05 HAZİRAN 2020
Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. Evde yeni bir hafta daha… Bu belirsiz süreçte, bizler evlerimizde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri, farklı sektörlerde üretmeye devam eden emekçilere, çarkları terleriyle döndürenlere ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.
Bu hafta, yani 5 Haziran 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı! Madem Haziran ayındayız; siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Haziran sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2007 ve 2008 yıllarının Haziran ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Haziran’ında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!
Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2007)
ÖRÜMCEK-ADAM 3
Herkesin bir kahramanı var!
Marvel’in süper kahramanlarından Örümcek Adam’ın yine Sam Raimi yönetiminde beyazperdeye yansıyan üçüncü macerası, üçlemenin en iyi halkası olarak pırıl pırıl parlıyor. Bu kez Örümcek Adam, en büyük düşmanıyla, içindeki karanlık tarafla mücadele ediyor. İlk filmdeki ana tema olan sorumluluk, ikinci filmde fedakârlık, kader ve seçime dönüşüyordu. Bu kez ortada bir savaş var. Hem de en çetin savaş. Doğruyu seçmeyi sağlayan o en zor sınav. ‘Her savaş, önceki bütün savaşları içerir’ der Elias Canetti, ‘İnsanın Sılası’ adlı kitabında. ‘Örümcek Adam 3’, tarihe düşen bu önemli nota ‘cuk oturan’ bir film. Peter Parker, bu kez yeni düşmanlarla da karşılaşıyor. Venom’la, Kum Adam’la ve yeni Goblin olan eski dostu Harry Osborn ile… En zorlu savaşı da, Mary Jane’e olan aşkını sınamak yolunda güzel Gwen Stacy ile veriyor. İşin aslı, filmin bütün kahramanları aynı savaşın içinde. İlk andan finale dek düşmeyen bir tempo içinde, egolar, intikam duygusu ve aşk sınanıyor. Karanlık bir macera, bilimkurgu ve gerilimin önemli örneklerinden birine dönüşüyor. Acılar, öfkeler, sevgiler ve vicdanın o yüksek sesi. Peter Parker’ın May halası, üçüncü filmde önemli bir yere sahip. Öykünün içinde ara sıra belirmesinin sebebi var. May hala, Peter’ın vicdanının sesi çünkü. Doğru olanı seçmesi yolunda içsel bir dürtü o.
Filmin hemen her anına yedirilen romantizm, koyu karanlığa bir tan saati ışıltısı sağlıyor. Tanıdık karakterler yanında, büyük pişmanlık ve acılarla yaşayan Flint Marko, yani ‘Kum Adam’ rolünde Thomas Haden Church çok iyi. Güç peşinde koşan ölesiye hırslı Eddie Brock, Venom’a dönüşürken, Topher Grace’e hayran olmamak mümkün değil. Bryce Dallas Howard, Peter’a aşk testi yapan güzeller güzeli Gwen Stacy rolüne çok yakışmış. Örümcek Adam, ‘insan yanı’ öne çıkarılmış süper bir kahraman. Onu ve Marvel’in diğer süperlerini sevsem de, benim gerçek süper kahramanlarım Mike Leigh’nin filmlerinde yaşayanlar. Örneğin Vera Drake. Yahutta ‘Çıplak / Naked’ filminin ‘Johnny’si David Thewlis. ‘All or Nothing /Ya Hep Ya Hiç’in kahraman taksi şoförü Phil’i (Timothy Spall) unutmamak lazım tabii… Aslındagerçek kahramanlar tutunamamış olup da yenilen, yenileceğini bile bile tekrar deneyen sokaktaki sıradan insanlar.
