Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

04 ŞUBAT 2022

03 Şubat 2022 Perşembe 19:23
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!  
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık! 
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Modern Times / Asri Zamanlar
(Yönetmen: Charles Chaplin / 1936)

It’s a Wonderful Life / Şahane Hayat
(Yönetmen: Frank Capra / 1946)

A Place in the Sun / İnsanlık Suçu
(Yönetmen: George Stevens / 1951)

The Heiress / Miras
(Yönetmen: William Wyler / 1949)

Mildred Pierce / Ömre Bedel Kadın
(Yönetmen: Michael Curtiz / 1945)

 

Vizyonda bu hafta (4 Şubat 2022)

Üçü yabancı, üçü yerli yapım olmak üzere toplam altı yeni filme ev sahipliği yapıyor Şubat ayının ilk vizyon haftası!
Yaman Meksikalı yaratıcı Guillermo del Toro’nun on birinci uzun metraj kurmacası ‘Nightmare Alley / Kabus Sokağı’ ve Venedik’ten Altın Aslan’la dönen ‘L'événement / Kürtaj’, notlarımız arasında!


KÂBUS SOKAĞI

-Kötülüğün vadisinde ayakta kalmak-

William Lindsay Gresham’ın (1909-1962) 1946 yılında yayımlanan ‘Nightmare Valley’ adlı romanı ilk olarak 1947 yılında uyarlanmıştı perdeye. Edmound Goulding imzalı aynı adlı filmde başrolü Tyrone Power üstlenmiş, dönemin en önemli yıldızlarından biri olan ünlü aktöre Joan Blondell ve Coleen Gray eşlik etmişlerdi. Ülkemizde ‘Şarlatan’ adıyla gösterilen kara film türündeki yapım, yetmiş dört yıl aradan sonra yeniden beyazperdeye yansıdı. 
Meksikalı yaman auteur Guillermo del Toro’nun on birinci uzun metraj kurmacası Lindsay Gresham’ın aynı adlı kitabının yeni uyarlaması. Gerilimi yüksek suç dramı, Goulding’in 1947 tarihli filmine değil, orijinal kitaba bağlı kalan bir adaptasyon! Görünümü ve karizması ‘yerinde’ bir adam olan geçmişi karanlık Stanton Carlisle, yeni bir başlangıç yapıp kısa yoldan para kazanmak isteyen bir kasaba üçkağıtçısıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde küçük bir panayırda ‘işleri’ öğrenmeye başlar Stanton! Hırsı, kötücül tarafı ve doymak bilmez iştahı ile hep daha fazlasını isteyen bu ‘genç Amerikalı’, psişik güçleri olduğunu iddia ederek, panayırdan öğrendiklerini cahil cesaretiyle birleştirir ve manipülasyon yeteneğini de kullanarak 1940’ların New York’unda, sosyeteye ait zenginleri ve dönemin karanlık kodamanlarını dolandırmak için gizemli bir psikiyatristin de yardımıyla kolları sıvar!
Başrolü üstlenen Bradley Cooper’a; Cate Blanchett, Toni Collette, Rooney Mara, Willem Dafoe, Richard Jenkins, Ron Perlman, David Strathairn, Marry Steenburgen ve Holt McCallany gibi müthiş isimler eşlik ediyorlar. Son filmlerinde Guillermo del Toro ile çalışan Danimarkalı görüntü yönetmeni Dan Laustsen, birinci sınıf kamerasıyla, belki de filmin en değerli yanı olan sanat yönetimi ve yapım tasarımına artı değer katıyor! 
Hep daha fazlasını isteyen, her şeye tamah eden hırs küpü insan, bastıramadığımız kötücül taraf, alçaklığın kapkara tarihi ve en zalim yaratık olan insanı sarmalayan umarsız vahşi dünya! ABD’nin derin ve insanı sıfırlayan mekanizmasında, bir kıyım makinesinin içinde nefes alıp verdiğiniz gerçeği öte yandan… Öyküsünde çağrışım yapan unsurlar bakımından yakın dönem yapımlardan 2006 tarihli Christopher Nolan filmi ‘The Prestige / Prestij’ ve aynı yılın ürünü Neil Burger imzalı ‘The Illusionist / Sihirbaz’ı anımsatsa da;  daha çok derin ve karanlık Amerika değinili Paul Thomas Anderson’un 2012 yapımı ‘The Master’ını getiriyor akla; hafif zorlamayla yine Anderson imzalı 2007 tarihli başyapıt ‘There Will Be Blood / Kan Dökülecek’i de… Sinema tarihinde gezinecek olursak; pek çok sıkı kara filmi de çağrıştırıyor yapım… 1953 tarihli Samuel Fuller filmi ‘Pickup on South Street / Cenup Sokağı’, 1950 tarihli Otto Preminger filmi ‘Where the Sidewalks Ends / Kaldırımlar Bitince’, Jules Dassin harikası yine 1950 yapımı ‘Night and the City’…  Tabii bu ismi geçen kült filmlerin oldukça gerisinde duruyor ‘Kâbus Sokağı’! Öyküsünde pek önümüze saçılmayan karakter analizleri, boşluklar, oldubittiler ve en çok karikatür kıvamında kalmış tiplemelerle… Yine de perdede duran, teknik yanı mükemmele yakın bir del Toro filmi. (3,5 / 5)

