04 EKİM 2024
Eylül bitti. Ekim işte…
Festival sezonu da son hız sürüyor. 31. Uluslararası Adana Altın Koza festivalini izleyip, evimize döndük. İyi geçti festival. Gayet iyi ağırlandık yine her yıl olduğu gibi. Yaşam boyu başarı ödülü, bu yıl benim de çok sevdiğim usta sinemacı Jerzy Skolimowski’ye sunuldu. Oyuncu, yönetmen, senarist, boksör, şair, ressam, çok kimlikli büyük bir üstat Skolimowski. Ricamızı kırmadı usta; Uğur ve Olkan’la birlikte fotoğraf çektirdik, sohbet ettik. Bilge ve vakur bir oturmuşluk… Gerçek bir sanatçı ve insan Skolimowski! 1938 doğumlu Polonyalı usta, festivalin en büyük sürpriziydi benim için bu yıl.
Festivale emeği geçen aslan yürekli bütün ekibi ayrıca kutluyorum. Özellikle biz basın mensupları ve sinema yazarlarıyla yakından ilgilenen, oradan oraya, hemen her köşeye çalışkanlıkla, samimiyet ve sevgiyle koşuşturan emekçi can dost, basın ve medya koordinatörü Uğur Yüksel’e ve konaklama koordinatörü biricik, sevgili Selma Yağız’a ayrıca teşekkür etmek gerek!
23-29 Eylül tarihleri arasında düzenlenen festivalde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması ödülleri 28 Eylül Cumartesi gecesi düzenlenen kapanış töreninde sahiplerini buldu.
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda 11 film, 16 kategoride yarıştı. Başkanlığını yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı ve oyuncu ve yönetmen Mehmet Aslantuğ, oyuncu Serenay Sarıkaya, yazar ve senarist Nermin Yıldırım, yönetmen ve senarist Mustafa Kara, kurgucu Ayris Alptekin ile film eleştirmeni, küratör Müge Turan’dan oluşan jüri, Murat Fıratoğlu’nun yönettiği ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ adlı filmini En İyi Film seçerken, En İyi Yönetmen Ödülü’nü de ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ ile Burak Çevik’e verdi. Yarışmada Yılmaz Güney Ödülü, Türker Süer’in ‘Gecenin Kıyısı’ filmine, Jüri Özel Ödülü de Burak Çevik’in ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ adlı filmine verildi. Adanalı sinemaseverlerin oylarıyla belirlenen İzleyici Ödülü’nü de Hikmet Kerem Özcan’ın ‘Hakkı’ adlı filmi aldı. En İyi Senaryo Ödülü ise iki film arasında paylaştırıldı ve ‘Döngü’ ile Erkan Tahhuşoğlu’na, ‘Ölü Mevsim’ ile Selen Örcan ve Doğuş Algün’e verildi. Yarışmada, En İyi Müzik Ödülü, ‘Yeni Şafak Solarken’ ile Son Of Philip’in, En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü yine ‘Yeni Şafak Solarken’ ile Peter Zeitlinger’in, En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü, ‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’ ile Erim Gayretli’nin ve En İyi Kurgu Ödülü de ‘Gecenin Kıyısı’ ile Rainer Nigrelli’nin oldu. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü, ‘Ölü Mevsim’ adlı filmindeki performanslarıyla Funda Eryiğit ve Ece Yaşar’a verilirken, Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü yine aynı filmdeki rolüyle Nesrin Uçarlar’ın oldu. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, ‘Ölü Mevsim’ ile Erdem Şenocak ve ‘Gecenin Kıyısı’ ile Ahmet Rıfat Şungar arasında paylaşılırken; Yardımcı Rolde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü, ‘Ölü Mevsim’deki oyunculuğuyla Serkan Ercan’a verildi. Yarışmada, Türkan Şoray Umut veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü, ‘Hakkı’ filmindeki performansıyla Tuana Almacı’nın, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü de ‘Hêvî / Umut’ filmindeki oyunculuğuyla Ömer Akalın’ın oldu.
İffet Eren Danışman Boz, Murat Şeker ve Tayfur Aydın’dan oluşan Film Yönetmenleri Derneği Jürisi’nin verdiği Film-Yön En İyi Yönetmen Ödülü, ‘Döngü’ filmi ile Erkan Tahhuşoğlu ve ‘Hakkı’ ile Hikmet Kerem Özcan’a sunuldu.
Abbas Bozkurt, Ayça Çiftçi ve Gül Yaşartürk’ten oluşan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) jürisinin verdiği SİYAD Ödülü ise Murat Fıratoğlu’nun ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ adlı filmin oldu.
Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda 8 film yarıştı ve Yönetmen Eylem Kaftan, yönetmen, senarist ve yapımcı Hakkı Kurtuluş ile yönetmen Serdar Kökçeoğlu’dan oluşan jüri, En İyi Belgesel Film Ödülü’nü İlkay Nişancı’nın ‘Zamanın Kıyısında Sınav’ adlı filmine verdi. Jüri Özel Ödülü de Bahar Bektaş’ın yönettiği ‘Sürgün Asla Bitmez’ adlı filmin oldu.
Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda ise toplam 20 kısa film yarıştı. Oyuncu Elit Andaç Çam, yönetmen Najwa Najjar ve yönetmen Nehir Tuna’nın jüriliğinde yapılan değerlendirme sonucu, Türkiye’den Çağıl Bocut’un yönettiği ‘Her Gün Biraz Daha Kolay’, En İyi Kısa Film Ödülü’nü alırken, Jüri Özel Ödülü de İran’dan Nasrin Mohammadpour’un ‘21 Hafta Sonra /21 Weeks Later’ adlı filminin oldu. Jüri ayrıca, Türkiye’den Umut Şilan Oğurlu’nun yönettiği ‘Dilan Hakkında Konuşmalıyız’ adlı filmini Mansiyon Ödülü’ne değer gördü.