MR. BEAN TATİLDE
Sevimli bir yalnızlık
Ünlü İngiliz Mr. Bean, on yıl aradan sonra yeniden beyazperdede. Bu sefer tatile çıkıyor Mr. Bean. Katıldığı çekilişi kazanıyor ve Londra’nın kasvetli havasını geride bırakarak, güney Fransa sahillerine, Cannes plajlarına uzanan yolculuğuna başlıyor. Gerisi, tanıdık Mr. Bean durumları. Aksilikler, sakarlıklar, hatalar, yanlış anlamalar, felaketler ve mucizeler… Olabildiğine insanca ama. Mr Bean, her haliyle gerçek bir insan. Koskocaman, sevgi dolu kalbi, bazı anlar içine girdiği berbat durumlardan hınzırlık yaparak kurtulmasına mani değil tabii. Olay yerini aniden terk edip tehlikeyi bertaraf edişi yok mu… Usta Fransız sinemacı Jacques Tati’nin ‘Monsieur Hulot’sundan ilham almış bir karakter Mr. Bean. Hulot’nun adalı hali. Bu film de, 1953 yapımı ‘Les Vacances de Monsieur Hulot’nun ikiz kardeşi. (Hulot ve Jacques Tati ile tanışmamış sinemaseverler bir şekilde bu gecikmiş yakınlığı kurmalılar). Film, Charlie Chaplin’e de saygılarını sunmayı ihmal etmiyor tabii. 1921 tarihli Chaplin filmi ‘The Kid’, Mr. Bean’in bu macerasını çok desteklemiş. Mr. Bean’in yaratıcılarından İngiliz aktör Rowan Atkinson, çok özel bir oyuncu. İngiliz tiyatrosu ve BBC geleneğinden gelen gerçek bir sahne sanatçısı. ‘Mr. Bean’, şu çılgın, küstah dünyanın ne kadar da dışında. Ne kadar uzak oluşlardan. Kendi küçük dünyasında alışkanlıklarıyla yaşayan özel bir adam. Sevgi ve umut dolu. Her zaman iyimser. Film, küçük ve mütevazı olmasına rağmen çok şey söylüyor. Artık dev bir market, pazar havasına girmiş Cannes Film Festivali’ne ve kimi art-house filmlere iğneler saplamaktan geri kalmıyor. Yürek ve yeteneği yüceltiyor. Elindeki küçük kamerasıyla, en içten, en sıcak filmi çekiyor çünkü Mr. Bean. Jean Rochefort, Karel Roden, Willem Defoe gibi uluslararası ustalar, minik rollerini çok sevmişler. Emma de Caunes filmi daha da ısıtıyor. Ama en önemli performans, 96 doğumlu Max Baldry’nin. Kamera karşısında bu kadar rahat ve iyi olmak… Mr. Bean, Charles Trenet’nin benzersiz şarkısı ‘La Mer’ eşliğinde veda ederken, tarifsiz hüzünleniyor insan, elde değil. Bütün gayesi denizi görmek isteyen biri o. Ayaklarını denize sokup neşe ile sallayan. Kalbi sevgiyle dolu, nevi şahsına münhasır yalnız bir adam. En hüzünlü nokta bu zaten. Onun o sevimli yalnızlığı.
İHANET
İhanet üzerine…
İhanet nedir? En ağır ihanet hangisidir? ‘Shattered Glass / Asılsız Haber’ adlı şık filmiyle tanıdığımız senarist-yönetmen Billy Ray’in ikinci uzun metrajı, bu önemli soruları, gerçek bir olayı beyazperdeye yansıtırken soruyor. Aynı ilk filmi gibi, yine yaşanmış bir olayı senaryolaştıran yetenekli sinemacı, bu kez ABD tarihinin en büyük casusluk öyküsüne değiniyor. 20 yıl boyunca istihbarat bilgilerini Sovyetler ve ardından Ruslara sızdıran Robert Hanssen’in öyküsü, olabildiğine insancıl bir dram. Güçlü inançları, zaafları, sapkınlıkları, şüpheciliği ve alışkanlıklarıyla yaşayan kıdemli FBI ajanı Robert Hanssen’i ‘Adaptation / TersYüz’ün Oscar’lı aktörü Chris Cooper canlandırıyor. Hanssen’in ülkesine ihanetini, ona ihanet ederek ortaya çıkarmaya çalışan genç ajan adayı rolünde ise her rolde oynayabilecek yetenek ve fiziğe sahip Ryan Phillippe var. Hanssen, 30’lardan 50’lerin sonuna dek ortalığı sarsan ‘The Andrew Sisters’ grubunun hayranı. Onların müziğini seviyor. O yılların Amerika’sını da… Belki de özlediği, o özel saflık. Ülkesinin ona ihanet ettiğini düşünüyor; değişimlerin, geçip giden zamanın. Ve o da ihanet ediyor. Genç ajana, ‘sen Andrew Sisters’ı bilmezsin’ diyor. Onu sürekli sınıyor ve aslında bir şekilde haklı çıkıyor. Hanssen’i yakalattıktan sonra ajanlığa veda edip avukatlık yapmaya karar veren genç ajan Eric, güven duygusunu yitirmeye, hep yalnız yaşamaya ve bir kedi beslemeye mahkûm etmiyor kendini. Hanssen’i son kez gördüğü asansörde, böylesine yalnız, ürkmüş ve bir yanı eksik bir adamın sığınabileceği tek şey olan inancı yüzünden, kendisi için dua etmesi isteğini, ‘ederim’ diye cevaplıyor genç ajan. Ve asansör kapkara kapanıyor. Buz gibi ihanetlerin soğuk rengi, Tak Fujimoto’nun kamerasıyla, seyirciyle arasına hesaplı bir mesafe de koyuyor. Yüzüyle oynayan Laura Linney, ‘pişman ajan’ rolünde yine çok iyi. Billy Ray, neyi nasıl anlatmak istediğini iyi biliyor. İzleyiciye ihanet etmiyor.
BENİM ADIM ELISABETH
Bazıları erken büyür
Tezer Özlü, ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’ adlı eserinde şöyle yazar: ‘Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… Gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… Evlerin pencere camları buharlaşmışsa… Odaların içine asılmış çamaşır görürsem… Bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep’. Jean-Pierre Améris’in, Anne Wiazemsky’nin romanından uyarladığı duygu dolu dram, bir büyüme, olgunlaşma ve özgürlük öyküsü. İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa kırsalında geçen bu zarif öykü, başından sonuna Tezer Özlü’nün nefis satırlarını ve romanını düşündürdü bana. Herkesin, ailesinin bile Betty diye seslendiği 10 yaşındaki kızın, ‘benim adım Elisabeth’ haykırışını duyduk filmin sonunda. Acılarla örselenmiş ruhların ve bedenlerin dünyasında yaşayan on yaşındaki kız, henüz sona ermiş çok acı bir dönemin etkileriyle başa çıkmaya çalışırken, kimliğini buluyordu. Babasının yönettiği akıl hastanesinden kaçıp, ona sığınan başka bir yalnız ruhla el ele, özgürlüğe kavuşuyordu küçük kız. Onun adı Elisabeth’ti artık. Masalsı atmosferin beslediği buz gibi gerçekliği ve güçlü sinemasıyla ‘Pan’ın Labirenti’ ve ‘Teneke Trampet’i hatırlatan film, her şeyiyle o denli insana aitti ki… Zaman, mekân, kişi farkı gözetmeden Tezer Özlü geldi aklıma. Onun, yaşadığımız dünyayı algılayışı. Sonra Elisabeth’in… Bazıları erken büyür.
SİNEMA DERGİSİ / HAZİRAN 2007
Sinemadan Çıkmış İnsan (Haziran 2008)
ÜÇ HAYDUT
Devrimci animasyon
75 dakikalık Alman yapımı animasyon, her şeyiyle çok önemli bir film. Sosyal içerikli, devrimci bir öykü anlatılan. Son derece gerçekçi bir masal. Büyüsünü kaybeden günümüzün dünyası için adeta bir yara bandı. Bütün değerlerin bozdurulduğu, her şeyin içinin boşaltıldığı, bütün önemli şeylerin önemsizleştirilip çürümeye bırakıldığı, sığ, yoz, hain günlerde yaşıyoruz. Alınıp satılıyor her şey. Çocuklara yalanlar söyleniyor, gözyaşları aktıkça savaşlar ve yıkım da artıyor. Sevgisiz, buz gibi, bencil, kötü bir dünyada nefes alıp veriyoruz. Umutlarımızı, düşlerimizi, en