05 OCAK 2018
Yeni yılın ilk haftası, biri yerli toplam dört filmle merhaba diyor sezona! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini yeni yılda da sakın ha bırakmayın. İyi seyirler herkese.
ARİF V 216
-Başka türlü bir şey-
Cem Yılmaz’ın senaryosunu yazıp başrolü üstlendiği yeni filmi ‘Arif v 216’nın yönetmen koltuğunda Kıvanç Baruönü oturuyor. ‘G.O.R.A.’ filmiyle tanıdığımız iyi yürekli, uyanık ve iş bilir esnaf Arif ile Robot 216, dünyada bir araya geliyorlar yeniden. Arif, sevdiği uzaylı arkadaşları ve ailesinden uzakta, ‘dünyevi’ işlerle ilgiliyken, eskimeyen dost 216 dünyaya gelir. Robotluktan fena halde sıkıldığını, ‘insan’ olmak istediğini söyler Arif’e. İki kafadarın zaman makinesiyle 1960’lı yılların naif günlerine seyahati ve hesapta olmayan macera, böylelikle başlamış olur.
Cem Yılmaz ile Ozan Güven’e eşlik eden isimler, Seda Bakan, Zafer Algöz, Özkan Uğur, Çağlar Çorumlu ve Özgür Emre Yıldırım. Mert Fırat, Özge Özberk ve Farah Zeynep Abdullah, konuk oyuncu olarak renk katıyorlar kadroya. Son derece titiz ve emek yoğun yapım tasarımı, epey çalışılmış sanat yönetimiyle desteklenmiş. Bütçesi yüksek, temiz çekilmiş film, 60’lı yılların Türkiye’sinin naif hesapsızlığını, Yeşilçam ve dönemin eğlence dünyasının efsane figürlerine saygıyı, iyilik, namus, temizlik gibi önemli hasletleri barındırıyor öyküsünde. Sanat güneşi Zeki Müren, Sadri Alışık, Ayhan Işık, Filiz Akın, Ajda Pekkan, Cüneyt Arkın, hep dönemin önemli yıldızları olarak resmigeçit yapıyorlar perdeden. Özellikle Zeki Müren, senaryoda önemli bir yere sahip. İyi, güzel… Fakat bu noktada önemle üzerinde durmamız gereken bir şey var; o da ‘sinema’! Bir sinemasal bütünlükten söz etmek hayli güç. Ardı sıra dizilmiş ve eklenmiş bir skeç mantığı var yine perdede, neredeyse son yıllarda bir çok popüler yerli filmde rastladığımız üzere. Temiz çekilmiş video klip veya eli ayağı düzgün bir skeç değil ki beklenti; salon kararıp, beyazperdeye film yansıdığı an!
Cem Yılmaz’ı şahsen, Leman dergisine karikatür çizdiği, Leman Kültür öncesi eş, dost, arasında gerçekleştirdiği ilk stand-up’larından itibaren izleyen, onun keskin, hazır cevap zekasını, mizah gücünü bilen biri olarak, ‘sinema’ alanında da ‘hakiki filmler’ bekliyordum kendisinden. (Bir ümit, halen de bekliyorum!) Beklediğim tabii ki Bresson’un ‘Rastgele Balthazar’ı, Bergman’ın ‘Persona’sı, Sokurov’un ‘Faust’u değildi! Arthouse değildi yani. Sadece, ‘eli ayağı düzgün, emek yoğun, temiz çekilmiş popüler bir örnek’ten fazlasıydı! 2006’da Ali Taner Baltacı ile birlikte yönettikleri ‘Hokkabaz’, temeli sağlam atılmış, kendine has, nefesi ve sözü olan bir filmdi. ‘Hah dedim’ içimden, Cem Yılmaz, sinemada da kendine has bir nefes oluşturacak, imza sahibi olacağı filmler, hüzünlü kara komediler yapacak gelecekte! Fakat olmadı. Beklediğim tabi ki bir Capra klasiği değildi ama ‘G.O.R.A.’, ‘A.R.O.G.’, ‘Yahşi Batı’, ‘Pek Yakında’, ‘Ali Baba ve 7 Cüceler’de değildi! Fakat bu ‘olamamada’ tek suç Cem Yılmaz’ın mıydı? Hayır tabii ki! Toplumun beğeni düzeyinindi. Entelektüel birikim, eğitim, derinlik; Cem Yılmaz’dan hep ‘öteki’ türlü, ‘kolay tüketilen’ işler bekliyordu. İzle-geç filmler. ‘Ne kadar zeki espri bu’ denilen orta iki eğlenceleri, vb… Geçip gitti yıllar ve Cem Yılmaz, kolay olanı seçti mecburen! Karşılığını da aldı. Hobisi olan araba koleksiyonunu geliştirdi. ‘Reytingi yüksek, ’tutan’ işlere devam etti. Haklıydı da. Memleketin kelli felli kalemleri, eleştirmenleri de alkış tutuyordu kendisine! Çünkü ters düşmek, olan bitenle uzlaşmamak olmazdı. Satmazdı yani! Kızılır, dışlanırdınız… Sistem şahane biçimde işliyor, vasat olanın yıldızı günden güne parlıyordu. ‘Ustalık dönemi’ eseri dendi, son filmine örneğin. Daha yeni izlediğim filme! ‘İyi insanlığa, kaybettiğimiz asil değerlere’ vurgu yaptığı söylendi. İnsanlar, sosyal medya havuzunda, sanki kâr ve zarara ortaklarmış gibi ‘filmin gönüllerinden geçen gişeyi yakalamasını’ temenni ettiler. ‘Sinemayı çok seven’ bir adamın göndermelerle dolu öyküsüne bayıldıklarını söylediler! Cem Yılmaz’a zarar verdiklerini bir an bile düşünmeden üstelik… Eleştirmenliğin, izleyici olmaktan ‘farklı’ bir yanı olduğunu düşünmeyen insanlar methiyeler düzerken filme, asla düşünmüyorlardı Cem Yılmaz’ı, ülke sinemasını ve genel kültürel seviyeyi!
Uzun zamandır, epey uzun süredir düşünüyorum; çok yakın bir dostumla, değerli bulduğum eleştirmen bir arkadaşımla da paylaşıyoruz bu fikri. Cem Yılmaz, eğlence ve şov dünyasının, mizah evreninin önemli bir unsuru gerçekten. Sinema alanında yoluna yapımcı olarak devam etse ne kadar önemli bir işe imza atacak, hiç düşündünüz mü? Memlekette, yerli sinemamızda, imkan, olanak, yani para ve yapım desteği bulamayan o denli yetenekli genç sinemacı var ki. Tutsun birinin veya birkaçının elinden, tutamaz mı? Kolaylıkla tutar. Para versin, imkan sağlasın, yapım desteği versin ve adını yapımcı olarak sonuna dek duyursun beyazperdede. O denli önemli ki sinemamızda bu mesele! Cem Yılmaz’a çok yakışacağına ve onun da perspektifini, sinema macerasını başka bir yere taşıyacağına eminim bunun! Ama bir önemi yok benim düşüncelerimin. Ben kimim ki? Hiçbir yere bağlı olmayan, bağımsız, federe, yevmiyeli, yani günlükçü bir eleştirmen, yedinci sanatın varlığına inanan, ödün vermez bir sinema yazarı! Sansasyonsuz, sakin hayatımda, ikinci hatta üçüncü planda kalmaya azami gayret eden ve bundan büyük keyif alan biriyim. ‘Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta’ sonuçta! Sadece kısa bir film eleştirisi olarak başlayıp, umut dolu olduğum ve potansiyeline halen inandığım birine dair fikirlerimi paylaştığım bir yazı sonuçta. Neyse, boş verin bütün bunları; siz gülmeye, iyi vakit geçirmeye devam edin. Filmin notuna gelince: (2,5 / 5)
İNGİLTERE BENİM
-Morrissey olurken…-
Müzikte yeni ufuklar açan alternatif rock grubu The Smiths’in ünlü sesi Steven Patrick Morrissey adlı ‘gencin!’, tamamen ‘içerden’ portresi. Morrissey’in 70’li yılların başında Manchester’da geçen ilk gençliği ve adım adım The Smiths’in oluşması yolunda atılan adımlar…
Ödüllü kısa filmleriyle tanınan Mark Gill’in ilk uzun metraj yönetmenliği, usta müzisyeni, son derece sıradan bir insan olarak tamamen bir röntgen gerçekliğinde ele alıp, bir gencin, özgün bir sanatçı olma yolunda çektiği acıları, hayata bakışını ve onunla yoğrulmasını, gayet samimi, oldukça ‘içerden’ ve bazı anlar son derece stilize biçimde yansıtıyor perdeye. Morrissey’in arşınladığı yağmurlu, kasvetli, gri Manchester sokakları, esinlendiği müzikler ve şarkıcılar, hep ilgilendiği edebiyat, insanlar, yakın çevresi özellikle annesi ile olan ilişkisi ve en önemlisi, 70’lerin ada atmosferi.
Thatcher Britanya’sında işçi sınıfı için umutsuz, sıkıntılı günler. İsyanlar, işsizlik, çıkışsızlık hissi, çalkantılı günler ve küçük bir odada kurulan büyük hayaller! Okunan kitaplar, yazılan ve çöpe atılan satırlar, hep o ‘ilk’ adımı atabilmek için… Rastlantılar, hayal kırıklıkları, fırsatlar ve yaşamın üşüten gerçek yüzü. Morrissey’i canlandıran Jack Lowden oldukça hakiki. Jessica Brown Findlay ve Simone Kirby, biyografik dramın öne çıkan diğer isimleri. Tecrübeli görüntü yönetmeni Nicholas D. Knowland’ın birinci sınıf kamerası, depresif hissiyatın ruhunu yansıtmış. Hayran olunan bir müzisyenin ‘yetişme ve olma’ sürecine tanıklık etmek için enfes bir fırsat doğrusu. Ölüm, hayat, başlangıç, varoluş sancısı, yapabilme, güven, yetenek ve bilinç üzerine, toplumsal ve hayata dair güçlü değiniler içeren sahici filmi ıskalamayın! (4 / 5)
ÖLÜM ODASI
-Bankadaki Hayalet!-
Hep operada ve köhne evlerde yaşamaz hayaletler! Bu kez, bir bankada konuşlanmış! ‘Para’ meraklısı hayaletli suç öyküsü, sıradan bir korku-gerilim olarak yansıyor perdeye. İki kız kardeş, ağabeylerine yardım etmek amacıyla bir banka soygununa girişirler fakat içinde oldukları, bildik, sıradan bir banka değildir!
Dan Bush’un yönettiği filmin başrolünde, şaşırtıcı bir isim var: Günümüzün son derece yetenekli aktör-yönetmeni James Franco! Franco’nun varlığı, orijinal adıyla ‘The Vault’u kurtarmaya yetmemiş fakat. Taryn Manning, Jeff Gum, Scott Haze, Clifton Collins Jr. ve dev sinemacı Clint Eastwood’un kızı Francesca Eastwood, oyuncu kadrosunu oluşturan diğer isimler.
Örneklerine sıkça rastladığımız korku-gerilim unsurlarına, ‘başka’ bir atmosferde ve ‘düzlemde’ yaklaşmak gayretindeki yapım, çabasına karşılık bulamıyor maalesef. James Franco’nun varlığı bir an şaşırtıp, ilgiyi artırsa da, sarkan öykü içinde kaybolup gidiyor bu önemli ayrıntı veya hamle! Yine de korku-gerilim olsun da ne olursa olsun diyen ve beyazperdede ‘gizem’i seven izleyici için ilginç anlar vaat edebilir film. (2 / 5)
Çin yapımı animasyon ‘Bobby the Hedgehog / Bobby: Dikenlerin Gücü Adına!’ haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenisi. Tekrar iyi seyirler herkese! MURAT ERŞAHİN