Türkiye’nin farklı illerinden üniversite öğrencilerinin başvuruları sonucu gerçekleşen Öğrenci Kısa Film Yarışması’na bu yıl 201 başvuru gerçekleşti ve oyuncu Bülent Emrah Parlak, görüntü yönetmeni Meryem Yavuz ve yönetmen Tufan Taştan’ın ön jüriliğinde yapılan değerlendirme sonucu ‘kurmaca’ kategorisinde Yaşar Güney Yurdakul’un ‘Kötü Bir Gün’, Belgesel kategorisinde Yağmur Canpolat ile Berna Oduncu’nun birlikte yönettiği ‘Yirmili Yaşlarımın Başında’, Deneysel kategorisinde Ayşenur Ateş’in ‘Taş’ ve Canlandırma kategorisinde Enes Kılıç’ın ‘Topraksız’ adlı kısa filmleri ‘En İyi Film Ödülü’nü kazandılar. Jüri ayrıca, İsmail Hakkı Koçak’ın yönettiği ‘220’ adlı filmi de Kurmaca dalında Jüri Özel Ödülü’nü değer gördü.
Adana’da çekilmiş kısa filmlerin yarıştığı ve müzisyen Canset Özge Can, sinema yazarı ve akademisyen Rıza Oylum ile yönetmen ve akademisyen Serdar Sabuncu jüriliğinde yapılan Adana Kısa Film Yarışması’nda ise Muhittin Yüceli’nin yönettiği ‘Zamanın Ustası’ adlı film, En İyi Film Ödülü’nün sahibi oldu.
Bu yıl ilki yapılan Edebiyat Uyarlaması Uzun Metraj Senaryo Yarışması’nda 7 senaryo, yapımcı Anna Maria Aslanoğlu, yazar Mine Söğüt ve yönetmen Seren Yüce’nin jüriliğinde değerlendirildi ve Şükran Yiğit’in aynı adlı kendi romanından uyarladığı ‘Burası Radyo Şarampol’ adlı projesine En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü, Hakan Bıçakçı’nın aynı adlı romanından Barış Kefeli, Hakan Bıçakçı ve Nükhet Taneri’nin senaryosunu yazdığı ‘Uyku Sersemi’ adlı projeye de Jüri Özel Ödülü verildi.
Bu yıl Adana’da sadece on bir filmin yer aldığı ‘Ulusal Yarışma’yı izleyebildim. Ödüller böyleydi… Peki ya filmlere bakarsak…
Murat Fıratoğlu’nun yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği fikri ve vicdanı hür bağımsız yapım ‘Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ benim de en sevdiğim filmler arasındaydı. Altın Koza’da En İyi Film seçilen ve bizim SİYAD ödülünü de kazanan yapım, halay çektirdi finalde coşkuyla! İyi niyetli, derdi olan, tertemiz, zeki, mizahı yüksek bir dram duruyordu perdede. Bir domates tarlasında çalışan mevsimlik işçi Eyüp ile ustabaşı Hemme arasında bir anlaşmazlık yaşanıyor, Eyüp, ustabaşı Hemme’yi öldürmek için yola çıkıyordu. Yolda karşılaştığı insanlar ve durumlar daha karmaşık bir ruh haline sokuyordu Eyüp’ü! Şiddete karşı duran insancıl yapım, gündelik hayatın sıradan akışı içerisinde, küçük insanın zorlu ve anlamsız hayatı nasıl karşıladığının öyküsüydü öte yandan! Varoluşun tatlı, tatsız, güç ve güzel yanları… Abbas Kiarostami ve Elia Suleiman esintisi perdeden salona dolarken, ilk uzun metrajıyla dikkat çekiyordu mesleği avukatlık olan Murat Fıratoğlu. Edebiyattan beslendiğini de söyledi ilk gösterimin hemen ardından. Sinema yapmanın ilk koşulu perdede neyi nasıl anlatacağını bilmektir. Bir de mütevazı, iyi ve düzgün insan olmak gerek, ‘düzgün’ bir film çekebilmek için kanımca. Murat Fıratoğlu böyle bir yönetmen ve insan. Hoş geldi sinemamıza; sefalar getirdi!
‘Gecenin Kıyısı’ yine bir ilk film. Türker Süer yazıp yönetmiş. Sinan ve Kenan, iki kardeş subay. Bir gün Sinan’a, ağabeyini askeri mahkemeye götürecek ekibe komuta etme görevi veriliyor. Babalarının trajik ölümünün ardından yolları ayrı düşmüş olan iki kardeş, zorunlu bir yolculuğa çıkıyorlar. Yolculuğun ilk anından itibaren, iki kardeşin farklı bakış açıları çatışırken, Sinan’ın prensipleri, uzun ve sarsıcı bir gecede ağır bir sınavdan geçiyor. 15 Temmuz darbe girişimi var fonda. Fedakârlık, kardeşlik, görev, sorumluk, emir-komuta ve coğrafyanın, tarihin yoğunluğunda savrulan, dağılan küçük insanın kaderi… Zorlu mesele, gayet iyi kotarılmıştı kanımca. Başrolü üstlenen Ahmet Rıfat Şungar’a bir diğer değerli aktör Berk Hakman başarıyla eşlik ediyordu. En iyi aktör ödülü Şungar’ın oluyordu ama Berk Hakman, fikrimce ödülü hak eden diğer isimdi. Biçimiyle de öne çıkıyordu film ve Türker Süer ilk filmiyle mutlaka takip edilmesi gereken isimler arasına giriyordu. Hemen her öyküyü çekebilecek parlak ve çok yetenekli bir yönetmen vardı karşımızda! Prestijli ve festivalin ruhunu barındıran Yılmaz Güney Özel Ödülü’nün de ‘Gecenin Kıyısı’na verildiğini belirtmek önemli.
Erkan Tahhuşoğlu’nun yazıp yönettiği ‘Döngü’, festivalde en iyi senaryo ödülünü ‘Ölü Mevsim’ ile paylaştı. Bana göre başrol oyuncusu Serpil Gül ile ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü fazlasıyla hak ediyordu yoğun dram. -Gül’ün ödül kazanamamasına çok üzüldüğümü belirtmek isterim- Sınıf bilinci kavramını kaşıyan yapım, uzun yıllardır üst sınıftan bir kadının yanında çalışan, kızı damadı ve torunuyla birlikte yaşayan emekçi kadın Sevim’in ve milyonların ‘uyanış’ öyküsüydü! Sınıfsal, ahlaki ve vicdani çelişkileriyle gerçeklikle yüzleşen emekçi bireyin öyküsü, birden fazla ödülü rahatlıkla hak eden, festivalin en iyi yapımları arasındaydı. Kıvırmadan, başka yerlerde dolanmadan, gösterişe kaçmadan, dürüst ve net biçimde söylüyordu derdini film. Hele o unutulması güç, sarsıcı final! ‘Eşik’ ve ‘Koridor’ adlı filmlerinin ardından Tahhuşoğlu, tarzı ve bakışı olan saygın bir yönetmen olduğunu ‘Döngü’ ile yeniden anımsattı. Selda Taşkın’ın kurgusunun da kayda değer olduğunun altını çizmek gerek.
‘Hiçbir Şey Yerinde Değil’, senaristi ve yönetmeni Burak Çevik’in yeni filmiydi. İçinde hiç ‘katliam’ kelimesi geçmeyip, karanlık gece, şiddet gecesi olarak anılsa da, 8 Ekim 1978 tarihinde Ankara’nın Bahçelievler semtinde Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi gencin, Latif Can, Efrahim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence adlı gençlerin evlerinde öldürüldüğü ve tarihe Bahçelievler Katliamı olarak geçen olayı taşmıştı perdeye Burak Çevik. Mahkeme kayıtları ve görgü tanığı ifadelerine göre olayın failleri bellidir. (Bu isimlere internette bile yer alan her türlü kayıttan ulaşılıyor) Filmin özeti ise festival kataloğunda şu şekilde yer alıyor: ‘1978 yılında, sol devrimin şiddetle değil siyasetle gerçekleşeceğine inanan beş solcu genç bir evde toplanarak çıkardıkları dergiyi tartışmaya başlarlar. O gece yaşanacak olanlar, 1980 darbesi öncesinde Türkiye’de var olan siyasi kaosu gözler önüne serer’... TİP’li gençlerin katli, perdede sıradan bir vahşi suç öyküsü olarak işlenmiş. Olayların ülkemizde geçtiği, halen derin bir travma olduğu gerçeği ve kanayan yaraların varlığı hiç hesaba katılmamış. Bana göre, oldukça soğukkanlı boğazlama ve cinayet sahneleri, neredeyse katile ve katillere empati kurularak sunuluyor. Katillerin perdedeki cinayet sebepleri ve bunun izleyici ile paylaşımı çok rahatsız edici. Hayatını kaybeden gençlerin halen hayatta olan aileleri, dost ve yakınları için korkunç bir tablo perdedeki. Ülkede yaşanmış bir katliama bu denli soğukkanlı ve ‘anlayışsız’ yaklaşmak, katliam vurgusundan kaçınmak ve ‘filmimde kullandığım biçime dikkat ettiniz mi’ gibi sözlerle filmin hemen ardından pek tasvip edilmeyecek, zarafetten uzak bir yaklaşım biçimiyle, bacak bacak üstüne atarak elinde mikrofonla izleyiciyi sorguya çekmek, oldukça kaba ve düşüncesizce idi. Burak Çevik nasıl bir teknik ve biçim kullanırsa kullansın, meselesi ve yaklaşımı üzerine zaman içinde çok konuşulacak, eleştirilecek bir film perdede duran. Nuri Bilge Ceylan başta olmak üzere jürinin filmi sevdiğini verdikleri en iyi yönetmen, en iyi sanat yönetimi ve jüri özel ödülü ile gördük. Ajitasyon sinemasına yakın duran filmin birçok insanı ve fikri ikiye böldüğü/böleceği ortada. Saygı göstermekle birlikte, eleştirmek de çok doğal, hal böyle olunca. Film vizyona girdiğinde ayrıntılı bir eleştiri yazısı yazacağımı belirterek noktayı koyayım.
İlk uzun metraj belgeseli Meteorlar ve Gulyabani adlı ‘sıkı’ yapımlarla tanıdığımız Gürcan Keltek, ilk uzun metraj kurmacası ile perdedeydi. Keltek’in yazıp yönettiği ‘Yeni Şafak Solarken’, başrole İstanbul’u ve kadim şehrin gizemli ve ruhani derinliğini yerleştiren, katmanlı bir yapım. Hastaneden taburcu olan Akın adlı genç adam, eski hayatına dönmenin mümkün olmadığını fark ettiğinde, zihninde başlayan ayaklanmaya engel olamaz. Başka bir gerçekliğin etkisi her yeri kuşatmıştır artık. Galasını yaptığı Locarno’da sinema eleştirmenleri en iyi film ödülünü elde eden yapım, festivalden çok hak ederek En iyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Orijinal Müzik ödülleriyle ayrıldı. En İyi Yönetmen ödülünü, Keltek’in almasını beklediğimi belirtmeliyim. Özellikle Son of Philip imzalı film müziği çalışması uzun süre anımsanacak. Cem Yiğit Üzümoğlu, Erol Babaoğlu, Suzan Kardeş ve geçtiğimiz Ocak ayında yitirdiğimiz usta sanatçı Ayla Algan, rol aldıkları öyküye artı değer katan isimlerdi. Edebiyattan, resimden ve müzik başta olmak üzere birçok sanat disiplininden faydalanmış yapım, Tezer Özlü’nün unutulmaz sözcükleri ‘burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi’ni filmin ruhuna çakıyordu adeta. Politik fonu da kuvvetliydi bir yanı karanlık, hüzünlü, başka bir gerçekliğin bizi sarıp sarmaladığı hikâyenin. Oryantalist ve tinsel tarafın bütünü domine ettiği bölümler bir parça fazlalık ve abartı koksa da kayda değer bir çalışma olduğunu söylemek gerek Keltek’in filminin.
Vuslat Saraçoğlu’nun yazıp yönettiği ‘Bildiğin Gibi Değil’, babalarının gizemli ölümünün ardından doğdukları şehir olan Tokat’ta toplanmak durumunda kalan birbirinden farklı üç kardeşin öyküsü. Geçtiğimiz 43. İstanbul Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Kurgu ödülleriyle ayrılan dram, Altın Koza’dan ödülsüz dönen yapımlar arasında yer aldı. Öyküsünün işlenişi ve oyuncu performansları bakımından ödül alan birkaç yapımdan daha iyi olduğunu söyleyebilirim kendi adıma.