 

KÜRTAJ

-Bedenim ve ruhum benimdir!-

Kürtajın yasal olmadığı 1963 yılında Fransa’dayız. Genç bir üniversite öğrencisi kadının istemediği hamileliğini bitirme gayretine tanıklık ediyoruz. Yaşadığı küçük kasabadan çıkıp, düşlerini gerçekleştirmek adına okumak isteyen ve sınavlara hazırlanıp üniversiteyi bitirmek için büyük gayret gösteren edebiyat öğrencisi genç kadın, ayakları üzerinde ve tek başına zorlu bir mücadele verecektir. Anne Duchesne karakterinin yaşadıklarını ‘yargılamadan’ ve bir belgesel netliğinde perdeye yansıtan dram, genç bir kadının, 60’ların şaşılası Batı Avrupa’sında bir başına verdiği çetin mücadeleyi, ruh örselenmesini ve genel anlamda birçok şeyi ‘şansa bırakan’ olağan akışı, oldukça ‘içerden’ ve samimi ele almış.
Annie Ernaux’un dilimize de çevrilen anı-romanından uyarlanan sarsıcı dramı Audrey Diwan yönetmiş. Venedik Film Festivali’nde büyük ödül olan ‘Altın Aslan’ın yanı sıra FIPRESCI ödülünü de elde eden ‘L'événement / Kürtaj’ın başrolünü Anamaria Vartolomei son derece başarılı bir performansla canlandırmış. Claude Chabrol harikası ‘La cérémonie / Seremoni’den beri zihnimizde yer edinmiş usta aktris Sandrine Bonnaire de genç oyuncuların ağırlıklı olarak oluşturduğu kadroya renk katıyor.
Avrupa’nın tam ortasında 60’lı yılların başında ‘kadın’ olmaya dair can acıtıcı ve gerçekçi bir tespit hatta belge duruyor perdede! İnsan hakları mücadelesinin ‘asal’ unsurlarından biri olan kürtaj hakkı üzerine, kendi hayatını kendi iradesiyle yaşayabilmek adına, ‘bedenim ve ruhum benimdir!’ diyerek herkese karşı tek başına mücadele eden genç kadının hikâyesi, milyonların öyküsü bir bakıma… Anne Duchesne’nin tamamen ‘yaşanmışlıkları’ yansıttığı karakteri, mücadeleci, özgür ve cesur genç kadının da portresi anlamına gelmekte! Erkek egemen, baskıcı, despot, özgürlük ve özellikle ‘kadın’ karşıtı düzende ayakta kalmak ve devam edebilmek üzerine gerçekçi bir direniş öyküsü ‘Kürtaj’! Günümüzün gerçeklerinin de öyküsü bir yandan! Benzer öykü ve meseleli yaman Romanya örneği Cristian Mungiu imzalı ‘4 luni, 3 saptamâni si 2 zile / 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ ve usta yönetmen Mike Leigh filmi ‘Vera Drake / Hemşire’nin gerisinden gelen ama bitiş çizgisine üçüncülükle giren film, bu sözü geçen önemli örneklerin gölgesinde dursa da yine de ajitasyona kaçmayan son derece cesur tonuyla zihinde yer edecek kuşkusuz! Her bünyeye göre olmayan kimi anlarıyla, aslında ‘göstermeden’ yavaş yavaş tırmanan başarılı ve yüksek gerilimli bir çaresizlik atmosferi kurmasıyla da dikkat çekici. (3,5 / 5)  


Haftanın notlarımız arasında yer alamayan filmlerine bakacak olursak… 
Aksiyon ve bilimkurgu buluşması Roland Emmerich filmi ‘Moonfall’, yeryüzündeki yaşamın sonunu getirecek felakete engel olabileceğine dair fikri olan eski bir astronot ile ona inanan arkadaşlarının bu felaketi durdurma çabasını öykülüyor. Halle Berry ve Patrick Wilson rol almışlar. 
Haftanın üç yerli filmi ise… Oldukça zor bir hayattan gelip müziğiyle insanlara nefes ve ses olan Dilber Ay’ın hayat hikâyesini perdeye taşıyan biyografik dram ‘Dilberay’ı, Ketche yönetmiş. Başrolde Büşra Pekin’i izliyoruz. Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden usta aktör Ayberk Pekcan, Nursel Köse, Selen Uçer ve Zeliha Kendirci, oyuncu kadrosunu oluşturan diğer önemli isimler.
Enes Ateş’in yazıp yönettiği ‘Afacanlar: İş Başa Düştü’ bir gençlik komedisi. Berat Efe Parlar, Gürgen Öz, Burak Hakkı, oyuncular arasında.
Doruk Tüzel’in yönettiği korku türündeki ‘Arekalar’da Mert Ergin, Hülya Yüksel ve Reza Molazadeh başlıca rolleri üstlenmişler.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.


TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (4 Şubat 2011)

Bu hafta vizyona iki yeni film giriyor. Yerli yapım ‘Aşk Tesadüfleri Sever’, romantik bir dram. Yürütücü yapımcılığını James Cameron’un üstlendiği ‘Sanctum’ ise, büyük kısmı su altında geçen gerilimi yüksek bir macera. Herkese iyi seyirler!

 

AŞK TESADÜFLERİ SEVER
Perdedeki yapım, sözleri Murathan Mungan’a ait olup, Müslüm Gürses’in seslendirdiği, filme adını veren şarkıyla başlıyor: Aşk Tesadüfleri Sever… Bir tesadüftür gidiyor sonra. Kağıt mendil gerektiren yürek enfaktı anlar... 60’lı, 70’li yıllar Yeşilçam melodramlarına taş çıkartan durumlar. Popüler sinemanın işçiliği iyi yeni ürünü, romantizmi yüksek bir dram. Fakat Ömer Faruk Sorak imzalı film, yeterince özgün değil. Ülkemizde, ‘Cesaretin Var Mı Aşka’ adıyla izlenen 2003 tarihli Fransa-Belçika ortak yapımı ‘Jeux d’enfants’a çok öykünmüş. İzlandalı yönetmen Dagur Kári’nin ABD’de çektiği ve geçtiğimiz Ekim ayında salonlarımıza uğrayan ‘The Good Heart / İyi Bir Yürek’i andırıyor sonra. Müzik çalışması, gişe beklentisinin de etkisiyle oldukça özenle gerçekleşmiş filmin. Örneğin; Bülent Ortaçgil imzalı klasik ‘Değirmenler’i Teoman seslendirmiş. Plastiği, teknik işçiliği belli bir kalitenin üzerinde filmin ama ya içerik… Özgünlük sorunu, bu denli tesadüf de olmaz dedirten eski Yeşilçam oluşları, formül sinemasının fazla göze batması, ‘ben ağlatayım da gerisi gelir’ durumu, filmi zedelemiş. Ömer Faruk Sorak’ın yapabileceği daha iyi ve gerçek bir iş çıkabilirdi bu filmden. Kamuoyunda Yılmaz Erdoğan’ın eşi olarak tanınan Belçim Bilgin ve Mehmet Günsur fena değiller. Aslında, Hollywood ve Bollywood arasında bir yerde oynuyorlar ama kötü değil yani perdedeki kimyaları ve yaydıkları elektrik. Ayda Aksel ve konuk oyuncu olarak izlediğimiz Arif Keskiner, oyuncu kadrosunun en iyileri. Sanat yönetimi, dolayısıyla yapım tasarımına kafa yorulmuş. 70’li yıllar, o eski objeler, renk paleti, her şey iyi. Bir de senaryoya gösterilseymiş bu özen… ‘Issız Adam’ formüllü sinemanın yeni bir örneği. Beylik tabiriyle, TV dizisi izleyicisi için keyifli ve duygu dolu bir yolculuk olacaktır. Yapımcıları içinse kârlı…  

 

SANCTUM
Papua Yeni Gine’de son derece girift bir mağara sistemi. Deneyimli sualtı mağarası dalgıçlarından oluşan bir ekip uzun süredir araştırmalar yapmaktalar. Ekip başı olan usta kâşif ve dalgıç Frank’ın oğlu Josh ve araştırmanın maceracı finansörü ile doğaya meydan okumaktan hoşlanan kız arkadaşı da ekibe katılıyorlar. Aniden patlayan fırtına sonucu, çıkış kapanıyor ve su giderek yükselmeye başlıyor. Mağarada kalanlar, daracık su altı labirentlerinde bir can pazarında buluyorlar kendilerini… James Cameron’un yürütücü yapımcılığında ve ‘big brother’lığında gerçekleşen yapımı, Avustralyalı Alister Grierson yönetmiş. Cameron’un ‘Avatar’da kullandığı üç boyutlu kamera sistemiyle çekilen film, klasik tabiriyle bir felaket filmi. 70’li, 80’li yılların felaket filmlerinden farkı ise, sadece sinemadaki son teknolojik yenilikler. Dramatik unsurlar, öykü ve yaratıcı fikirler aynı. Hatta öyküleme ve karakter yaratmada eski örneklerin çok gerisinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Haliyle iyi çekilmiş, zahmetli, tempolu, temiz bir iş ‘Sanctum’. Zihinden çabucak ötelenip vasat rafına kaldırılması ise filmin son jeneriklerinde gerçekleşiyor. En yüksek dağa tırmanmanın, okyanusun en derin yerine dalmanın, gobi çölünün bilinmezinde kaybolmanın ve buna benzer bilumum doğa tutkularının, şehir hayatından, aile başta olmak üzere tüm sorumluluklardan kaçmak, herkes ve her şeyden saklanmak demek olduğunu cesurca dile getirmesi filmin en olumlu ve dürüst noktası.  
MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar