayan genç Rafi Gavron’a özellikle dikkat. Adını çok duyacağız. Minghella Amerikan tarihine de değinen ve ülkesi dışında anlattığı öykülerden çok daha başarılı bu kez. Londra’da geçen leziz öyküye her bakımdan egemen İngiliz yönetmen soruyor; ‘Sizi uyutmayan sadece bahçenizdeki tilki mi?’
TUTKU OYUNLARI
Mutsuzluğu İnkâr
Vizyona ‘Tutku Oyunları’ adı ile giren aktör-yönetmen-senarist Todd Field’ın ikinci uzun metrajlı filmi ‘Little Children’, Oscar’lara göz kırpan bir dram. Oscar’ların ısınma turu Altın Küre’ye ‘En İyi Film’ dahil üç dalda aday gösterilen yapım, ‘yeni dünyanın’ banliyölerindeki bunaltıcı, kasvetli yaşamı ve insan ilişkilerini öykülüyor. Tom Perrotta’nın aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan film, kitaba sadık kalmamış. Todd Field, bizzat kitabın yazarıyla birlikte öyküyü ve karakterleri yeniden kurgulamış. Filmin ilk yarısı bittiğinde izlediklerinize hayran kalıyorsunuz. İkinci yarı hayranlık azalıyor, yerini soru işaretlerine, ve biraz sıkıntıya bırakıyor. Filmleri asla iki yarı ile değerlendirmeyen ve böyle bir şeyi reddeden bir eleştirmenim; ama bu kez… Yönetmenin kafası karışmış, ne işlediğini bilmez duruma gelmiş diye düşünüyor insan film bitince. Filmde ciddi bir tartım sorunu var. Matematik bir hata. Söylem, bakış değişiyor. Eleştirel hava, muhafazakâr bir söyleme dönüşüyor. Bazı karakterler yama gibi kalıyor öyküde. Örneğin Sarah’ın (Kate Winslet) kocası Richard fazla yüzeysel ele alınıyor. Banliyölerdeki insanlar, özellikle ev kadınları çok karikatür. Kapitalizmin yabancılaşma efekti de fazla vurgulanmış. Oyun parkları, belediye havuzları, boğucu ortam başarılı. Mutsuzluklarını inkâr eden küçük insanlar. Yalancı mutluluklar arıyorlar. Herkes hasta ve arızalı. Banliyönün sapığı, aralarındaki en dürüst insan belki de… Film, kahramanların mutsuzluklarını kabul etmeleri ve kurtulmaları ile sonuçlanıyor. Birer şok yaşayarak kurtuluyorlar ve kendi küçük dünyalarına yeniden sahip çıkarak yara sarmaya çalışıyorlar. Ellerindekiyle mutlu olmalılar çünkü… Mutsuzum de, bir şok yaşa, kurtul ve mutlu ol, hepsi bu. Sam Mendes’in ‘American Beauty / Amerikan Güzeli’, Todd Solondz’un ‘Happiness / Mutluluk’ ve John Curran’ın ‘We Don’t Live Here Anymore / Aşk Artık Burada Oturmuyor’ adlı filmleriyle çok yakın akraba film. Ama onlar kadar başarılı değil. Ayrıca yönetmen Todd Field, ilk filmi ‘In the Bedroom’da ne yaptığını daha iyi biliyordu ve film gerçekten yaralıyordu izleyiciyi. Bu kez tribünlere ve akademi üyelerine oynamış yönetmen. Etkileyicilik sadece bazı bölümlerle sınırlı.
Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Şubat 2008
KELEBEK VE DALGIÇ
‘Vücudum köle olsa da düşüncelerim özgürdür’
Sopheclus
Ünlü moda dergisi Elle’in editörü Jean-Dominique Bauby, ‘hızlı’ bir hayatın tam ortasında, en beklenmedik yerinde yani, bir beyin kanaması geçirir. Kaldırıldığı hastanede, vücut fonksiyonlarını yitirdiği anlaşılan şanssız adamın felçli vücudunda sadece sol gözünü hareket ettirebildiği fark edilir. Bir bitki gibi donuk, sessiz ve hareketsiz kalan adamın, tek iletişim organı gözüdür. Tabii, hayattan kopmamasını, çektiği sıkıntılar içinde hayaller kurup duyumsamasını ve tek gözünü kullanarak, onun için geliştirilen özel bir yöntemle bir kitap yazmasını sağlayan beynini saymazsak… ‘Basquiat’ (1996) ve ‘Before Night Falls’ (2000) filmleriyle tanıdığımız yönetmen, ressam ve heykeltraş Julian Schnabel’in, Bauby’nin sol gözüyle yazdığı romanından beyazperdeye uyarladığı otobiyografik dram, gerçek bir ‘yüksek sanat eseri’. Vücudu değil ama hayal gücü özgür bir adamın, ölüm ve hayat senfonisi, Schnabel’in bakışıyla bir şiire dönüşmüş. Bir aşk, sevgi, baba-oğul, dostluk, pişmanlık, acı, azim, hesaplaşma öyküsü anlatılan. Bir hayat öyküsü; belki de bir ölüm… Çocuklarının annesinin yanında, sevgilisine, sol gözünü kullanarak kadının ağzından; ‘her gün seni bekledim’ diyebilen bir adam. Bu kadar özgür ve bu kadar dürüst olabilmek… Sona geldiğin anda özgürleşebilmek… Kelebek özgürlüğünü ve dalgıç giysisinin içindeki hareketsiz hapisliği aynı vücutta yaşamak… Bir babanın, bir oğlun, bir çocuğun, bir kadının, bir sevgilinin, bir dostun, o garip ve ancak yaşarken anlaşılabilecek ‘o çaresiz son’ hissi karşısında duyumsadıkları. Karşısındaki kadına dokunamadan onu gözleriyle soyan ve dokunan bir erkeğin çaresizliği belki de yaşam… Günbegün eriyen, yok olan bir buz dağının belki de yeniden varolması… İnsan denen varlığın hayatına içli bir ağıt. Karizmatik aktör Mathieu Amalric’in az rastlanır performansı, usta görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’nin adeta ‘bir sol göz’ haline gelen kamerası, kullandığı özel lensler, benzersiz açılar, renk skalası, Schnabel’in duyarlı anlatımı, müzik-şarkı seçimi (klasik bir fenomen; Charles Trenet’den ‘La Mer’ ve Tom Waits’in tarifi zor sesinden ‘All The World is Green’, filme artı değer katıyor) ve bir sinemacıda olması gereken entelektüel birikim. İstismar tuzağına düşmeden o çaresizliği, ‘yaşanan, gerçek durumun vahametini’ ve en büyük hazine olan özgürlüğü perdeden izleyiciye bu denli etkili yansıtmak… Yaşamak, bir bedende hapis kalmanın ötesinde bir şey. Zaman kavramının dışında bir özgürlük hissi hayat.
AMERİKAN GANGSTERİ
‘Önce ekmekler bozuldu sonra her şey…’
Oktay Akbal
Ridley Scott, zanaat ve sanatın örnek bir kombinasyonudur. Sinemanın usta isimlerinden olan Scott, ‘Amerikan Gangsteri’nde yine gerçek bir şov yapmış. ‘Alien’ dan ‘Blade Runner’a, ‘Thelma & Louise’den ‘Gladiator’e uzanan ışıltılı meslek hayatında çok önemli bir iş daha gerçekleştirmiş büyük usta. Başrollerini Denzel Washington ve Russell Crowe’un paylaştıkları dramatik suç filmi, 70’lerin Amerika’sını fon alarak sinemada öykü anlatımının en önemli örneklerinden birisi haline gelmiş. Tabii bunda, bir başka usta isim, Oscar’lı senarist Steven Zaillian’ın da büyük katkısı var. Zaillian, New York Times’da yayınlanan ‘The Return of Superfly’ adlı makaleden yola çıkarak yazmış senaryosunu. Amerikan Gangsteri; gerçek bir olayı, yaşamış gerçek kişilikleri taşımış perdeye. 60’ların sonunda, Harlem mafyasının lideri eski tarz gangster Bumps’ın, ‘Elindeki bıçağı sokacak bir kalp bulamıyorsun’ diye tanımladığı bir dönemde açılıyor film. Ve ortada bırakın kalbi; hiçbir insani ipucunun kalmadığı (ki bunu finaldeki o tek plandan anlıyoruz) bir dönemde sona eriyor. Aradaki süreçte, 70’lerde geçiyor öykü. Amerika, Vietnam’da batağa saplanmış. Askerler, uyuşturucunun pençesinde. Halk, bir yandan mikrodalga fırınlarla ve Japon malı elektronik aletlerle tanışırken sosyal, moral ve etik durumu gittikçe bozulan alt-orta sınıf, Amerikan rüyasını suç ve uyuşturucu ile başka bir boyuta taşıyor. Patronundan çok şey öğrenmiş Frank Lucas’da (Washington); değişen zamanın gereğini yapıyor; Güney Doğu Asya’dan, savaşın sürdüğü Vietnam’dan ordu mensuplarını kullanarak getirttiği saf eroini; sokaklara piyasanın yarı fiyatına sürüyor. Kısa sürede şehrin en önemli suç baronu haline geliyor. Ama geleneğine sahip biri o. Attığı her adıma öylesine dikkat ediyor ki; polis dahil kimsenin dikkatini çekmeden suç piramidinin en üstüne çıkıyor. Polis teşkilatının belki de en dürüst ve namuslu elemanı olan Richie Roberts (Crowe) ise, -ki teşkilat bozulma ve çürümüşlüğün simgesi haline gelmiş durumda- gittikçe büyüyen ve toplumsal tehlike sınırının çok üstüne çıkan uyuşturucuyla savaşla görevlendirilen bir dedektif. Özel hayatındaki sorunlarına bir de, New York’u temizlemek eklenince, her şeyi kuralına göre oynayan ve işlerinde çok iyi olan bu iki adam, Frank ve Richie, karşı karşıya geliyorlar... Zaillian’ın içi dopdolu metnini, dönemin en ufak ayrıntısını atlamayan yapım tasarımını, kusursuz sanat yönetimini, Harris Savides’in atmosferi beyninize kazıyan görüntülerini ve Pietro Scalia’nın usta işi kurgusunu yanına alan Ridley Scott, iki mükemmel oyuncusunun yanı sıra, kadroyu oluşturan bütün isimlerin yerli yerinde oyunuyla çok çok iyi bir film çekmiş. James Brolin’in 1968 doğumlu oğlu Josh Brolin, kirli polis rolünde; Washington ve Crowe’dan rol çalıyor. ‘Scarface’, ‘The Untouchables’ , ‘Goodfellas’, ‘Serpico’ ve filmde özellikle ‘adı ve kahramanlarıyla’ anılan ‘The French Connection’a saygılarını sunmayı ihmal etmemiş Ridley Scott. Geleneksel bakıştan beslenen ama işin içine çok ‘sağlam’ yenilikler ekleyen doğru ve nefis bir film ‘Amerikan Gangsteri’.