‘Ölü Mevsim’, jürinin çok sevdiği sürpriz filmi oldu yarışmanın. Doğuş Algün’ün yönettiği, senaryosunu yine Algün’le birlikte Selen Örcan’ın kaleme aldıkları dram, en iyi senaryo ödülünü ‘Döngü’ ile paylaştı. Oyuncuları çok beğenildi filmin. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Funda Eryiğit ve Ece Yaşar paylaşırlarken, bu yılın ödül paylaştırma modası, erkek oyuncu ödülünde de devam etti. Bu kez ‘Gecenin Kıyısı’ filminden Ahmet Rıfat Şungar ile paylaştı ödülü ‘Ölü Mevsim’in oyuncusu olan Erdem Şenocak. Yardımcı oyuncu ödülleri yine Ölü Mevsim’in oldu. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülüne filmde çok az süresi olsa da Nesrin Uçarlar, en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülüne ise Serkan Ercan layık görüldüler. Böylece dört oyunculuk ödülü filmin beş oyuncusuna sunuldu.
Tarihi bir Ege köyünde yakınlardaki antik kentin önünde turistik eşyalar satarak ve yerel turlara rehberlik ederek geçinme uğraşı veren orta yaşı geride bırakmış adamın; bahçesinde tesadüfen bulduğu tarihi eserin ardından saplantılı bir deliliğe evrilmesinin öyküsü olan ‘Hakkı’, yine bir ilk filmdi. Hikmet Kerem Özcan’ın yazıp yönettiği ve başrolünü usta aktör Bülent Emin Yarar’ın üstlendiği dram, festivalden Adana İzleyici Ödülü ve FilmYön tarafından verilen En İyi Yönetmen ödülünü bölüşerek ayrılmasını bildi. Türkan Şoray Umut veren Genç Kadın Oyuncu Ödülü’nün de filmdeki performansıyla Tuana Almacı’ya verildiğini ekleyelim.
Eski SİYAD üyesi, he daim sevgili meslektaşım Ceylan Özgün Özçelik’in 2017 tarihli ‘Kaygı’nın ardından yönettiği ikinci uzun metraj kurmacası, kendi gibi heyecanlı bir yapım olan ‘On Saniye’! Senaryosu Erdi Işık imzalı dram, bir sahne oyunundan uyarlanmış perdeye. Bergüzar Korel ve Bige Önal’ın başrolleri paylaştıkları yapım, ülkenin en prestijli lisesi William College’de sıradan bir günde geçen sıra dışı bir satranç oyunu! Lise son sınıf öğrencilerinden birinin çektiği ‘kedi öldürme’ videosu, okuldan atılmasına neden olmuştur. Öğrencinin annesi Yasemin, okulun rehber öğretmeni İpek’i ziyaret eder ve… Çoğu tek mekânda geçen gerilimi yüksek dram, enerji yüklü bir anlatı.
‘Hêvi / Umut’, Orhan İnce’nin yazıp yönettiği insancıl, naif, samimi bir öykü. Sağır ve dilsiz Zeyno, ağabeyi Çeto ve babası Mustafa’nın, bir şekilde hayata tutunma çabaları. Filmdeki performansıyla Ömer Akalın, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü’nü elde etti.
‘Su Yüzü’, Zeynep Köprülü’nün yönettiği duygusal bir dram. Babasının trajik kaybının ardından doğup büyüdüğü kasabayı terk edip, okumak için Fransa’ya giden Deniz, yeniden evlenecek olan annesinin düğününe katılmak için evine geri döner. Geçmişle bir hesaplaşmaya girmeden geleceği karşılaması imkansızdır. Cemre Ebüzziya ve Nazan Kesal başlıca rolleri üstleniyorlar.
Bir festival daha geçti… Bu yıl en büyük sıkıntım kısa filmleri ve belgeselleri takip edememek oldu. Kısıtlı günlerde ancak ulusal yarışmayı tamamlayabildim. Ama çalışkan ve sorumluluk sahibi bir eleştirmen olarak ‘durumu’ telafi edeceğimden emin olabilirsiniz. Bereketli topraklar üzerinden eve doğru uçarken, yüreğimizin bir odacığını bıraktığımız Çukurova’yı öptük usulca.
Gelelim her haftaki rutinimize…
Vizyon filmlerinin tanıtımı ve artık sizin de ilgiyle takip ettiğiniz ‘Sinema Tarihinden 5 Klasik’ ‘Hafta Sonu Aile Sineması’ ve ‘Tarihte Bu Hafta’ bölümleri dışında, haftalardır artık tarihte ve anılarda kalmış bir ‘Anadolu Yakası / Kadıköy’ sinemasını anımsatıyorum sizlere.
Devam ediyoruz!
İstanbul’un orta yeri sinemadır ya; Kadıköy’ün her köşesi sinematografiktir! Saint Joseph’in duvarı, Kadıköy Anadolu’nun denize inen yolu, Çarşı’nın balıkçıları, Kalamış’ın ağaçları, Kızıltoprak’ın rüzgârı, Moda’nın iskelesi, okulları, çeşmeleri, kiliseleri, köşkleri, çayırları, eczaneleri, lokantaları, meyhaneleri, kulüpleri, lokalleri, esnafları, doktorları, yazarları, şairleri, spor kulüpleri, hamamları, tramvayları, kedileri, köpekleri, renkli simaları ve elbet sinemaları… Kadıköy, günümüzde olduğu gibi eskiden de kültür ve sanata ev sahipliği yapıyordu. Beyoğlu ve Şehzadebaşı gibi Kadıköy de sinema salonlarının merkez semtlerinden biriydi. Bahariye Caddesi ve civarından Bostancı’ya dek uzanan bölgede çok sayıda kışlık kapalı salonlar ve yazlık bahçe sinemaları vardı. Çok azı günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başarırken birçoğu yıkıldı, yok oldu, dönüşüme uğradı ve isimleri unutulmaya yüz tuttu.
Bu hafta sırada Caddebostan Budak Sineması var…
BUDAK SİNEMASI
Budak Sineması, Caddebostan Mahallesi’nde şu an Caddebostan Kültür Merkezi’nin olduğu alanda yer almaktaydı. O zamanlar için açık hava sineması olarak faaliyet sürdürmekteydi. Film sonlarında başlayan ve bir gelenek halini almış yastık savaşlarıyla da hatırlanır. Günümüzde Caddebostan Kültür Merkezi’nin içerisinde Cinemaximum işletmesinde aynı isimle hizmetini sürdürüyor.
SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK
Laura / Kanlı Gölge
(Yönetmen: Otto Preminger, Rouben Mamoulian / 1944)
Mildred Pierce / Ömre Bedel Kadın
(Yönetmen: Michael Curtiz / 1945)
The Postman Always Rings Twice / Postacı Kapıyı İki Defa Çalar
(Yönetmen: Tay Garnett / 1946)
Out of the Past / Maziden Gelen
(Yönetmen: Jacques Tourneur / 1947)
Imitation of Life / Zehirli Hayat
(Yönetmen: Douglas Sirk / 1959)
HAFTA SONU AİLE SİNEMASI
ANNE VE BABA İÇİN
Rendez-vous / Randevu
(Yönetmen: André Téchiné / 1985)
Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği
(Yönetmen: Peter Weir / 1989)
Bitter Moon / Acı Ay
(Yönetmen: Roman Polanski / 1992)
ÇOCUKLAR İÇİN
Maleficent / Malefiz
(Yönetmen: Robert Stromberg / 2014)
Cinderella / Sindirella
(Yönetmen: Kenneth Branagh / 2015)
Aladdin / Alaaddin
(Yönetmen: Guy Ritchie / 2019)
Vizyonda bu hafta (4 Ekim 2024)
Altısı yerli yapım olmak üzere, toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor Ekim ayının ilk vizyon haftası!
JOKER: İKİLİ DELİLİK
-Dünya denen sahne-
Todd Phillips imzalı 2019 tarihli ‘Joker’, ‘Batman’in en büyük düşmanı olan ünlü bir DC Comics karakteri olmanın çok ötesinde, sinema tarihinin en büyük toplum düşmanı, en sosyopat, en anarşist, buna karşılık en karizmatik karakterlerinden biri olarak beyazperdeden tehdit ediyordu yaşadığımız düzeni. Joker, ‘Travis Bickle’ın yakın akrabasıydı adeta. Scorsese başyapıtlarından 1976 tarihli ‘Taxi Driver’ın unutulmaz karakteri, perdede yıllar sonrasında ‘Amerikan Rüyası’nın çöküşünün yarattığı travmayı sembolleştiren Joker’e dönüşüyordu.
İlk filmi anımsarsak, kalabalık içinde bile yalnız hisseden, birlikte yaşadığı annesinin ‘mutlu’ diye seslendiği, stand-up komedyeni olma arzusundaki başarısız ve sorunlu palyaço Arthur Fleck, çevresiyle bağ kurma arayışından etap etap uzaklaşarak, karanlığın içinde aydınlığı bulan, tamamen başka bir karaktere evriliyordu. Babasız büyüyen, sıcaklık, sevgi ve dünyayla yüreği arasında bir bağ arayan uyumsuz adam, çevresindeki dünyanın ufak bir parçası olmaktan vazgeçtiği anda, kapkara bir noktada cesaretlenip, özgürleşiyordu da! Serseri ergenlerin zorbalığı, takım elbiseli Amerikan sapıklarının saldırgan kibri, kurtlar sofrasındaki acımasız palyaçoların duyarsız kabalığı ve çevrenin ikircikli, buz gibi, kötücül ve anlayışsız davranışları, bardağı taşıran son damlalar olacaktı sadece!
Todd Phillips, DC Comics evreninden aldığı mecburi karakter ve referanslar haricinde çizgi roman dünyasına tamamen mesafe koymuştu filminde. Kopkoyu, loşluğu bile karanlık, derin bir dram ve incelikli, titiz bir karakter analiziydi ‘Joker’. Joaquin Phoenix’in hiç kimseye, hiçbir şeye benzemeyen üstün performansı ise kelimeleri kifayetsiz kılıyordu! Gerçeğin dibine vurmuş, vahşi kapitalist düzenin, yalanın, yabancılaşmanın insanı getirdiği noktayı net biçimde algılamış, öfke nöbetleri geçiren sıradan bir kötü değil, meselesi sınıfsal olan Joker karakteri, sadece Gotham’ın kâbusu, namı diğer ‘Batman’ Bruce Wayne’in en büyük düşmanı olarak işaretlenmesinin aksine, toplum mekaniğine sokulmuş demir bir çomak oluyordu adeta! Lawrence Sher’in tekinsiz kaos’u görüntüleyen kamerası, İzlandalı Hildur Guðnadóttir’in orijinal müziği, genel yapım tasarımı, biçimi, iddialı özüne karşın mütevazı yapısıyla çok sıkı bir filmdi ‘Joker’! Çıldırmış, kahpe, ahlaksız, yalancı dünyanın süper kahramanlara asla ihtiyacı yoktu, gerçekle yoğrulmuş, sahte olmayan bir kaos belirleyebilirdi belki insanlığın gideceği noktayı diyordu karanlığın gerçek şövalyesi!
Todd Phillips bu kez aynı senaryo ekibiyle ‘Joker’in devam filmini yansıtıyor perdeye. DC Comics’in kötü karakterlerinden ‘Harley Quinn’i de öyküye katarak! Şiir gibi animasyonlar 2003 tarihli ‘Les triplettes de Belleville / Belleville’de Randevu’ ve 2010 yapımı ‘L'illusionniste / Sihirbaz’ın yaratıcısı yaman Fransız sinemacı Sylvain Chomet imzalı eski usul kısa çizgi filmle başlıyor ‘Joker: Folie à Deux / Joker: İkili Delilik’. Bu animasyonla ilk filmi anımsıyor ve ikinci filme bağlanıyoruz kolaylıkla. Arthur Fleck namı diğer Joker, beş kişiyi öldürdüğü gerekçesiyle adli psikiyatri hastanesi olan Arkham’da yargılanmayı beklemektedir. Acımasız gardiyanlar arasında ilk görüşte ilgisini çeken Lee Quinzel’le tanışır müzik terapi sınıfında! Derin bir aşktır ikili arasında oluşan. Jackie Sullivan adındaki başgardiyanı, diğer zalim görevlileri, savunmasında Arthur’un akli dengesinin yerinde olmadan cinayet işlediğini öne süren hırslı Avukat Maryanna Stewart’ı tanırız sonra. Avukat, savunmasını kişilik bölünmesi üzerine kurmuş durumda. Bütün cinayetleri Joker’in işlediğini, Arthur’un suçsuz ve masum olduğunu kanıtlama niyetinde. İdealist genç başsavcı Harvey Dent ise ortada bir delilik olmadığını ve verilecek cezanın idam olması gerektiğini söylüyor. Arthur işte bu şartlar içinde belki de ilk kez bir aşka ve dolayısıyla umuda tutunmanın verdiği yaşam coşkusu içinde mahkemede buluyor kendini. Yeni bir umutla yeniden yaşama karışma arzusu içinde Joker kimliğiyle hesaplaşırken, daima içinde olan müziğe de kulak veriyor Arthur Fleck!