önemlisi masumiyetimizi yitirdik… ‘Üç Haydut’, anlattığı her şeyden öte, bize yeniden masumiyetimizi hatırlatıyor. Ünlü Fransız İllüstratör ve yazar Tomi Ungerer’in 1961 tarihli otuz sayfalık aynı adlı çocuk kitabı, Alman animasyon ustası Hayo Freitag tarafından beyazperdeye uyarlanmış. Evvel zaman içinde karanlık ormanlarda yaşayan üç haydut, onların hayatına giren minik Tiffany. Yetimhanedeki çocuklar, onları birer köle gibi çalıştıran hırslı, despot, kötü teyze, onun insanlıktan çıkmış işbirlikçi yardımcısı ve dünyanın hali… Sömürüyle ortaya çıkan kâr, zalim ve acımasız kapitalizm, sevgisizlik, adaletsizlik, yalnızlık, tatminsizlik ve yozlaşma. Küçücük yetimleri bir parça pancar küspesi karşılığı çalıştıran hırsız teyze karşısında etik değerleri savunan eski zaman adamı üç haydut, kaba saba koca adamların, geçmişin sindirilmiş, boyunları kırılmış, sevgisiz yetimlerinin yüreklerini ısıtan sevimli öksüz kız, karanlık ormanın gözleri baykuşlar, böcekler, salyangozlar, çiçekler, ağaçlar, gökyüzünde her şeye şahit olan bilge ‘aydede’… Mavi bulutları zehirleyen, bir fabrikaya dönüşmüş sevimsiz yetimhanenin kötü teyzenin elinden alınıp öksüzlere verilmesi, üç haydudun, yıllar sonra evlerine, yetimhaneye dönmesi… Zalimlerin emeğin teriyle kurdukları hükümdarlıklarının sona ermesi, çocuk gülüşleriyle dolan rengârenk boyalı eski yetimhane… ‘Üç Haydut’, sessiz sedasız bir devrim yapıp sona ererken, kocaman adamlar, dilimizde üç haydudun şarkısıyla çıktık salondan. Asla yitirmemeye çalıştığım masumiyetimin önünü ilikleyip, ümit ve coşkuyla Maçka’dan Beşiktaş’a doğru yürürken sözleri A. Kadir’e, müziği Ezginin Günlüğü’ne ait o nefis şarkıyı mırıldanırken buldum kendimi:
‘Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, bir iner bir çıkarım bu yokuşu.
Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, kazanırım çocuklarıma ekmek parası...’
VİZYONA BİR BAKIŞ
Farklı renkler, farklı sesler, farklı tonlar
‘Aleksandra’, ‘Özel Tim’, ‘Kırmızı Balonun Yolculuğu’, ‘Karamel’, ‘Tehlikeli Oyun’, ‘I’m Not There’, ‘Chiko’ ve ‘Funny Games’, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali programında yer aldıktan sonra vizyona giren filmler. Bu filmlerin bir bölümünden daha önce bahsetmiştim. Vizyona girmeleri sebebiyle yeniden kısaca değinmek istedim. ‘Chiko’, 1979 doğumlu genç yönetmen Özgür Yıldırım’ın ilk uzun metrajı. Almanya yapımı suç dramı, bir ilk film için şaşırtıcı derecede ustaca çekilmiş. Devamlılığı, kurgusu, öykülemedeki başarısı, filmin ‘gerçekliğini’ besliyor. Oyuncular da fevkalade. İtalyan ve Türk asıllı başrol oyuncusu Denis Moschitto’nun yanı sıra, Volkan Özcan ve Reyhan Şahin akılda kalıcı performanslar sergiliyorlar. ‘Yırtmak’ amacıyla içine çivileme atlanan suç dünyası, kurallar, ‘raconlar’, inanç, aile, sevgi, tutku ve sıkı bir dostluk. ‘Kayıp olmak’ ve kaybetmek… Kazanması asla mümkün olmayan küçük insanların hayata bakışı. Özgür Yıldırım’ı yakından izlemek gerek. ‘Karamel’, Lübnan yapımı sıcacık bir film. Yetenekli ve güzel oyuncu Nadine Labaki’nin ilk yönetmenlik denemesi, bombalar arasında acı dolu bir coğrafyada yaşayan insanların, özellikle kadınların iç dünyasına götürüyor izleyiciyi.