BENİM AŞK PASTAM
‘Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, siz yoktunuz.’
Özdemir Asaf
Yedinci sanatın en önemli yaratıcılarından biri, Wong Kar Wai’nin bu yıl Cannes’de ‘Altın Palmiye’ için yarışan filmi, Çinli ustanın, ana dili dışında çektiği ilk filmi. Çok sevdiği evinden, Hong Kong’dan epey uzakta, Amerika’da İngilizce olarak çektiği filmin öyküsü de kendisine ait. Usta yönetmen büyülü ve unutulmaz filmi ‘Aşk Zamanı / In the Mood for Love’ın ardından yine bir romantizm bombardımanına imza atmış. Başrollerini Norah Jones, Jude Law, Rachel Weisz, Natali Portman ve David Strathairn gibi ünlü isimlerin paylaştığı film, Ahmet Ertegün’ün müzik dünyasına kazandırdığı ünlü şarkıcı ve müzisyen Norah Jones’un ilk oyunculuk deneyimi. Şaşırtıcı olan, Wong Kar Wai’nin, Jones’u kırk yıllık, ödüllü bir aktris gibi kullanması. Belki de; aktrisin doğal yeteneği. Film, merkeze aynı kişiyi alan üç farklı hikâye anlatıyor. Farklı acılarla dokunmuş üç öykü… Aşk, sevgi, yoksunluk, güven, tutku, bırakıp gitmek ve en önemlisi kendini tanımak üzerine oldukça romantik bir film ‘Benim Aşk Pastam / My Blueberry Nights’. Aşk acısı, bırakmak, aşk için çıkılan bir yolculuk. Kendini bulmak için. Belki de iyice kaybolmak için… Lezzeti görünümünden belli ‘yabanmersinli bir turta’dır bazen aşk. İnsandan geriye pek bir şey kalmaz. Anahtarlar dışında… Bazen bir şapka, panoya raptiyelenmiş bir hesap pusulası, oturduğu koltuğun sıcaklığı… Bir şey söyleyecekken, takılıp kalmak, onu bir türlü söyleyememektir aşk. Anlatamamak, doğru kelimeyi bulamamaktan korkmak… Hep üzeriz aşkı ve sevgiyi… Kolay değildir; olması gereken gibi değildir hayat. Yaşarken unuturuz değerini o en önemli şeyin. Bizi nasıl sevdiğini, bizim sevdiğimizi, ilk karşılaştığınız yeri mesela… Ne anlama geldiğini bizim için… “Aşk Zamanı”nın hayranları için bir de sürpriz var filmde. Wong Kar Wai, ‘Aşk Zamanı’nın akıldan çıkması zor, o büyülü tema müziğini, farklı bir düzenlemeyle, bir mızıka eşliğinde yeniden kullanmış. Yönetmenin sevdiği planlar, renkler, yarattığı kırılgan ve romantik atmosfer, yabancı, başka bir kıtanın sokaklarında, dükkânlarında, insanlarında aynen sürüyor. Darius Khondji; meslektaşı Christopher Doyle’a nazire yaparcasına zarafet yüklü görüntüleriyle değer katıyor bu romantik şiire. Özdemir Asaf’ın dizeleri, yazının başlığını süslemişti. Ustadan devam edelim; ‘biri gelir sorarsa, sana beni sorarsa, gitti der misin, gittiğimi söyler misin, gidiyorum ben sana, benimle gider misin?’. Günbatımlarını anahtarlara tercih eden aşıklar’ filmi mutlaka izlesinler…
MURAT ERŞAHİN