Psikolojik gerilimin hiç düşmediği yapım, ilk filmin kaos ve aksiyonundan azade başka bir oluşa dümen kırmış ve bunun üstesinden başarıyla gelmiş. Kötücül dünya içinde müzik yüklü bir romantik dram izlediğimiz. Üstelik 50’lerin klasik müzikallerine göz kırpan bir estetik içinde. Jacques Demy’nin 1964 tarihli enfes filmi ‘Les parapluies de Cherbourg / Cherbourg Şemsiyleri’ne direkt göndermeli sahne unutulmaz. Joaquin Phoenix, kelimeler ötesi performansını kendi sesiyle söylediği ve çok iyi bir yorumcu olan Lady Gaga’dan geri kalmayan şarkılarla başka bir yere taşıyor. Lady Gaga’da, kabarelere selam duran müthiş özenli yapım tasarımının da verdiği katkıyla oyuncu olarak bazı sahnelerde rol çalıyor Phoenix’den. Başta usta aktör Brendan Gleeson ve her daim çok iyi Catherine Keener ile Steve Coogan da müthiş anlar yaratıyorlar perdede. ‘Merrily We Roll Along’, ‘Slap That Bass’, ‘When The Saints Go Marching In’, ‘Get Happy’, ‘To Love Somebody’, ‘That’s Life’ ve özellikle o unutulmaz telefon sahnesinde Phoenix’in Jacques Brel’e nazire yaparcasına bir hisle seslendirdiği ‘Ne Me Quitte Pas / If You Go Away’ ve diğer bütün şarkılar, şahane yorumlar eşliğinde; kalıcı anlar bırakarak zihnin ve yüreğin en güzel odasına yerleşiyorlar sessizce! İlk filmin görsel kalitesi aynen korunmuş. Renk paleti ve kamera, zamanın ve yerin belirsizliğine götürüyor bizi üst düzey bir estetik ve bilinçle! Arthur, beş değil, annesi ile birlikte altı kişinin katili olduğunu paylaşıyor Lee ile ve yüreğindeki aşk ile müziği derinlemesine tattıkça, yavaş yavaş içindeki katil kimlikle ve karanlık kaosla hesaplaşmaya başlıyor. Yeni bir hayat yaşamak, üstelik müzik ve aşkla anlam kazanan bir yaşama atılmak adına çirkin, korkan ve tutunamayan ‘gerçek’ kimliğine, Arthur Fleck’e sahip çıkıyor! Ne oluyorsa bu noktada oluyor zaten. Kaosla beslenen hastalıklı dünya, aslında diğerleri, küçük, kötü, kıskanç, nankör insan, politika, şiddet ve insanı sarmalayıp daha kolay yöneten sistem karşısına çıkıyor Fleck’in! Eğer Joker değilsen hiçbir şey değilsin deniyor ona! Cilalanmış imaj çağında, güce tapan ve kötülükle beslenen insan, sıradan bireyin ‘mutlu’ olmasını görmeye dayanamıyor! Öylesine değil, dolu felsefi altyapısıyla basitlik, sıradanlık ve istenip, beklenen şiddet tuzağına düşmeden oldukça duygusal tonda bildiği gibi ilerliyor öykü ve ters köşe hamlesiyle müthiş bir iç hesaplaşmanın filmi oluyor.
Ludwig Wittgenstein, felsefede çözülecek bir problem, kanıtlanacak bir teorem, sınanacak bir varsayım yoktur deyip eklemişti: ‘İnsanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya buraya götürülebilirler.’ Böyle doğru bir tespitin ışığında; sokaklarda selam verilecek ‘insan’, uğruna kadeh kaldırılacak dava, çakal çukaldan oturulacak yer kalmadığı zamanımızda bambaşka bir yalnızlık filmi öte yandan yeni Joker! Dostun, dostluğun, sevginin, aşkın, en önemlisi vicdanın kalmadığı yerde atılan deli bir kahkaha! Yaşadığımız kötücül çağın gereklerine, değerlerine ve bütün güncel pratiklerine küfür eden, son derece kaliteli bir tasarım ve sahici bir duygusallıkla örülmüş samimi bir ‘yüzleşme’ öyküsü! (4,5 / 5)
Şehir dışında, Adana’da festivalde bulunduğumdan ve kimi filmler adına düzenlenen basın gösterimlerine katılamadığımdan dolayı 4 Ekim haftasının diğer altı filmine yapım notlarıyla değineceğim.
2005 yazında, küçük bir kasabada yaşayan iki çocuk olan Alper ve İlker, Alper’in aşık olduğu film yıldızı Meryem’e ulaşmak için Samsun-Ladik’ten İstanbul’a uzanan zorlu bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, kendileri, aileleri ve kimlikleriyle ilgili yeni bir anlayış kazanmalarını sağlayacaktır. Alp Kamber’in yazıp yönettiği ‘Güzel Bir Rüya’, mizah içeren bir macera. Meryem Uzerli, Yiğit Nayır, Mert Nayır ve Didem Ellialtı başlıca rolleri üstleniyorlar.
Okan Kara’nın yönettiği, senaryosunu Sema Aytaç’ın kaleme aldığı ‘Karanlığın Öfkesi’, bir korku-gerilim. Osman Cavcı, Seval Arun ve Mehmet Özcan Varaylı, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.