Beyrut’a bir güzelleme olarak adlandırılabilecek romantik komedi, oldukça hüzünlü, incelikli, insani bir film. Şeker, su ve limon suyu karışımından elde edilen ağda, acı tatlı yanlarıyla hayatı, bir kuaför salonu etrafında yaşananları simgeliyor. Aşk, dostluk, dayanışma, keder, erkekler, kadınlar ve nerede olursa olsun insana ait hemen her şey. ‘Kırmızı Balonun Yolculuğu’nun anlamı benim için büyük. 18. filmini ilk defa batıda ve kendi dilinin dışında Fransızca çeken usta yönetmen Hou Hsiao-Hsien, Albert Lamorisse’nin 1956 yapımı ‘Le Ballon Rouge / Kırmızı Balon’undan esinlenmiş. ‘Kırmızı Balon’, benim sinemada izlediğim ilk film. Yüreğimde büyük bir kıpırdanışa neden olan ve sinema aşkımın ilk ateşini yakan film, bir devrim anlamına geldi benim için hep. 34 dakikalık Altın Palmiyeli ve Oscar’lı kısa film, Pascal adındaki bir çocukla kırmızı bir balonun Paris sokaklarındaki dostluğunu anlatıyordu. Bu filmi izleyenler ve izlemeyenler olarak şimdi hayata farklı yerlerden baktığımız dost ve yakınlarımı düşünüyorum da… Hsiao-Hsien, işte kırmızı bir balonun şahitliğinde, Parisli bir annenin, küçük oğlunun, Tayvanlı bakıcı kızın, piyano akortçusunun, komşuların, bütün şehrin, belki de insanoğlunun öyküsünü taşımış perdeye. Bir röntgen filmi gerçekliğinde. Sadelik ve bilgelik kokan, içsel, özgün, hakiki, dürüst, çok özel bir eser bu. Bir okyanus kıyısında dikilip uçsuz bucaksız enginleri izlemek gibi. Kamerayı hayatın içine bırakıp koltuğuna yaslanmış yönetmen. ‘Ustalık ayrı bir şey’ diye düşündüren nadir filmlerden. ‘Funny Games / Ölümcül Oyunlar’, tuhaf…
Bir yönetmen, on yıl önce çektiği, üstelik ‘olmuş’ bir filmini, seneler sonra aynı şekilde plan plan neden yeniden çeker ki? ‘Amerikalılar ve İngilizce olarak çektiği için’ cevabı bana yeterli gelmiyor… Tek bir karesi değiştirilmeden çok daha geniş bir seyirciye ulaşma amacı, Michael Haneke için de bir anlam taşımıyor bence. Donanımlı, söyleyecek sözleri olan gerçek bir sanatçının bu çabasına anlam veremiyorum. Bence, ‘yenidünya’daki oluşların, Avrupa’da ki aynılığı söz konusu. Yabancılaşma, tüketim, izolasyon, insanlık halleri… Amerikalıların şiddete olan doyumsuz tutkusu, aynadaki tedirgin edici ifadeleri ve korku toplumunun içerden fethi, gerçek amaç değil bence. Filmdeki popüler yüzler Naomi Watts ve Tim Roth özelliksizler. Amerikalı ‘yumurtacılar’ Michael Pitt ve Brady Corbet ise anlam dolu…
‘I’m Not There / Beni Orada Arama’ sıra dışı, cesur bir yapım. Todd Haynes’in “Far From Heaven”dan sonra beş yıl bekleyip, uzun süre demlediği biyografik ve müzikal dram, yaşayan efsane Bob Dylan’ın hayatını ve dünyaya bakışını beyazperdeye taşıyor. Usta sanatçının farklı dönemleri, altı farklı oyuncuyla canlandırılmış. Yaş ve cinsiyet olarak birbirinden farklı isimler Bob Dylan’ın hayatını ve onu şekillendiren hemen her şeyi, apayrı detaylarla ortaya koymuşlar. Cate Blanchett, Heath Ledger, Christian Bale, Richard Gere, Ben Whishaw ve Carl Franklin filmde Bob Dylan’ı farklı isim ve kimliklerle canlandırıyorlar. Dylan’ın 1975’te çıkan ‘The Basement Tapes’ adlı albüm için kaydettiği ama albümde yer almamış aynı adlı şarkı (I’m Not There) vermiş filme adını. Bütün oyuncular iyi ama Dylan yorumuyla Oscar adayı olup Altın Küre kazanan Cate Blanchett büyülüyor. Bob Dylan’ı kendisi kılan, yaşadığı dönemin ayrıntıları…
‘Aleksandra’, Sovyetler Birliği’nden miras, yaşayan büyük ustalardan Aleksandr Sokurov’un mütevazı başyapıtı. Monokrom bir bakışla yaşlı bir nineyi, ordu kampındaki torunuyla buluşturan film, anlamsız, kirli bir savaşın eleştirisini olabildiğince insancıl biçimde yapıyor. İmkânsız oluşlardır bizi yok eden diyor. Hırs, kirlenmişlik, öfke, nefret ve insancıllığını yitirmiş bir dünyadır. Başka bir okumayla, eski rejime, kaybedilen bir anneye etrafındaki genç askerlere belli etmeden usulca dokunan bir komutanın trajedisi film. Yıkıntı içinde yaşanan umutsuz barış dilekleri… Bir daha bir araya gelmesi zor iki yaşlının, tren garındaki çarçabuk elvedası yaşadığımız günler…
‘Tehlikeli Oyun’, faşizmin nasıl bir illet olduğunu yeniden tespit ederken, toplumsal bir uyarı görevi de görüyor. 1977 tarihli ‘Özel Bir Gün / Una Giornata Particolare’ adlı ünlü filminde faşizmin röntgenini çeken usta İtalyan sinemacı Ettore Scola, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir röportajında manşete taşınan şu cümleyi söylemişti: ‘Her insan günde bir dakika olsun faşisttir.’ Dünya prömiyerini bağımsız sinemanın atar damarı Sundance’ta yapan Alman filmi ‘Tehlikeli Oyun’, faşizmin gündelik hayatın her köşesinde bulunduğunu, donmuş bir halde olsa bile, hayatın damarlarına karışmak için küçücük bir kıvılcım beklediğini ve içerdiği büyük tehlikeleri, bir oyun, tuhaf bir okul deneyi eşliğinde öykülüyor. Dennis Gansel’in yönettiği adeta şok edici dram, 1967 yılında ABD’de yaşanan bir okul deneyinden esinlenen bir roman uyarlaması. 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ‘Jüri Özel Ödülü’nü kazanan film, günümüz dünyası için, totaliter rejimlerin ve faşizmin yok edici tehlikelerini görmek anlamında gerçek bir ders, hakiki bir deney ve dostça bir uyarı niteliği de taşıyor.
‘Özel Tim’, Rio’nun gecekondu mahalleleri, ‘favela’larından yayılan suç dalgasını, tamamen içerden ve tamamen gerçek olarak beyazperdeye yansıtıyor. Polisin yozlaşması, burjuva tarafından da destek gören uyuşturucu akışı, akıl almaz şiddet ve bütün bunların arasında kendi yerine geçecek bir aday arayan özel birimde çalışan bir yüzbaşı… Varoluş sıkıntıları, ailevi problemleri, yaşadığı yere ve dünyaya ait pislikler… Bütün bunların arasında sağlıklı bir seçim yapmaya çalışan adamın ve belki de bütün bir halkın kaderi… Basit bir ‘seçim’ hikâyesi etrafında dönen geniş bir öykü. Büyük resim sahici olduğu kadar karanlık da… Costa Gavras başkanlığındaki Berlin jürisinin ‘Altın Ayı’yı uygun gördüğü film, faşizan ve alelade olduğu gerekçesiyle eleştirilmiş, sert eleştirilerden en büyük payı jüri almıştı. Ben, jürinin yanında yer alanlardanım. Her şeyden önce bir tespit filmi bu. Bir gerçeğin, her gün yaşanılan olayların ‘direkt’ anlatımı. Rengi, tavrı net ve doğru olan bir adam Gavras. Bu net fotoğraf, beni etkilediği gibi onu ve jüriyi de etkilemiş belli ki! Tavizsiz, gerçekçi, sert, yaranmak istemeyen, oynamayan, doğal ve etkili bir çalışma.
SİNEMA DERGİSİ / HAZİRAN 2008
MURAT ERŞAHİN