Dürüst ve sadık bir Yeminli Malî Müşavir olan Nevzat Kesik, manevi oğlu muhasebeci Güven tarafından bir dolandırıcılık planının içine düşer. Güven, büyük aşkı Maya ile birlikte Nevzat’ın müşterisi Aziz’i dolandırıp kaçmak için harekete geçer. Ancak Maya’nın çalıştığı Leydi Di Pavyon’un sakinleri, Aziz’in alacaklıları derken oyun içinde yeni oyunlar kurulur, plan kontrolden çıkar. Kamil Aydın’ın yönetmenliğini üstlendiği komedi türündeki ‘Leydi Di’nin oyuncu kadrosunda Mahir İpek, Özge Özder, Safa Sarı, Bestemsu Özdemir, Celil Nalçakan, Muharrem Türkseven ve Arif Pişkin yer alıyorlar.
Erkan Kolçak Köstendil, yazdığı ve yönetmen koltuğunu Kadir Çermik ile paylaştığı gerilimi yüksek kara komedi ‘Tezgah’ın oyuncu kadrosunda da yer alıyor. Damla Sönmez, Rıza Kocaoğlu ve Şinasi Yurtsever, Köstendil’in rol arkadaşları. Ülkenin ünlü isimlerinden birinin eşini mutfak tezgahında, kendisini en yakın arkadaşıyla aldatırken yakalamasıyla birlikte gelişen olayları izliyoruz.
‘Yaren Leylek’, genç Adem’in büyük anne ve dedesinin evinde tanıştığı leylek Yaren ile arkadaşlarının atıldığı maceraları taşıyor perdeye. Yediden yetmişe bütün aile üyelerine seslenen komediyi Onur Uzun yönetmiş. Arzu Yurtseven imzalı senaryonun oyuncu kadrosunda ise Buğra Gülsoy, Seçkin Özdemir, Hande Doğandemir, Murat Kılıç, Meral Çetinkaya ve Tarık Pabuççuoğlu’nu izliyoruz.
Yerli animasyon ‘Pırıl: Sayıların Gizemi’ Fatih Bezirgan imzası taşıyor. Gökyüzünde daha önce eşi benzeri görülmeyen bir bulut ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine sayılar sırasıyla yok olur. Çocuklukta yaşadığı travmanın intikamını almaya çalışan İlhan, yanına aldığı Biliş ile birlikte sayıları yok etmektedir. Sayılar silindikçe her şey bozulmaya başlar ve gündelik yaşam durma noktasına gelir. Pırıl ve arkadaşları sorunun çözümü için matematikten faydalanarak, nefes kesen bir maceraya atılırlar.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!
TARİHTE BU HAFTA
On bir ve beş yıl öncesine, 2013 ve 2019 yıllarına dönüyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz!
Vizyonda bu hafta (4 Ekim 2013)
4 Ekim haftası, altı yeni filme ev sahipliği yapıyor. İki yerli yapım, bir baba ile kızının öyküsü ‘Günce’ ile ‘Vay Başıma Gelenler’ adlı komedinin yanı sıra, ilk filmi oldukça beğenilen animasyonun yeni halkası ‘Despicable Me 2 / Çılgın Hırsız 2’ ve ‘Take Me Home / Aşkın Yolu’ adlı romantik komedi, haftanın notlarımız arasında yer alamayan yapımları. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini asla bırakmayın! Herkese iyi seyirler.
RIDDICK
‘Riddick’ karakteri, 2000 tarihli ‘Pitch Black / Derin Karanlık’ filmiyle doğmuştu. Aksiyona, gerilim ve bilimkurgu ekleyen iş, David Thowy imzası taşıyordu ve Vin Diesel, bildik ününe sahip değildi henüz. Ne ‘The Fast and The Furious / Hızlı ve Öfkeli’ serisi vardı ortada ne de, ‘XXX / Yeni Nesil Ajan’. Kendi halinde kaslı ve vahşi bir mahkumdu Riddick. Taşıma gemisi, kana susamış yaratıklarla dolu bir gezegene düşünce, hayatta kalmak için elinden geleni yapıyordu, karakterin tam adıyla ‘Richard B. Riddick’. Sonrası malum, film ona şans getirdi. 2004’de David Thowy ve Vin Diesel, ikinci filmle çıkageldiler: ‘The Chronicles of Riddick / Riddick Günlükleri’. Aranan suçlu Riddick, bu kez başka bir gezegende, insan ırkını yok etmek için uğraşan bir orduyla mücadele ediyordu. Aradan geçen dokuz yıl içinde, iki video oyunu ve DVD piyasası için bir animasyonu üretilen kahraman, serinin üçüncü filmiyle yeniden karşımızda. Üçüncü bölüm kısa ve net özetliyor meseleyi orijinal adıyla: Riddick! ‘Ondan ötesi nedir ki’ durumlarını izliyoruz zaten. ‘Yalnız kahraman’, gerekeni yine tek başına yapıyor. Yapımcılığını da Vin Diesel’in üstlendiği üçüncü filmde kahramanımız, bu kez predator-alien karışımı son derece vahşi yaratıklarla savaşırken, bir yandan da, onu; ölü ya da diri yakalamak için gezegene gelen ödül avcılarıyla mücadele ediyor. Düştüğü gezegende karşısına çıkan vahşi köpeklerin, yavruyken büyüttüğü ve ona can yoldaşlığı yapanı, bir ‘Tarkan ve köpeği Kurt’ etkisi yaratıyor ‘Riddick’te! İspanyol aktör Jordi Mollà, Matt Nable, Katee Sackhoff ve geçtiğimiz bölümden tanıdık Karl Urban’ın diğer önemli rolleri üstlendiği hareketli ve gerilimli aksiyon, seriden beklenen hazzı veriyor izleyiciye. Türün benzerleriyle ayrılmayıp, eski bölümlerin üstüne bir şey koymuyor ama çıtayı da düşürmüyor. (3 / 5)
ZAMANDA AŞK
‘Yaşadığın her andan keyif alacaksın’ diyen, ‘zamanda yolculuk’ katkılı romantik komedi, bazı anlar hüzünlü bir dramla el ele yürüyor. İçi çok dolu değil ama zeki, zarif ve hoş! Babası, Tim’e 21 yaşına geldiğinde gizli aile sırlarını açıklar. Ailenin erkekleri, zamanda yolculuk yapabilmektedirler! Bir sevgili bularak, hayatına renk katmak için harekete geçer Tim. Mary ile tanışıp ona aşık olur, zamanda yolculuk şansını ise sırf Mary için değil, bütün sevdikleri ve değer verdiği anlar için kullanır. Sonunda fark ettiği, içinde yaşadığın her anın, iyi kötü bir değeri olduğu ve her şeyiyle sana sunulan şeyin başlı başına bir mucize olduğu gerçeğidir. İşin aslı, bir aşk filminden öte, öncelikle bir baba-oğul hikayesi orijinal adıyla ‘About Time’. İnsanın sevdikleri için elinden geleni yapması ardından. Bunun verdiği tatmin ve son bir kez yeniden oğlunla birlikte deniz kıyısında yürümek arzusu. Mizahla, hüznü gayet iyi buluşturan, iyi yazılmış bir metin. ‘Nothing Hill / Aşk Engel Tanımaz’ın senaristi, ‘Love Actually / Aşk Her Yerde’nin senarist ve yönetmeni Richard Curtis imzalı film, çok derin meselelere değinmeyip, işi yüzeyden halletse de, çok ustalıkla ele alındığı için, baştan sona, keyifle izletiyor kendini. İrlandalı dev aktör Brendan Gleeson’un oğlu Domhnall Gleeson ile her şeyden sevimli Rachel McAdams’ın başrolleri paylaştığı filmde büyük karizma Bill Nighy de rol alıyor ve ‘baba’ rolünde döktürüyor. Oruç Aruoba’nın satırları son tahlilde: ‘yaşadığın her an, her yaşadığın an, yaşar!’ (3,5 / 5)
Vizyonda bu hafta (4 Ekim 2019)
İkisi yabancı, beşi yerli yapım olmak üzere yeni vizyon haftası, toplam yedi filme ev sahipliği yapıyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.
JOKER
-Gülümsemeyin!-
Todd Phillips imzalı ‘Joker’, ‘Batman’in en büyük düşmanı olan ünlü bir DC Comics karakteri olmanın çok ötesinde, sinema tarihinin en büyük toplum düşmanı, en sosyopat, en anarşist, buna karşılık en karizmatik karakterlerinden biri olarak beyazperdeden tehdit ediyor yaşadığımız düzeni. Değerli dostum ve meslektaşım Tunca Arslan’ın da altını çizdiği üzere, Joker, ‘Travis Bickle’ın yakın akrabası adeta. Scorsese başyapıtlarından 1976 tarihli ‘Taxi Driver’ın unutulmaz karakteri, perdede yıllar sonrasında ‘Amerikan Rüyası’nın çöküşünün yarattığı travmayı sembolleştiren Joker’e dönüşmüş! Robert De Niro, öylesine değil, bilinçli biçimde rol alıyor bu toplum düşmanı meselde.
Kalabalık içinde bile yalnız hisseden, birlikte yaşadığı annesinin ‘mutlu’ diye seslendiği, stand-up komedyen olma arzusundaki başarısız ve sorunlu palyaço Arthur Fleck, çevresiyle bağ kurma arayışından etap etap uzaklaşarak, karanlığın içinde aydınlığı bulan, tamamen başka bir karaktere dönüşecektir! Babasız büyüyen, sıcaklık, sevgi ve dünyayla yüreği arasında bir bağ arayan uyumsuz adam, çevresindeki dünyanın ufak bir parçası olmaktan vazgeçtiği anda, kapkara bir noktada cesaretlenip, özgürleşecektir de! Serseri ergenlerin zorbalığı, takım elbiseli Amerikan sapıklarının saldırgan kibri, kurtlar sofrasındaki acımasız palyaçoların duyarsız kabalığı ve çevrenin ikircikli, buz gibi, kötücül ve anlayışsız davranışları, bardağı taşıran damlalar olacaktır sadece!
Todd Phillips, DC Comics evreninden aldığı mecburi karakter ve referanslar haricinde çizgi roman dünyasına tamamen mesafe koymuş filminde. Kopkoyu, loşluğu bile karanlık, derin bir dram ve incelikli, titiz bir karakter analizi ‘Joker’. Joaquin Phoenix’in hiç kimseye, hiçbir şeye benzemeyen üstün performansı ise kelimeleri kifayetsiz kılıyor! Gerçeğin dibine vurmuş, vahşi kapitalist düzenin, yalanın, yabancılaşmanın insanı getirdiği noktayı net biçimde algılamış, öfke nöbetleri geçiren sıradan bir kötü değil, meselesi sınıfsal olan Joker karakteri, sadece Gotham’ın kâbusu, namı diğer ‘Batman’ Bruce Wayne’in en büyük düşmanı olarak işaretlenmesinin aksine, toplum mekaniğine sokulmuş demir bir çomak oluyor adeta! Lawrence Sher’in tekinsiz kaos’u görüntüleyen kamerası, İzlandalı Hildur Guðnadóttir’in orijinal müziği, genel yapım tasarımı, biçimi, iddialı özüne karşın mütevazı yapısıyla çok sıkı bir film olmuş ‘Joker’! Çıldırmış, kahpe, ahlaksız, yalancı dünyanın süper kahramanlara asla ihtiyacı yok, gerçekle yoğrulmuş, sahte olmayan bir kaos belirleyebilir belki insanlığın gideceği noktayı diyor karanlığın gerçek şövalyesi! (4,5 / 5)
Altın Ayı için yarıştığı Berlin’den ‘En İyi Senaryo’ ödülü ile dönen İtalya yapımı suç dramı ‘Piranhas / Piranalar’ ile birlikte beş yerli yapım; Berat Özdoğan’ın yönettiği komedi ‘Dert Bende’, Ali Yorgancıoğlu imzalı suç komedisi ‘Hareket Sekiz’, yönetmen koltuğunda Utku Uçar’ın oturduğu aksiyon ‘Kuşatma Yedi Uyuyanlar’, Korkmaz Yalınkılıç ve Bülent Terzioğlu’nun birlikte yönettikleri dram ‘Keşfedilmemiş Çocuklar’ ve yine iki isim; Haluk Can Dizdaroğlu ile Berk Tokay imzası taşıyan animasyon ‘Kral Şakir Korsanlar Diyarı’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese!
MURAT ERŞAHİN